Türk Meclisi |
|
||||||||
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1835 Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10682 Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236 Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 757 Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2060 Haber bulunmaktadır. |
|
Okuyucularımıza Sunduğumuz Temel Bilgiler | ||||
VATAN SANA CANIM FEDA | ||||
VATAN SANA CANIM FEDA Adınız tek Adınız bir milletle ayakta Kimi Vatan der Kimi Mehmetçik Yaşamanız bu toprakta... (Fazıl Hüsnü DAĞLARCA) GÜLE GÜLE OĞLUM Tam terminalden çıkarken, onun da gözlerinden birkaç damla yaşın usulca süzüldüğünü gördüm... Ağlıyordu kadın. İhtiyar elleriyle yüzünü gizleyerek ağlıyordu. Belli ki, annesiydi. Parmaklarının arasından bakıyordu oğluna. Gurur ve ayrılık, iç içeydi bu bakışlarda. Yürek dolusu bir sevgi, bir hayranlık vardı. “Onu ben doğurdum, ben büyüttüm!” der gibiydi. Öylesine içten, öylesine sıcaktı ki, daha iyi görebilmek için yapıştım otobüsün camlarına. Şu köşedeki, kır saçlı, alnı kırışıklarla dolu, yüzü güneşten yanmış adam da babası olmalıydı. Dizlerinin üzerine çökmüş, duvara yaslanmıştı. Biraz sonra oğluna vereceği bavula sımsıkı sarılmıştı. Sıcak bir yaz günüydü. Güneş tam tepedeydi. “En büyük asker bizim asker!” Terminal bu sesle yankılanıyor, halaylar çekiliyor, arkadaşları arasında öpülüp koklanan asker adayı havalara fırlatılıyordu. Ellerindeki ay yıldızlı bayrağı sırayla dudaklarına götürüyor, alınlarına dokunduruyorlardı. Sağdan, soldan sesler geldikçe ateşleniyor, nispet yaparcasına daha çok bağırıyorlardı. Güleç yüzlü insanlardı. Kim bilir, ortak ne çok hatıra paylaştılar! Dost bazen kardeşten öteydi.
Davulcu babayiğit bir adamdı. Göbeğinin ortasına yerleştirdiği davula olanca gücüyle vuruyor, pala bıyıklı, çelimsiz zurnacı da gözlerini kapamış, havaya, ezberlediği nağmeleri üflüyordu. Birbirlerine yakışmışlar, iyi bir ikili olmuşlardı. Yanakları balon gibi şişen zurnacı, kırmızı gömleğine iliştirilmiş bahşişlerden birinin uçuşarak yere düştüğünü görmedi. Çocuklardan önce davranan davulcu, parayı kaptı ve nasılsa paylaşacağız düşüncesiyle hemen cebine koydu. Eş, dost, arkadaş, akraba elbirliğiyle yolcu ediyorlardı Mehmetçiği. Acaba; “Oğullarını, askere sanki düğün yapıyormuş gibi davul zurnayla uğurlayan başka bir millet var mı?” diye meraklandım. Yıllar öncesine gittim. Ben de böyle asker olmuştum. Oğlumu da böyle göndermiştim askere. Bizim için de zor olmuştu ayrılık. Rahat bir çocuktu. Annesi biraz fazla düşerdi üstüne. “Yapma hanım, bırak şu oğlanı da öğrensin artık sorumluluklarını!” diye söylenir dururdum. Gönlümce yetiştiremediğimi, iyi şeyler veremediğimi düşünürdüm. Annesine kalsa, kışlasının kapısına kadar uğurlayacaktı; ama oğlum istemedi ve “Ben çocuk muyum anne, ben artık askerim!” dedi. Ziyaretine ilk gittiğimizde, karşımızda çakı gibi durup da verdiği selamı hiç unutamam. Eşim bana dönmüş, “Bu, şimdi benim oğlum mu?” diyordu. Önce, geniş bir alana dizildiler. İstiklâl Marşımız bayrak bayrak dalgalandı gökyüzünde. Binlerce askerden, anneden, babadan selam götürdü yıldızlara: “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak O benim milletimin yıldızıdır parlayacak
O benimdir, o benim milletimindir ancak...” Silâha, bayrağa ve birbirlerine gururla sarılmışlardı. Dikkatle baktığım halde aralarındaki oğlumu seçemiyordum. “Sen görüyor musun hanım?” dedim. Koluma daha bir sıkıca tutundu ve “Ne fark eder, şimdi hepsi de bizim oğlumuz!” dedi. Sonra, yemin töreni yapıldı. Duramadım yine yerimde, fırladım ayağa. Bütün satırları içime sindire sindire onlarla birlikte tekrarladım: “Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada, her zaman ve her yerde, milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu, Türk Sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine and içerim!” Sokuldum en yakındaki Mehmetçiğe, sordum; “Nedir bu yeminin anlamı?” Siyah, hilâl kaşlarının altındaki gözleri çakmak çakmak yandı ve dedi ki: “Askerin; Mesleğine yürekten bağlanışıdır. Teminatı; şeref, Bedeli de; Gerektiğinde uğrunda ölmektir!..” BİRİNCİ BÖLÜM VATAN SANA CANIM FEDA Adınız tek Adınız bir milletle ayakta Kimi Vatan der Kimi Mehmetçik Yaşamanız bu toprakta... (Fazıl Hüsnü DAĞLARCA) GÜLE GÜLE OĞLUM Tam terminalden çıkarken, onun da gözlerinden birkaç damla yaşın usulca süzüldüğünü gördüm... Ağlıyordu kadın. İhtiyar elleriyle yüzünü gizleyerek ağlıyordu. Belli ki, annesiydi. Parmaklarının arasından bakıyordu oğluna. Gurur ve ayrılık, iç içeydi bu bakışlarda. Yürek dolusu bir sevgi, bir hayranlık vardı. “Onu ben doğurdum, ben büyüttüm!” der gibiydi. Öylesine içten, öylesine sıcaktı ki, daha iyi görebilmek için yapıştım otobüsün camlarına. Şu köşedeki, kır saçlı, alnı kırışıklarla dolu, yüzü güneşten yanmış adam da babası olmalıydı. Dizlerinin üzerine çökmüş, duvara yaslanmıştı. Biraz sonra oğluna vereceği bavula sımsıkı sarılmıştı. Sıcak bir yaz günüydü. Güneş tam tepedeydi. “En büyük asker bizim asker!” Terminal bu sesle yankılanıyor, halaylar çekiliyor, arkadaşları arasında öpülüp koklanan asker adayı havalara fırlatılıyordu. Ellerindeki ay yıldızlı bayrağı sırayla dudaklarına götürüyor, alınlarına dokunduruyorlardı. Sağdan, soldan sesler geldikçe ateşleniyor, nispet yaparcasına daha çok bağırıyorlardı. Güleç yüzlü insanlardı. Kim bilir, ortak ne çok hatıra paylaştılar! Dost bazen kardeşten öteydi.
Davulcu babayiğit bir adamdı. Göbeğinin ortasına yerleştirdiği davula olanca gücüyle vuruyor, pala bıyıklı, çelimsiz zurnacı da gözlerini kapamış, havaya, ezberlediği nağmeleri üflüyordu. Birbirlerine yakışmışlar, iyi bir ikili olmuşlardı. Yanakları balon gibi şişen zurnacı, kırmızı gömleğine iliştirilmiş bahşişlerden birinin uçuşarak yere düştüğünü görmedi. Çocuklardan önce davranan davulcu, parayı kaptı ve nasılsa paylaşacağız düşüncesiyle hemen cebine koydu. Eş, dost, arkadaş, akraba elbirliğiyle yolcu ediyorlardı Mehmetçiği. Acaba; “Oğullarını, askere sanki düğün yapıyormuş gibi davul zurnayla uğurlayan başka bir millet var mı?” diye meraklandım. Yıllar öncesine gittim. Ben de böyle asker olmuştum. Oğlumu da böyle göndermiştim askere. Bizim için de zor olmuştu ayrılık. Rahat bir çocuktu. Annesi biraz fazla düşerdi üstüne. “Yapma hanım, bırak şu oğlanı da öğrensin artık sorumluluklarını!” diye söylenir dururdum. Gönlümce yetiştiremediğimi, iyi şeyler veremediğimi düşünürdüm. Annesine kalsa, kışlasının kapısına kadar uğurlayacaktı; ama oğlum istemedi ve “Ben çocuk muyum anne, ben artık askerim!” dedi. Ziyaretine ilk gittiğimizde, karşımızda çakı gibi durup da verdiği selamı hiç unutamam. Eşim bana dönmüş, “Bu, şimdi benim oğlum mu?” diyordu. Önce, geniş bir alana dizildiler. İstiklâl Marşımız bayrak bayrak dalgalandı gökyüzünde. Binlerce askerden, anneden, babadan selam götürdü yıldızlara: “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak O benim milletimin yıldızıdır parlayacak
O benimdir, o benim milletimindir ancak...” Silâha, bayrağa ve birbirlerine gururla sarılmışlardı. Dikkatle baktığım halde aralarındaki oğlumu seçemiyordum. “Sen görüyor musun hanım?” dedim. Koluma daha bir sıkıca tutundu ve “Ne fark eder, şimdi hepsi de bizim oğlumuz!” dedi. Sonra, yemin töreni yapıldı. Duramadım yine yerimde, fırladım ayağa. Bütün satırları içime sindire sindire onlarla birlikte tekrarladım: “Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada, her zaman ve her yerde, milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu, Türk Sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine and içerim!” Sokuldum en yakındaki Mehmetçiğe, sordum; “Nedir bu yeminin anlamı?” Siyah, hilâl kaşlarının altındaki gözleri çakmak çakmak yandı ve dedi ki: “Askerin; Mesleğine yürekten bağlanışıdır. Teminatı; şeref, Bedeli de; Gerektiğinde uğrunda ölmektir!..” Nasıl da sarılmıştım ona uzunca bir süre. Önümüzden sıra sıra geçtiler. Bir toz bulutu kalktı ve her adımda; “Vatan... Sana... Canım... Feda!” “Her... Türk... Asker... Doğar!” nidalarıyla inledi dağ taş. Gurur duymuştum oğlumla. Askerden döndükten sonra bambaşka biri olacağını, daha o an anlamıştım. Utandırmadı beni. Her hareketiyle olgun bir insan artık... –İyi günler, oturabilir miyim? Öylesine dalmıştım ki, bu ses beni kendime getirdi. Yol arkadaşım olmalıydı. Hemen toparlandım: –Tabii, buyurun. O otururken dikkat ettim. Biraz önce arkadaşlarının elleri arasında havalara fırlatılan delikanlıydı bu! Kendisini uğurlamaya gelenlere el sallıyordu. Mutlu görünen güzel bir yüzü, kısa saçları ve koyu kahve gözleri vardı. Otobüs ayrılıncaya kadar salladı elini. Tam terminalden çıkarken, onun da gözlerinden birkaç damla yaşın usulca süzüldüğünü gördüm. Yakmaya başlamıştı ayrılık acısı. Bunca kalabalıktan sonra yalnızlık hissetmişti. Koluna dokundum: Türk Milleti’nin yüce ideallerinin gerçekleşmesi için kahraman asker evlatları hep önde gidecektir. ATATÜRK Nemli gözlerini silip, döndü: –Ben askere gidiyorum! Gülümsedim: –Anladım, tebrik ederim! Bu defa bakışlarında şaşkın bir ifade belirdi: –Tebrik mi? Beni mi? –Seni tabii ki! Öyle her babayiğidin harcı mı Türk Ordusu`nun Askeri olmak! Yutkundu... Bir iki saniye öylece kalakaldı. Ardından, yanık bir türkü söylercesine dokunaklı çıktı sesi: –Ah! Bir de şu gurbet olmasa! –Varsın olsun delikanlı, memleketin içi gurbet mi sayılırmış? Kışla bizde evdir, yuvadır askere. Hem de “Bir kültür ve sanat ocağıdır.” Güle güle git, güle güle gel. Cevap vermedi, başını salladı ve sustu. Bir kez daha kalanlara doğru baktı... Onu kendi yoğun düşünceleriyle baş başa bırakmak istedim. Kitabıma uzandım. Henüz birkaç sayfa okumuştum ki, hüzünlü bir sesle sordu: –Ne okuyorsunuz? Biraz gergindi. Belli ki, rahatlamaya ihtiyacı vardı. Sohbet edersek heyecanı azalır diye düşündüm: –Savaşı anlatan bir kitap okuyorum. “Yaşamla olan savaşımızdan!” bahsediyor. Siz okudunuz mu? Başını “Hayır!” anlamında salladı. –Ben bitirmek üzereyim. İsterseniz yolculuk boyunca okuyabilirsiniz. İnsanlara, “Mutluluğu, coşkuyu, farkına ve tadına vararak yaşamanın yollarını...” anlatıyor. Aklı biraz karışmıştı. Radyodan gelen hareketli müziğin ritmine ayak uyduruyor, dizlerini sallıyordu. –Ben zaten coşkulu yaşıyorum. Boş zamanım yok. Tarlada tapandayım, çalışıyorum, geziyorum, arkadaşlarla futbol oynuyorum. İşimde gücümdeyim. Galiba yanlış anlamıştı. Elimi uzattım: –Ben Metin Yılmaz, emekli ziraat mühendisiyim. –Benim adım da Mustafa, memnun oldum. –Ben de memnun oldum delikanlı. Nerede yapacaksın askerliği? –Acemi birliğime gidiyorum, Zırhlı Birlikler, Ankara. –Heyecanlı mısın? –İlk defa ayrılıyorum evden, biraz da korkuyorum! –Neden korkuyorsun? –Disiplinden, askerlik çok zormuş! –Mesleğin ne? –Çiftçiyiz, hayvanlarımız da var. –Öyleyse ağaçları bilirsin, tanırsın! –Birçok ağaç diktim ben. –Peki, hiç kabuksuz ağaç gördün mü? –Görmedim, kabuksuz ağaç olur mu? –Olmaz tabii! İncecik bir kabuk. Ama o kabuk, ağacın elbisesidir. Hava ve topraktan aldığı tüm gıdanın, dallarının en ucundaki meyveye kadar ulaşmasını sağlayan şey, işte o incecik kabuktur. Bir ağaç için kabuğun önemi neyse, bir asker için de disiplinin önemi odur. Çünkü disiplin de askerin elbisesi, üniformasıdır. Ağaç kabuğundan korkar mı ki, asker disiplinden korksun Mustafa? Sustu, başını eğip yere baktı. Yakında o da alışacaktı disipline. Aklıma, yıllar önce Kore’de esir düşen askerlerimizin, zor şartlara rağmen aralarındaki komuta zincirinin kırılmasına izin vermeyişleri geldi. Hiçbir zaman gevşemeyen bu disiplin, hayatta kalmalarını sağlamıştı. Hasta ve yaralılarını kaderlerine terk etmiyor, “Siz kendi sağlığınızı düşünün, güçsüzlerle uğraşmayın!” telkinlerine de kulak asmıyorlardı. “Yemeklerini eşit dağıtıyor, aç gözlülük ya da aslan payı nedir, bilmiyorlardı. Onları birbirine düşürmeye çalışan Çinli kamp komutanına tek kurtuluş yolunun disiplin olduğuna inanan Türk subayının verdiği cevap ilginçti; –Bizden ne istiyorsanız, önce bana söyleyin. Takibini ben yaparım. Beni aradan çıkartabilirsiniz; ama kontrol yine de size geçmez. İdareyi benim bir astım, sonra da onun astı alır. Bu, ortada iki er kalıncaya kadar böyle devam eder. O zaman da emri, kıdemli olan verir. Boşuna uğraşmayın...” Dünyanın hiç bir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. ATATÜRK Nasıl da sarılmıştım ona uzunca bir süre. Önümüzden sıra sıra geçtiler. Bir toz bulutu kalktı ve her adımda; “Vatan... Sana... Canım... Feda!” “Her... Türk... Asker... Doğar!” nidalarıyla inledi dağ taş. Gurur duymuştum oğlumla. Askerden döndükten sonra bambaşka biri olacağını, daha o an anlamıştım. Utandırmadı beni. Her hareketiyle olgun bir insan artık... –İyi günler, oturabilir miyim? Öylesine dalmıştım ki, bu ses beni kendime getirdi. Yol arkadaşım olmalıydı. Hemen toparlandım: –Tabii, buyurun. O otururken dikkat ettim. Biraz önce arkadaşlarının elleri arasında havalara fırlatılan delikanlıydı bu! Kendisini uğurlamaya gelenlere el sallıyordu. Mutlu görünen güzel bir yüzü, kısa saçları ve koyu kahve gözleri vardı. Otobüs ayrılıncaya kadar salladı elini. Tam terminalden çıkarken, onun da gözlerinden birkaç damla yaşın usulca süzüldüğünü gördüm. Yakmaya başlamıştı ayrılık acısı. Bunca kalabalıktan sonra yalnızlık hissetmişti. Koluna dokundum: Türk Milleti’nin yüce ideallerinin gerçekleşmesi için kahraman asker evlatları hep önde gidecektir. ATATÜRK Nemli gözlerini silip, döndü: –Ben askere gidiyorum! Gülümsedim: –Anladım, tebrik ederim! Bu defa bakışlarında şaşkın bir ifade belirdi: –Tebrik mi? Beni mi? –Seni tabii ki! Öyle her babayiğidin harcı mı Türk Ordusu`nun Askeri olmak! Yutkundu... Bir iki saniye öylece kalakaldı. Ardından, yanık bir türkü söylercesine dokunaklı çıktı sesi: –Ah! Bir de şu gurbet olmasa! –Varsın olsun delikanlı, memleketin içi gurbet mi sayılırmış? Kışla bizde evdir, yuvadır askere. Hem de “Bir kültür ve sanat ocağıdır.” Güle güle git, güle güle gel. Cevap vermedi, başını salladı ve sustu. Bir kez daha kalanlara doğru baktı... Onu kendi yoğun düşünceleriyle baş başa bırakmak istedim. Kitabıma uzandım. Henüz birkaç sayfa okumuştum ki, hüzünlü bir sesle sordu: –Ne okuyorsunuz? Biraz gergindi. Belli ki, rahatlamaya ihtiyacı vardı. Sohbet edersek heyecanı azalır diye düşündüm: –Savaşı anlatan bir kitap okuyorum. “Yaşamla olan savaşımızdan!” bahsediyor. Siz okudunuz mu? Başını “Hayır!” anlamında salladı. –Ben bitirmek üzereyim. İsterseniz yolculuk boyunca okuyabilirsiniz. İnsanlara, “Mutluluğu, coşkuyu, farkına ve tadına vararak yaşamanın yollarını...” anlatıyor. Aklı biraz karışmıştı. Radyodan gelen hareketli müziğin ritmine ayak uyduruyor, dizlerini sallıyordu. –Ben zaten coşkulu yaşıyorum. Boş zamanım yok. Tarlada tapandayım, çalışıyorum, geziyorum, arkadaşlarla futbol oynuyorum. İşimde gücümdeyim. Galiba yanlış anlamıştı. Elimi uzattım: –Ben Metin Yılmaz, emekli ziraat mühendisiyim. –Benim adım da Mustafa, memnun oldum. –Ben de memnun oldum delikanlı. Nerede yapacaksın askerliği? –Acemi birliğime gidiyorum, Zırhlı Birlikler, Ankara. –Heyecanlı mısın? –İlk defa ayrılıyorum evden, biraz da korkuyorum! –Neden korkuyorsun? –Disiplinden, askerlik çok zormuş! –Mesleğin ne? –Çiftçiyiz, hayvanlarımız da var. –Öyleyse ağaçları bilirsin, tanırsın! –Birçok ağaç diktim ben. –Peki, hiç kabuksuz ağaç gördün mü? –Görmedim, kabuksuz ağaç olur mu? –Olmaz tabii! İncecik bir kabuk. Ama o kabuk, ağacın elbisesidir. Hava ve topraktan aldığı tüm gıdanın, dallarının en ucundaki meyveye kadar ulaşmasını sağlayan şey, işte o incecik kabuktur. Bir ağaç için kabuğun önemi neyse, bir asker için de disiplinin önemi odur. Çünkü disiplin de askerin elbisesi, üniformasıdır. Ağaç kabuğundan korkar mı ki, asker disiplinden korksun Mustafa? Sustu, başını eğip yere baktı. Yakında o da alışacaktı disipline. Aklıma, yıllar önce Kore’de esir düşen askerlerimizin, zor şartlara rağmen aralarındaki komuta zincirinin kırılmasına izin vermeyişleri geldi. Hiçbir zaman gevşemeyen bu disiplin, hayatta kalmalarını sağlamıştı. Hasta ve yaralılarını kaderlerine terk etmiyor, “Siz kendi sağlığınızı düşünün, güçsüzlerle uğraşmayın!” telkinlerine de kulak asmıyorlardı. “Yemeklerini eşit dağıtıyor, aç gözlülük ya da aslan payı nedir, bilmiyorlardı. Onları birbirine düşürmeye çalışan Çinli kamp komutanına tek kurtuluş yolunun disiplin olduğuna inanan Türk subayının verdiği cevap ilginçti; –Bizden ne istiyorsanız, önce bana söyleyin. Takibini ben yaparım. Beni aradan çıkartabilirsiniz; ama kontrol yine de size geçmez. İdareyi benim bir astım, sonra da onun astı alır. Bu, ortada iki er kalıncaya kadar böyle devam eder. O zaman da emri, kıdemli olan verir. Boşuna uğraşmayın...” (Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinden alınmıştır) Dünyanın hiç bir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. ATATÜRK |
Paylaş |
Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir. |
© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır.
Kullanıcı Sözleşmesi. |