Türk mitolojisinde
önemli bir rol oynayan efsanevi bir dişi kurttur. Eski Türklerin en mühim hükümdarlarının mensubu olduğu Aşina, Zena, Asen veya Şunnu adı verilen sülale, efsaneye göre bu dişi kurttan türemiştir. Aslı Açina kelimesinden gelmektedir, zamanla dilimizde değişime uğrayarak asena haline gelmiştir.
BOZKURT DESTANI :
Türklerin ilk ataları Batı Denizi`nin batı kıyısında otururlardı. Türkler Lin adlı bir ülkenin ordularınca yenilgiye uğratıldılar. Düşman çerileri bütün Türkler`i erkek-kadın, küçük büyük demeden öldürdüler. 10 yaşlarında bir oğlan sağ kaldı geriye. Dişi bozkurt çıktı ve çocuğu dişleriyle ensesinden kavrayarak kaçırdı. Altay Dağlarında izi bulunmaz, ıssız ve her tarafı yüksek dağlarla çevrili bir mağaraya götürdü. Mağaranın içinde büyük bir ova vardı. Ova, baştan ayağa ot ve çayırlarla kaplıydı. Dört bir yanı sarp dağlarla çevrili idi. Bozkurt burada çocuğun yaralarını yalayıp tımar etti, iyileştirdi. Onu sütüyle, avladığı hayvanların etiyle besledi, büyüttü. Sonunda çocuk büyüdü, ergenlik çağına girdi ve bozkurt ile yaşayan son Türk eri evlendiler. Bu evlilikten 10 çocuk doğdu. Çocuklar büyüdüler, dışarıdan kızlarla evlenerek ürediler. Türkler çoğaldılar ve çevreye yayıldılar, ordular kurup Lin ülkesine saldırdılar ve atalarının öcünü aldılar. Yeni bir devlet kurdular, dört bir yana yeniden egemen oldular. Türk kağanları atalarının anısına otağlarının önünde hep kurt başlı sancak dalgalandırdılar. Bu efsanenin son bölümü Ergenekon Destanı’dır. Ergenekon Türklerin Orta Asya`daki efsanevi anayurdu. Ergenekon Destanı`nda tasvir edilir. Yalçın dağlarla çevrili, mümbit bir ova olduğuna inanılır. Efsaneye göre, Ergenekon`u çevreleyen dağlarda zengin demir filizleri bulunmalıdır. Zira Türkler bu demir madenlerini işlemişler ve sonunda madenleri eriterek açtıkları yoldan Ergenekon`u terk etmişlerdir.
ERGENEKON DESTANI :
Göktürkler`in türeyişini anlatan bir Türk destanıdır. Genel olarak, düşman tarafından hile ile yenilgiye uğratılan Türklerin, Ergenekon Ovası`nda yeniden türeyip tekrar eski yurtlarına dönerek düşmanlarıyla çarpışmalarını anlatır.
Türk illerinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk`e boyun eğmeyen bir yer yoktu. Bu durum yabancı kavimleri kıskandırıyordu. Yabancı kavimler birleştiler, Türkler`in üzerine yürüdüler. Bunun üzerine Türkler çadırlarını, sürülerini bir araya topladılar; çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince vuruşma da başladı. On gün savaştılar. Sonuçta Türkler üstün geldi.
Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin hanları, beyleri av yerinde toplanıp konuştular. Dediler ki: "Türklere hile yapmazsak halimiz yaman olur"
Tan ağaranda, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Türkler, "Bunların gücü tükendi, kaçıyorlar" deyip artlarına düştüler. Düşman, Türkler`i görünce birden döndü. Vuruşma başladı. Türkler yenildi. Düşman, Türkleri öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını, mallarını öyle bir yağmaladılar ki tek kara kıl çadır bile kalmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler, küçükleri tutsak ettiler.
O çağda Türkler`in başında İl Kağan vardı. İl Kağan`ın da birçok oğlu vardı. Ancak, bu savaşta biri dışında tüm çocukları öldü. Kayı (Kayan) adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Kağan`ın bir de Tokuz Oguz (Dokuz Oğuz) adlı bir yeğeni vardı; o da sağ kalmıştı. Kayı ile Tokuz Oguz tutsak olmuşlardı. On gün sonra ikisi de eşlerini aldılar, atlarına atlayarak kaçtılar. Türk yurduna döndüler. Burada düşmandan kaçıp gelen develer, atlar, öküzler, koyunlar buldular. Oturup düşündüler: "Dört bir yan düşman dolu; Dağların içinde kişi yolu düşmez bir yer izleyip yurt tutalım, oturalım." Sürülerini alıp dağa doğru göç ettiler.
Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine sarp bir yoldu ki deve olsun, at olsun güçlükle yürürdü; ayağını yanlış yere bassa, yuvarlanıp paramparça olurdu.
Türkler`in vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, yemişler, avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, Tanrı`ya şükrettiler. Kışın hayvanlarının etini yediler, yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye Ergenekon dediler.
Zaman geçti, çağlar aktı; Kayı ile Tokuz Oguz`un birçok çocukları oldu. Kayı`nın çok çocuğu oldu, Tokuz Oguz`un daha az oldu. Kayı`dan olma çocuklara Kayat dediler. Tokuz`dan olma çocukların bir bölümüne Tokuzlar dediler, bir bölümüne de Türülken. Yıllar yılı bu iki yiğidin çocukları Ergenekon`da kaldılar; çoğaldılar, çoğaldılar, çoğaldılar. Aradan dört yüz yıl geçti.
Dört yüz yıl sonra kendileri ve süreleri o denli çoğaldı ki Ergenekon`a sığamaz oldular. Çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki: "Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtla varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım. Göçüp Ergenekon`dan çıkalım. Ergenekon dışında kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım.
Türkler, kurultayın bu kararı üzerine, Ergenekon`dan çıkmak için yol aradılar; bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki: "Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritsek, belki dağ bize geçit verir." Gidip demir madenini gördüler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın altını, üstünü, yanını, yönünü odun-kömürle doldurdular. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere koydular. Odun kömürü ateşleyip körüklediler. Tengri`nin yardımıyla demir dağ kızdı, eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak denli yol oldu.
Sonra gök yeleli bir Bozkurt çıktı ortaya; nereden geldiği bilinmeyen. Bozkurt geldi, Türk`ün önünde dikildi, durdu. Herkes anladı ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti. Ve Türkler, Bozkurt`un önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününde Ergenekon`dan çıktılar.
Türkler o günü, o saati iyi bellediler. Bu kutsal gün, Türklerin bayramı oldu. Her yıl o gün büyük törenler yapılır. Bir parça demir ateşte kızdırılır. Bu demiri önce Türk kağanı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Sonra öteki Türk beyleri de aynı işi yaparak bayramı kutlarlar
Ergenekon`dan çıktıklarında Türklerin kağanı, Kayı Han soyundan gelen Börteçine (Bozkurt) idi. Börteçine bütün illere elçiler gönderdi; Türkler`in Ergenekon`dan çıktıklarını bildirdi. Ta ki, eskisi gibi, bütün iller Türkler`in buyruğu altına girdi.
Bozkurt Destanı ve Ergenekon Destanı, Büyük Türk Destanı`nın bir parçasıdır ve Göktürkler çağını konu alır. Ergenekon Destanı, Bozkurt Destanı`nın ana çizgileri üzerine kurulmuş olup, bu destanın serbestçe genişletilmiş biçimidir. Daha doğrusu Bozkurt Destanı ile kaynağını belirleyen Türk soyu, Ergenekon Destanı ile de gelişip güçlenmesini, yayılış ve büyüyüş dönemlerini anlatmıştır. Çin tarihlerinin de yazmış olduğu Bozkurt Destanı`nın bittiği yerde, Ergenekon Destanı başlar. Bozkurt Destanı`nın devamı, Ergenekon Destanı`dır.
GÖKTÜRKLER
Göktürkler veya Kök-Türkler Orta Asya ve Çin`de yaşamış eski bir Türk toplumuydu. Göktürkler inanç ve düşünce yapılarına göre Göktanrı (Tanrı veya Tengri) tarafından devlet kurma görevinin kendilerine verildiğine inanmakta ve bu doğrultuda hareket etmektedirler. Bu yüzden kendilerini Göktürk olarak tanımlamışlardırlar. Türk adı ilk kez Göktürkler dönemine ait Orhun Yazıtları`nda geçmektedir.
"Türk" adını siyasi olarak kullanılan ilk Türk devletidir. Devletin ilk önderi Bumin Kağan`dır. Bumin Kağan`ın kardeşi İstemi Yabgu ülkenin batı kanadını yönetti. Göktürkler komşuları olan Çin, Sasani (İran)ve Bizans ile askeri, siyasi ve ekonomik ilişkiler kurdular. Doğu Göktürk Devleti 630 yılında, Batı Göktürk Devleti ise 659 yılında, Çin yönetimi altına girdiler.
Çin yazılı kaynaklarına göre (550-557 yılı), Göktürklerin kökleri Orta Asya Hunlar`dan gelir. Göktürklerde hükümdar soyunun adı yazılı Çin kaynaklarına ve Türk sözlü geleneğine göre Asen (Asena veya Zena)’dir.Bu kaynaklarda Göktürk Kağanlığını kuran Asena veya Zena ailesi kendi tanımlamada dişi bir kurdun soyundan geldiği anlatılmaktadır. Asena/Aşina/Zena/Aşına ailesinin, yalnız bir erkek çocuk hayatta kalmak üzere, katliama uğramış olduğu söylencesinde Göktürklerin erken tarihinde bir soyun topluca kıyımının toplumsal bilinci etkilediği bilinmemektedir.
Bilge Kağan abidesinde bugünkü dille şöyle denmektedir:
Türk Oğuz Beyleri, işitin! Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, ilini töreni kim bozabilir.
Ey Türk Milleti! Kendine dön. Seni yükseltmiş Bilge Kağanı’na, hür ve müstakil ülkene karşı hata ettin, kötü duruma düşürdün.
Milletin adı, sanı yok olmasın diye, Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Kardeşim Kül Tigin ve iki Şad ile ölesiye bitesiye çalıştım.
Bu kağanlık sadece Asya tarihini değil Türk siyasi tarihini ve aydınlatan anıtlar bıraktı, Orhun yazıtları. Göktürkler`in Göktanrı olarak adlandırılan bir inanca sahip oldukları tarih araştırmacıları tarafından dile getirilmektedir. Orhun yazıtları bu görüşü doğrulamaktadır. Müslüman olmadan önce tarihte ilk kez Türk adını devlet adı olarak kullanmış Göktürklerin dini Göktanrı diniydi.
Göktürk Devletinin doğu kanadını yöneten İşbara`nın Bizans elçisine vermiş olduğu bazı cevaplar:
Size bağlı kalacak, haraç verecek kıymetli atlar hediye edeceğim. Fakat dilimizi değiştiremem. Dalgalanan saçlarımı sizinkine benzetemem. Halkıma Çin giysileri giydiremem. Adetlerimizi, kanunlarımızı değiştiremem. İmkan yoktur. Çünkü bu bakımlardan milletim fevkalade hassastır, adeta çarpan tek bir kalp gibidir.
O Romalılar siz değil misiniz ki on dille konuşursunuz ve herkesi aldatırsınız? Siz Romalılar niçin bizim elçilerimizi Kafkaslar üzerinden Bizans`a götürüyorsunuz ve Roma`ya gidilecek başka yol yoktur diyorsunuz? Yani biz, yollar geçilmez, her taraf arızalı, dağlık taşlık zannedelim de Roma İmparatorluğuna hücum etmeyelim mi? Böyle düşüneceğimizi mi sanıyorsunuz? Fakat biz Dinyeper nehrinin nerede bulunduğunu, Tuna`nın nereye aktığını iyi biliriz.
KÜRŞAD
Kür Şad, eski Göktürk Çuluk`un küçük oğludur. Kendisi Çin ile yapılan bir savaş sırasında esir düşmüştür. 40 arkadaşıyla birlikte Çin İmparatorunu kaçırmak ve böylece esaret altındaki Türklerin kurtarılmasını amaçlamaktadır. Çin İmparatorunun gezmeye çıktığı günlerden bir gün Kür-Şad ve arkadaşları İmparatoru beklerken bir aksilik olur ve İmparator dışarı çıkmaz. Operasyon o gün yapılmak zorundadır; çünkü eğer ertelerlerse o gün yerlerinde olmadıkları anlaşılacak ve daha fazla Türk bundan zarar görecektir. Sonuçta operasyon büyük bir kararlılıkla başlar ve Kür Şad’la birlikte 40 arkadaş büyük orduya karşı var gücüyle savaşır. Vey ırmağı kıyısında ordu tarafından kıstırılan 40 Türkün hepsi burada canlarını verir... Kürşad ölmüş fakat yenilmemiştir... Çünkü Kür-Şad bu ayaklanmadan sonraki ayaklanmalara örnek olmuş ve kısa bir süre sonra Türklerin esaretten kurtulmalarına vesile olmuştur.. Hüseyin Nihal Atsız `ın, Bozkurtların Ölümü isimli eserine konu olan bu hikâyede, olay güzel bir şekilde anlatılmaktadır. İki erin ölümü ile sonuçlanan Vey Nehri`nin oradaki karşıya geçme çabası, Kurt-Kaya adlı erin elini çözerek 76 kişiyi kurtarması ile hep karıştırılır.
Orhun abidelerinin yazıldığı Göktürk alfabesi 38 harflidir. Türklerin milli alfabesi olan bu yazı sisteminde 4 sesli, 9 birleşik, 25 de sessiz harf bulunmaktadır. Kelimeler birbirinden iki noktayla ayrılır. Türklerin İslam dinini kabulünden önce yazılan Orhun abideleri, muhteva olarak Türk tarihi ve kültürü bakımından önemlidir. Abidelerde; Türklerin yabancıların siyasetine alet olduğu zamanlarda bozulduğu, devlet kademelerinde bilgili ve ehil olmayan kadronun iş başına getirildiği zaman idare mekanizmasının iyi çalışmayıp, ahalide hoşnutsuzluk görüldüğü, yabancı kültürünün Türk birliğini zedeleyip, şahsiyetini kaybettirdiği, hitabet sanatına uygun bir anlatımla verilmiştir. Türk milletinin en zor şartlarda bile içinden kuvvetli şahsiyetler çıkıp, ülkeyi kurtarıp, devleti yeniden kurup, güçlendirdiği anlatılan abidelerde, devlet tecrübesi yanında Türklüğün, istiklal fikrine yer verilmiştir. Ayrıca bu, kağanların millete hesap vermesidir.
KÖROĞLU DESTANI: Kahramanı Ruşen Ali`nin ve babası Koca(Seyis) Yusuf`un Bolu Beyi ile olan mücadelelerini ele alır. Kahramanı 16yy. da yaşamış halk ozanı Köroğlu`dur.
DEDE KORKUT: Bazı rivayetler İshak Peygamberin soyundan olduğunu söyler. 9. ila 11. yüzyıllarda Türkistan`ın Aral gölü bölgesinde Sir-Derya nehrinin Aral Gölüne döküldüğü yerde doğduğu, Ürgeç Dede adında bir oğlu olduğu ve bu bölgelerde hüküm süren Türk hakanlarına danışmanlık yaptığı destanlarından anlaşılmaktadır. 570-632 yılları arasında (Muhammed zamanında) yaşadığı da rivayet edilir. Kıpçakların Oğuz Türkleriyle yaptığı mücadeleler Dede Korkut Hikayeleri`nin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Korkut kelimesinin “kork-” fiil kökünden türemiş olma ihtimalinin yanı sıra Arapça kökenli olup elçi manasına gelmesi de mümkündür. Her iki ihtimalde de Korkut kelimesinin bir lakap, bir unvan olduğu görülmektedir. Dede kelimesinin ise ata manasında kullanıldığı tahmin edilmektedir. Fakat destanlarda daha çok halk arasında büyük hürmet ve kutsallık kazanmış halk bilgini anlamında kullanılmıştır
Dede Korkut`un gerçek ismi, hayatı, yaşadığı çağ ve coğrafyayı kesin olarak aydınlatmak eldeki kaynaklar ve rivayet ile mümkün değildir. Destanlardan çıkarılabildiği kadarıyla ise Dede Korkut iki ayrı kişilik olarak ön plana çıkar: Kutsal kişiliği ve Bilge kişiliği
Başka kaynaklarda devlet adamı kişiliğinin de bulunduğu belirtilmektedir. Dede Korkut`un çok kişilikli olarak karşımıza çıkması farklı zaman, hatta farklı mekânda yaşamış benzer şahsiyetlerin destanlarda tek isim altında toplanmış olabileceğini düşündürse de bu kişiliklerin halkın eklentisi olma ihtimali de vardır.
Dede Korkut hikâyeleri Danişmandene-Anadolu`nun fethini ve bu mücadelenin kahramanlarını anlatan, 12. yüzyılda sözlü olarak şekillenen 13. yüzyılda yazıya geçirilen İslâmî Türk destanlarındandır. Danişmendnâme`de hikâye edilen olayların tarihi gerçeklere uygunluğu, kahramanlarının yaşamış Türk beyleri olmalarından, Anadolu coğrafyasının gerçek isimleriyle anılmasından dolayı uzun süre tarih kitabı olarak nitelendirilmiştir. Köroğlu metni destan adıyla anılmakla ve bazı destanî niteliklere de sahib olmakla birlikte XX. yüzyılda Anadolu`dan derlenen örnekleri daha çok halk hikâyesi geleneğine yakındır. Anadolu`da hikâyeci âşıklar tarafından 24 kol halinde anlatılır.
DANİŞMENDNAME : Anadolu’nun Müslüman-Türklerin hakimiyetine girmesi hakkında yazılmış halk destanı. Danişmend Gazi ve Melik Gazi’nin kahramanlıklarını, gazalarını anlatan, Battalname tarzında yazılmış olan Danişmendname’nin ne zaman ve kimin tarafından yazıldığı kesin olarak bilinmemektedir.
KAÇAK YUSUF DESTANI : Karapapakların sözlü anlatı sanatının örneklerinden birisidir. Halk arasında toylarda, toplantılarda halk ozanları bu destanı anlatırlarmış. Eğer toplulukta Kaçak Yusuf`un akrabaları varsa, Kaçak Yusuf`un ölümünü anlatan kısmı okumadan destanı bitirirlermiş.
Destan Bakü`de yayın yapan edebi eserler Neşir evi tarafından Azerice ve kiril alfabesi ile basılmış ve bugünkü Türkçeye çevirisi de kitap olarak Mehmet Hacaloğlu ve Tolga Kağan Önder tarafından hazırlanmıştır.
MANAS DESTANI
: Türk boylarından biri olan Kırgızların milli destanı, dünya edebiyatının da sayılı şaheserlerinden ve en uzunu olan destan, adını, destandaki kahramanlar alır.
Ünlü Türkolog Wilhelm Radloff (1837-1918) Manas Destanı`yla ilgili ilk derlemeyi, Kırgızistan`ın Tokmak şehri güneyindeki Sarı Bağış boyuna mensup bir Manasçıdan 1869`da yaptı. Radloff`un derlediği yedi bölümlük Manas Destanı, toplam 11 bin 454 mısradan oluşuyor. Fakat, Manasçıların okuduğu dize sayısının, 16 bin mısra civarında olduğu belirtiliyor.
Bununla olan maceraları destanca epeyce yer tutar. Destan Radloff`a göre 12452 mısra olup, savaş hengameleri sırasında aşk maceraları, eğlenceler, düğünler, Şamanizm`in etkisi altındaki inançlar, gelenekler, kahinlerin rolleri göze çarpar.
Kırgız Türkleri arasında doğan Manas destanı Kazak-Kırgız Türk kültür dâiresi içinde bugün de bütün canlılığı ile yaşamaktadır. Bu destanın XI ile XII. yüzyıllarda meydana geldiği düşünülmektedir. Destanın kahramanı Manas da, Oğuz Kağan Destanının İslâmî rivayetindeki ve Satuk Buğra Han gibi İslâmiyeti yaymak için mücadele eden bir kahramandır. Böyle olmakla beraber Manas destanında İslâmiyet öncesi Türk kültür, inanç ve kabulle 600.000 beyit ile dünyanın en uzun destanıdır.
Manas, Kırgız kahramanlarındandır. Manas`ın babası Yakup Han`dır. Annesinin adı Çığrıcı`dır. Yakup Han evlendikten on dört sene sonra Manas doğmuştur. Doğumu üzerine civardan gelen elçiler, onun bir kahraman olacağını hemen anlamışlardı.
On yaşına gelince tam bir kahraman oldu. Düşmanlarının üzerine saldırarak perişan etti. Atlarına at erişemiyor, zırhına ok işlemiyordu.
Yakup Han, oğlunun atılganlıklarını, kahramanlıklarını görünce, onu korumak, onunla arkadaşlık etmek üzere, Bakay adında bir kişiyi onun yanına koymuştur. Manas`ın savaştığı düşmanları arasında en kuvvetlisi Gökçedir.
Manas destanı Türk-Bozkır medeniyetinin Kazak-Kırgız dâiresinin kültür belgeseli niteliğindedir.
Bu muhteşem Türk Destanının tamamı 400.000 mısradır. Bir Kırgız destanıdır. Müslüman Kırgızlarla Budist Kalmuklar arasında mücadeleleri anlatır. Bununla beraber Manas Destanının dokuzuncu yüzyılda, Kırgızların Yenisey Kıyılarında devlet kurmağa başladıkları sırada oluşmuş olduğunu ileri süren ilim adamları da vardır.
Manas`ın, tarihte gerçekten var olduğunu gösterir izler görülememiş ise de, Kırgız-Kalmuk mücadelelerinde göz doldurmuş bir Kırgız yiğidinin, belki de bir Kırgız Beyinin adı ve yiğitliği ile bu destana konu olduğunu düşünebiliriz.
Manas Destanı, Kırgızların bir bakıma ansiklopedisi gibidir. Manas Destanında Kırgızların bütün gelenek ve göreneklerini, törelerini, inanışlarını, görüşlerini, başka milletlerle olan ilişkilerini, masallarını ve ahlak anlayışlarını bulmak mümkündür.
Manas Destanının bütününü söyleyenlere Manasçı, bir kısmını söyleyenlere Ircı denilir. Manasçılar, destanı anlatırken kendi zamanlarının etkisi altında kaldıkları olaylar ile kendi duygu ve düşüncelerini de ustaca katmışlardır.
Manas Destanına ilk defa, Kazak-Kırgız yöneticisi olan Rus aslından Franel tesadüf etmiştir. Daha sonra Çokan Velihanof 1856 yılında destanı dinlemiş fakat destanın en uzun parçasını Radloff yazıya geçirerek 1885te yayınlamıştır.
Destanın en önemli bölümlerini Manas, Manas`ın oğlu Semetay, Manas`ın torunu Seytek, Colay ve Töştük`ün hikâyeleri teşkil etmektedir. Colay ve Er Tostuk hikayeleri ile ilgili bölümlerin Colay adında bir Manas`çıdan derlendiği sanılmaktadır.
NAYMAN ANA - Kırgızların Mankurt Destanı’nda mankurtlaştırılmış oğlunu kurtarmaya çalışan ve oğlu tarafından öldürülen kadın.
OĞUZ KAĞAN DESTANI : Türk destanlarından, Hun-Oğuz destanları grubundandır. Oğuz Kağan Destanı`nın beş ayrı yazması vardır. Çağatayca, Farsça ve Uygurca yazmalardaki Oğuz Kağan Destanı; Oğuz boyları, Türk dili, edebiyatı, folkloru, tarihî ve kültürü hakkında bilgi verir. Bu destan günümüz Türkçesine Reşid Rahmeti Arat tarafından çevrilerek, 1936`da yayınlanmıştır. Daha sonra 1970 yılında Milli Eğitim Bakanlığı`nın 1000 Temel Eser dizisine Muharrem Ergin`in açıklayıcı önsözü ile Uygurca metin de eklenerek tekrar yayınlanmıştır.
SALTUKNAME DESTANI : XIII. yüzyıl alp-erenlerinden olan ve Rumeli’ni Türkleşmesinde büyük rolü bulunan Sarı Saltuk`un efsanevi hayatını anlatan Anadolu Türk destanlarından biridir. Eserde, Sarı Saltuk`un menkıbelerinin yanı sıra, dönemin önemli kişilerinin menkıbeleri ve bu kişilerin Sarı Saltuk ile olan münasebetleri de anlatılmaktadır.
Fatih Sultan Mehmet`in kardeşi Cem`in (sonradan Cem Sultan ismiyle tarihe geçecektir) şehzadeliği esnasında verdiği talimat üzerine Ebülhayr Rumi tarafından kaleme alınan Saltukname yedi senelik bir çalışma sonucunda Türk sözlü geleneğinden toplanarak 1480 yılında tamamlanmış ve kitaplaştırılmıştır. Ayrıca yazıya geçirilmiş ilk Nasrettin Hoca hikayesini içermektedir. Saltukname yeni Türk harfleriyle tam metin olarak yayıma Şükrü Halûk Akalın tarafından hazırlanmıştır. Bu çalışma 1987-1990 yıllarında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından üç cilt olarak yayımlanmıştır.
Sarı Saltuk; Saltukname halk efsanesinin kahramanı olan, Anadolu ve Rumeli`nin fethi sırasında önemli rol oynadığı rivayet edilerek efsaneleşmiş bir evliya`dır. Efsanevi şahsiyet kimliğini daha yaşarken elde ettiği söylenmektedir. Hayatını anlatan Saltukname Destanı, bu 13. yüzyıl Alperen inin savaşlarını ve çeşitli kerametlerini konu almaktadır.
Sarı Saltuk`un Anadolu ve Balkanlar`da çok sayıda türbesi bulunmaktadır. Bu türbelerin bazıları Müslümanların yanı sıra Hıristiyan ahaliler için de ziyaret yeri konumundadır. Saltukname’de Sarı Saltuk`un on iki mezarı olduğu belirtilmektedir. Sarı Saltuk, beylerin ve kralların mezarına sahip çıkmak isteyeceklerini söyleyerek her isteyene verilmek üzere birer tabut hazırlamalarını vasiyet etmiştir. En ünlü Sarı Saltuk türbesi halkının 13. yüzyılda İslamiyet`e geçmesine önayak olduğu rivayet edilen İznik`te bulunmaktadır. Saltukname`nin çeşitli yerlerinde Sarı Saltuk`un yeraltından şifalı sular çıkardığı anlatılmaktadır. Sarı Saltuk hakkında bilgi veren başka önemli kaynak da Evliya Çelebi Seyahatnamesi’dir. Ayrıca, bazı tarih kitaplarında da Sarı Saltuk ile ilgili çeşitli bilgiler bulunmaktadır. İslami rivayetlere göre Sarı Saltuk Peygamber neslinden gelen bir er olarak bilinir. Bu erin seceresi bizzat Nakib`ül Eşraflık kayıtlarında geçer.
ŞU DESTANI : M.Ö. 330-M.Ö. 327 yıllarındaki olaylarla bağlantılı olan eski bir Türk destanıdır. Bu tarihlerde Makedonyalı İskender, İran`ı ve Türkistan`ı istilâ etmişti. Bu dönemde Saka hükümdarının adı Şu idi. Bu Destan da Türklerin İskender`le mücadeleleri ve geriye çekilmeleri anlatılmaktadır. Doğuya çekilmeyen 22 ailenin Türkmen adıyla anılmaları ile ilgili sebep açıklayıcı bir efsane de bu destan içinde yer almaktadır.
NOT : Destanlar, Türk Mutfağı ve Türk Mimarisi alanlarında Vikipedi’den özet halinde bilgi toplanarak kaynak kullanılmıştır. Bu bölümlerle ilgili detaylı bilgi için http://tr.wikipedia.org/ adresine bakınız.
Elif ÇELEBİ