Türk Meclisi |
|
||||||||
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1835 Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10680 Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236 Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 757 Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2060 Haber bulunmaktadır. |
|
Okuyucularımıza Sunduğumuz Temel Bilgiler | |
KANLARIMIZ BAYRAK OLSUN | |
KANLARIMIZ BAYRAK OLSUN Ey Mavi göklerin Beyaz ve kızıl süsü Kız kardeşimin gelinliği Şehidimin son örtüsü Işık ışık, dalga dalga bayrağım Senin destanını okudum Senin destanını Yazacağım... (Arif Nihat ASYA) BEREKET YAĞIYOR Çocukken altından geçmeye korktuğumuz gökkuşağının renklerine bakıp hayal kuruyordu... Fotoğrafı Gürbüz Beye verirken yüzüne bakmadım. Elini gördüm sadece. Titriyordu! İki kenarından özenle tuttu. Kutsal bir emanete dokunur gibi hareket ediyordu. Ne büyük elleri vardı. Avucunun ortasındaki nasırlar fotoğrafın altında kaldı. Parmaklarının üzerindeki beyaz tüyler ışık gibi parladı. Sanki bu el, şehit askerin fotoğrafına bir çerçeve, bir sığınak olmuştu. Onu koruyacak, hep o âbide görüntüsüyle saklayacak canlı bir sığınak, canlı bir siper olmuştu. Dudaklarına doğru götürdü. Öptü mü bilmiyorum! Görmedim! Bakamadım... Kolumdaki saat, tiz sesiyle birkaç kez çaldı. O bana, çocuklarımın babalar günü hediyesiydi. Yıllar önce almışlardı. Harçlıklarını biriktirmiş, tasarruf yapmışlardı. Yanaklarından öperek açmıştım hediye paketini. Saati görünce de şaşırmıştım! Yaşıma pek gitmiyor, spor görünüyordu; ama hiç belli etmeden hemen takmıştım koluma. Yıllardır bana yaşlandığımı hissettirmek için elinden geleni yapıyordu. Zamanlı zamansız ötüp duruyor, yorulmak nedir bilmiyordu. Ona bakarken benim başım dönüyor, o durmuyordu. Bu tik taklar bana, “Zaman geçiyor, vaktini iyi değerlendir Metin!” diyordu. Diyordu demesine de ben ne kadar dinliyordum onu, orası bilinmez! Birden saatin camında çocuklarımın parmak izlerini gördüğümü sandım! Düşündüm; “Zaman, ne eşsiz bir kaynak. Para gibi toplanamaz. Bir madde gibi depolanamaz. İyi ya da kötü, onu harcamak zorundayız. Tekrar ele geçmeyen ve tüketilen en acımasız zenginlik!” Onun farkına varmamak, koca bir ömrü boş yere tüketmek demek! Şoförümüz, radyonun sesini biraz daha açtı. Hoparlörden gelen şarkının sözleri, kulağımın içinden yüreğimin derinliklerine aktı;
“Ömrümüzün son demi, sonbaharı artık Maziye bir bakıver, neler neler bıraktık...” Gürbüz Bey biraz kestirip, dinlenmişti. Şimdi oldukça dinç görünüyordu. Yaşını hiç göstermiyordu bu yaşlı adam. Aşırı bir kilosu da yoktu ve sağlığına dikkat ettiği belliydi. Ben de sağlığım konusunda elimden geldiğince dikkatli davranırdım. Kendisini incelediğimi fark edince gülümsedi: –Hayırdır, daldınız! –Nazar değmesin Gürbüz Bey, çok mutlu ve zinde görünüyorsunuz. Nedir bunun reçetesi? Kaşlarından birini kaldırıp, diğerini indirdi. Ben de denedim, yapamadım. Yine gülümsedi: Bunların reçetesi veya sırrı yok! Mutluyum; çünkü yüreğimin sesini duyabiliyorum. Kimseyle kavgalı değilim. Yaptıklarımı başkaları takdir etsin diye değil, istediğim için yapıyorum. Bana mutluluğu, içimdeki huzur veriyor. Halime de şükretmeyi biliyorum. Mutluluk için, vermeyi bilmek lâzım; ama karşılık beklemeden. Çünkü mutluluk, bir alışveriş değildir! Geçenlerde damadım bir kitap getirdi bana. Okudum, çok etkilendim. O günden beri düşünüyorum. Mutluluk parayla satın alınabilseydi, bütün zenginlerin mutlu olması gerekmez miydi? Ne vereceğini bilmeyenler, sorup dururlar; “Yüzük, kolye, çiçek mi vereceğim?” Elbette ki hayır! “Yüreğindeki armağanları ver; sevgini, neşeni, şefkatini, affediciliğini… Aklındaki armağanları ver; rüyâlarını, fikirlerini, yeteneklerini… Ruhundaki armağanları ver; huzurunu, cesaretini, güzel sözlerini ve tebessümünü…” Bütün bunları verirken sana, “İyi insan!” demelerini de bekleme. İçinden geldiği, vermeyi istediğin için ver. Kendimize acımayı bırakalım. Çünkü hiç bir şey için geç değildir. Mutluluk için niye gecikmiş olalım? Her neredeysek, orada ve o dakikada yeniden başlayalım. Bir şeye çabuk ulaşınca, değeri az olur. En azından biz öyle olduğunu düşünürüz! Bu yüzden melekler mutluluğu saklamaya karar vermişler. Öneriler gelmiş. “En yüksek dağın tepesine, yerin yedi kat dibine ya da okyanusun en derinlerine mi koysak?” demişler. İçlerinden biri, gülümsemiş; “İnsanlar, dağları, okyanusları, yerin yedi kat dibini keşfedecek akla sahip. Her nedense bu zekâyı, kendilerini keşfetmek, tanımak için kullanmıyorlar. Mutluluğu onların yüreklerine gömelim, nasıl olsa oraya bakmayı akıl etmeyeceklerdir.” Sevgi, ne sonsuz dağların zirvelerindedir, Ne de gizlenmiştir denizin maviliklerine, Gökyüzünde bir yerlerde de bulunmaz sevgi, Sevgi bize en yakın yerdedir, yüreğimizde... Öyle güzel anlatıyordu ki, ağzımız açık, dinliyorduk. Hırkasının yakalarını düzeltip devam etti: –Her şeyden önce, öyle olur olmaz şeyleri büyütmem. Kendimi her şeye üzmem. Düzenli bir uyku alışkanlığım vardır. Güne mümkün olduğunca erken başlarım. Böylece kendimi zamandan kazanmış hissederim. Abur cuburdan hoşlanmam. Yediklerime dikkat eder, aşırıya kaçmam. Çay ve kahveyi severim; ama çok içmem çünkü böbrekleri yorar. Ben daha çok su içerim. Bir yaştan sonra insan; una, tuza, şekere, yağa dikkat etmeli. Eti hiç aramam, sebze gibisi var mı? Hazır yiyecekleri de sevmem. Tıka basa yiyip, tok kalkmam sofradan. Öğün atlamam, akşamları da hafif şeyler tercih ederim. “Can boğazdan gelir!” deyip, saldırmamalı yemeğe. Sigara ve içkiyi de zamanında içtim; ama nicedir koymuyorum ağzıma. Batan güneş için ağlamayın, yeniden doğduğunda ne yapacağınıza karar verin. D. CARNEGİE Kolay mı hiç? Yokuş çıkamaz, merdiven tırmanamaz olmuştum. İki adım yürüsem nefes nefese kalırdım. Sabahları uyandığımda ağzımda zehir gibi bir tat bulurdum. Baktım ki olmuyor, iyiden iyiye etkiliyor hayatımı, bir gün yırtıp attım sigara paketini. Günde içtiği iki paket sigara yüzünden ayağı kesilen arkadaşımı görmem de etkili olmuştur belki! O gün bu gündür rahatım yerinde. Delikanlı gibi hissediyorum. Yazık olmuş heba bunca yılıma. Hem parama hem de sağlığıma acımamışım. Şimdi utanmasam, mahalledeki gençlerle top peşinde koşacağım. Delikanlı atıldı: “Gürbüz Amca, tam sana göre bir fıkram var, anlatayım mı?” dedi. Yaşlı adam başıyla onaylayınca anlattı: –Adamın biri doktora gitmiş. “Acaba bir yirmi yıl daha yaşar mıyım?” demiş. Doktor: “İçki, sigara içer misin? Çapkınlık yapar mısın?” diye sormuş. Adam da; “Asla!” diye cevap verince, doktor kaşlarını sizin gibi çatmış ve adama kötü kötü bakmış: “Öyleyse ne diye yirmi yıl daha yaşamak istiyorsun be adam?” Bizim ihtiyar, Mustafa’nın şaka yaptığını biliyordu. Gülümsedi. Uzanıp onun yanaklarını sıktı. Sonra yine yaslandı arkasına. Yol kısalıyordu artık. Ömürlerimiz gibi tüketiyorduk onu da. Beyaz, sarı, mavi, siyah, kırmızı, yeşil arabalar geçiyor, içlerinde insanlar oturuyordu. Hayalleri, umutları olan insanlar. Dertli, mutlu insanlar. Hepsinin de ayrı ayrı hikâyeleri vardı. Kiminin ağladığına kimi gülüyor, kimi, iş arıyor, bulamıyor kimi de buluyor, beğenmiyordu! Kimi, para, pul, şan, şöhret peşindeydi! Ki mi de sadece ekmek! Kimi hazırdan yiyordu, kimi de hazıra dağ dayanır mı diyordu! Hayat bir tuhaftı. Birbirimize özeniyorduk; ama herkes sonuçta yine kendisi olmak istiyordu. Herhalde kendimizi beğenmesek; hayat, çekilmez bir hapishane olurdu. “Aklı pazara çıkarmışlar, herkes kendisininkini almış!”ya aynı o hesap! Boynum uyuşup sızlamaya başladı. Biraz ovuşturdum. Biz, şu sandalyede, koltukta oturmayı bir türlü beceremiyorduk. Dik oturmak yerine kaykılıp duruyorduk. Oysa onun da kendine göre bir usulü, adabı vardı. Atalarımız sırt ya da boyun ağrısı çekmeden nasıl saatlerce at üstünde yol alıyorlardı acaba! Dikkatsizce eğilip kalkmaktan ya da ağır bir şey kaldırırken oralı olmamaktan dolayı hem acı çekiyor hem de avuç avuç muayene ücreti ödüyorduk! Bunca mesafe hızla azalıyordu. Pencereden baktım. Tarlasında çalışan köylüleri gördüm. Çiselemeye başlayan yağmur otobüsün camlarına vurdu. Belki bir yerden sıçramıştır, diye düşündüm; ama artarak devam etti. Kaptan silecekleri çalıştırdı. Bu gıcırtıyı oldum olası sevmem, huylanırım! Yine öyle oldu. Kulaklarımı ellerimle kapattım. Yağmur arttıkça ses azaldı. Oysa güneş yerli yerindeydi. Batmasına çok vardı daha! Ortada bulut falan da görünmüyordu. Yaz yağmuru ne güzel oluyor. Sanki gökyüzünden beyaz inci taneleri süzülüyordu. Bu inciler, kırları, tepeleri küçük dudaklarıyla minik minik öpüyor, bereket dağıtıyordu. Mustafa’nın omzu, omzuma dokundu: –Bereket yağıyor Metin Ağabey, rahmet yağıyor. Delikanlı sanki aklımdan geçenleri okumuştu. Başımı pencereden çevirmeden konuştum: –Bu yağmurda yürümek, ıslanmak isterdim Mustafa. Topraklarımızı yıkadığı gibi belki, içimizdeki kötülükleri de yıkar, temizlerdi bizi! –Senin içinde temizlenecek ne kötülük var Metin Ağabey? Eğer temizleyecekse iyilikten, sevgiden nasibini alamamışları temizlesin. Sevgi saygı bilmeyen nice insan var. Onların kirli gönüllerini, lekeli alınlarını temizlesin. –Bu yağmur olmasa, toprağın altındaki özleri sabırla bulup beslemese, aç kalırdık Mustafa. Bu yağmur olmasa, isli gaz lambalarına muhtaç olurduk. Bu yağmur dolduruyor göllerimizi, barajlarımızı. Bu yağmur sayesinde Üretilen elektrikle ders çalışıyor çocuklarımız. Doktorlar ameliyat yapıyor, işçiler geceyi gündüze katıyor. Elektrik kullanılmayan yer mi var? Yokluğu karanlık demek. Gelecekten uzaklaşmak demek. Nermin Hanım sırtını koltuğuna yaslamış, yaz yağmurunu seyrediyor, çocukken altından geçmeye korktuğumuz gökkuşağının renklerine bakıp hayâl kuruyordu. Yağmur azalınca bize döndü: –O bahsettiğiniz gaz lambalarının dans eden ışıklarında çok ders çalıştım Metin Bey. Elektrik bir nimet, bir milli servet. Öğrencilerime hep şöyle öneririm. Elinizdekinin kıymetini bilmek için kendinizi bir süre ondan mahrum edin. Mesela bir gün eve gittiğinizde elektrik yokmuş gibi düşünün. Televizyon seyretmeyin, radyoyu açmayın. Mustafa belli belirsiz söylendi: –Maç varsa ne olacak? Nermin Hanım duymadı bu cümleyi ve devam etti: –Buzdolabını kullanmayın, lambaları yakmayın. Ne kadar zor değil mi? Ara sıra kesildiğinde bile elimiz ayağımıza dolanıyor. Mum ışığının romantik ortamı kısa sürüyor. Aydınlık istiyor insan, ferahlık istiyor. Bu millî serveti de diğerleri gibi tasarruflu kullanmalıyız. Onca baraj, dişimizden, tırnağımızdan artırdıklarımızla yapılmıyor mu? Alın terimizle kazandığımız helâl paralardan, kuruşu kuruşuna ödediğimiz vergilerden yapılmıyor mu? İş elektrikle de bitmiyor ki! Tasarrufun şekli, adı, yöntemi mi olur? Haklıydı! Gözlerimin önünde Atatürk’ün Ege Vapuru ile Mersin’e gidişini anlatan hatıra belirdi. Dönüşlerinde Fethiye’de durup, kasabada şenlik yapan halkın eğlencesine katılmışlar. Gemilerden atılan havai fişeklerle halka karşılık vermişler. Kendisine eşlik eden Zafer Torpidosu’nda bulunan Gazi, donanmanın şenliklerini izlerken, yanındakilerden biri gemi komutanına, bir torpil atmasını söylemiş. Komutan da “Hay hay efendim, yalnız bir torpilin değeri elli bir liradır!” diye onu uyarmış. Konuşmaları duyan Mustafa Kemal, “Vazgeçin torpilden. Bu millet o kadar zengin değildir.” demiş ve gemi komutanına dönerek onun tasarruf anlayışını kutlamış, iltifatlarda bulunmuş. Gemi ve torpil aklımda başka bir manzarayı daha canlandırmıştı. “Kurtuluş Savaşımızda işgalciler, Mondros gereği Deniz Kuvvetlerimize el koymuş, donanmayı Haliç’e hapsetmiş. Bu gemiler arasında geleceğin efsanesi bir muhrip de varmış; Muavenet-i Milliye. Bugünkü Çanakkale anıtının bulunduğu Morto Koyu’nda mevzilenmiş iki İngiliz zırhlısı açtığı ateşle birliklerimize çok zarar veriyormuş ve onlardan kurtulmak şartmış. Yüzbaşı Ahmet Saffet Bey komutasındaki Muavenet, 12 Mayıs 1915 akşamı demir almış. Bütün ışıklarını söndürerek, mayınlar arasında kıvrıla kıvrıla, bir hayalet gibi boğazda süzülüp hedefine ulaşmış. Aynı anda zırhlıları koruyan muhripler Muaveneti fark etmişler. Biri ışıldakla parola sormuş. Her şey üç beş saniyede olup bitecekken Ahmet Saffet Bey, vakit kazanmak için ışıldakçısına, çabuk sen de parola sor demiş. Işıldakçı, İngilizlere parola sorarken üç torpido zırhlılara çoktan hediye edilmiş bile. Yüzyıl gibi süren ölümcül saniyeler geçmiş, dev gibi gemi, 570 mürettebatı ile boğazın soğuk sularına gömülmüş... ” Hatıralara dalıp gitmişken, yağmurun dindiğini fark edemedim. Şimdi dışarıda, toprak kim bilir ne güzel kokuyordu. Güneş ıslak asfaltı kurutmaya başlamıştı bile. Nermin Hanımın heyecanı ise dinmemişti. Dudaklarını nemlendirip, gözlüğünü düzelttikten sonra daha da yumuşadı sesi: –Öğretmenliğimin ilk yıllarıydı. Canla başla çalışıyordum. Bir köy okulunda tek öğretmendim. Kış günüydü. Her yer diz boyu kar. Köy halkı yaz aylarında istiflediği odun ve tezeklerden getirirdi okula. Sobanın etrafında soğuktan tebeşiri tutamayan ellerimi ısıtır öyle ders anlatırdım. Yine de şanslıydık. Elektrik vardı. Geceleri radyo dinler, oyalanırdım. Çok sevdiğim bir öğrencimi hatırlarım. Adı Nihan. Biz onu çiçek diye çağırırdık. Çünkü çiçek gibi güzel bir kızdı. Kıpır kıpırdı, hiç yerinde duramazdı. “Okullar okuyacağım, doktor olacağım.” derdi. Derslerine çalışır, ödevlerini aksatmazdı. Bir sabah gelmedi. Kötü haber çabuk yayılırmış. Elektrik çarpıp yere vurmuş onu. Çok ağırmış. Hemen koştum evine. Simsiyah olmuş küçük ellerini tuttum. Konuşamıyordu. Gözleri; “Kurtarın beni, yaşamak istiyorum!” der gibi bakıyordu. Kurtaramadık. Sonradan öğrendim ki, babası zahmetli işlerden hoşlanmazmış. Bir kablo atıp kaçak elektrik çekmiş. Kuyusu donmasın ister, bütün suyu bununla ısıtırmış. Hayvanlar üşümesin diye ahırına koca karyola bağlar, onu elektrikli soba yaparmış. Delikanlı üzülerek başını iki yana salladı –Ne diyeyim, Allah akıl versin ona! –O sabah Nihan kız, basıvermiş kablolara yanmış, kavrulmuş. Doktor olamadı çiçeğim. Okullar okuyamadı. Ama vaktinden önce kanatlanıp uçtu. Babası onu unutabildi mi, bilmiyorum! Ben unutamadım! Hâlâ ısıtıyor mu kuyunun suyunu, onu da bilmiyorum! Esrar, eroin, silah kaçırmakla, devletten elektrik, su, toprak ya da vergi kaçırmanın ne farkı var. Hepsi de kaçakçılık. Hem suç, hem günah, hem de büyük vicdansızlık. Gürbüz Bey başını öne doğru uzattı. Sakin bir tavırla tane tane konuştu: –Hainlik sadece vatanın sırlarını satmakla olmaz! İşte bu da bir çeşit vatan hainliği. Her insanın başına bir polis, bir jandarma mı dikeceksin? İnsan vicdanlı olmalı. O vicdan gösterir bize doğruyu eğriyi. İyi insan, dürüst insan böyle hırsızlıklara kalkışmaz. Sahtekârlığın büyüğü, küçüğü mü olurmuş! Kim hayrını görmüş böyle hırsızlıkların! Dürüst olalım dürüst, adam gibi adam olalım. Yaşlı adam yine işin özünü söylemişti. Ben de meslekte kaldığım uzun yıllar boyunca çok insan tanımıştım. Görevini iyi ve tam yapanlar hep dürüst olanlardı. Yalan söylemiyor, kendilerini olduklarından farklı göstermiyorlardı. Ceza korkuları ya da çıkar düşünceleri yoktu. Doğru neyse onu yapıyor, başkasının kontrolüne ihtiyaç duymuyorlardı. Ben de zaman zaman kendime kızar, yeni yeni kararlar alırdım. Bir gün benim gibi hatalarından bıkan ve pek çok işte dikiş tutturamayan arkadaşım Ömer Bey de; “Yeni bir hayata başlıyorum, bundan sonra değişeceğim!” diyerek, altını imzaladığı bir kâğıdı uzatmıştı bana. Yazdıklarını uygulayabiliyor mu acaba? Şunları okumuştum: |
Paylaş |
Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir. |
© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır.
Kullanıcı Sözleşmesi. |