Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1832
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10791
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 756
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Okuyucularımıza Sunduğumuz Temel Bilgiler
TANRI DAĞLARI`NA YOLCULUK GÜNLÜĞÜ -3-

Arslanbap’ın denizden yüksekliğinin 1600 metre civarında olduğunu söylediler. Burasının ceviz ormanları ve meyveleriyle meşhur olduğunu ifade ettiler.

                  

Saat 17.00 civarında harekete hazırlandık. Buraya gelmeden önce, “havanın çok soğuk olabileceğini, bu sebepten tedbirli olmamızı” söylemişlerdi. Ama öyle olmadı. Üzerimize giydiğimiz ceket ve kazak bile fazla geldi. Ancak buradan ayrılacağımız zaman havanın soğumaya başladığını hissettik. Yolda, buraya gelirken gördüğüm ancak resimlerini çekmediğim iki mescidin resimlerini çektim.

 

Çeke Mezar köyünde, yol kenarındaki mescidin önünde durduğumuzda, ileride bulunan bir zat bize doğru geldi ve selâm verdi. Mescidin adını sordum. “Kuteybe İbni Müslim” dedi. “Kuteybe İbni Müslim, 7. asırda Hazreti Ömer döneminde, İslâm’ı Orta Asya’ya götürmek üzere, Arabistan’dan buraya gelen zattır” diye ilave etti. Kendisi ile bir resim çektirerek teşekkür ettim. “Rahmat” dedim. Diğer caminin resmini çektiğim sırada adını soracağım kimse bulamadım.

 

Geldiğimiz yolu takip ederek Celalabad’a döndük. Fakülteye yaklaştığımız sırada Numan Eke, arabanın yönünü başka istikamete yöneltti. “Numan Eke, nereye?” dedim, “bizim eve” dedi. İtiraz ettiysek de kabul ettiremedik. Evi, Celalabad’ın büyük çoğunluğunda olduğu gibi “yer evi”. Güzel bir bahçesi var. Geniş bir SÖRÜ yerleştirilmiş. SÖRÜ üzerine oturduk. Hanımı ve çocukları bize “hoş geldiniz” dediler. Biz sadece “çay içip döneriz” diye düşünürken, sofra donatılmaya başladı. “Olmaz, yeni yemek yedik, biliyorsun” dememiz fayda etmedi. İkramlarını kabul edip bir süre oturduk. Burada da resimler çektim. Numan Eke, neşeli ve hoş sohbet birisi. Tam olarak ne dediğimizi tam olarak anlamasak da vakıa bu… Kendisine sık sık “Merhaba Numan Eke” diyorum, o da “Merhaba Ey Şehri Ramazan” diye karşılık veriyor. Tekrar “Merhaba” dedim ve kalktık. Bizi Fakülte önüne bıraktı. Kendisiyle, 24 Mayıs Salı günü, Celalabad yakınındaki bir kasabaya, Suzak’a gitmek üzere anlaştık. “Suzak’ın çok tarihi bir yer olduğunu” söylemişlerdi. Fırsat varken “orayı da aradan çıkarayım” diye düşündüm. Eve geldim. Biraz dinlendim. Amerika’da olan oğlumun bir problemi vardı. Henüz çözemediğini öğrendim.

 

24 Mayıs 2005 Salı

Dersimin sona ermesinden sonra, kararlaştırdığımız gibi, Numan Eke Fakülteye geldi. Okan Hoca, Nermin Hanım ve ben yola koyulduk. Gideceğimiz yer Cebalabad’a çok yakın... Belki 10 km. kadar... Celalabad’ın yaklaşık 200 yıllık bir geçmişi olduğu ancak Suzak’ın tarihinin daha eski olduğu söyleniyor. Zamanında Celababad şehri Suzak’a bağlı bir ilçeymiş. Suzak’a girişte, adı “Suzak Deresi” olan ancak hiç de dereye benzemeyen, büyük bir nehir görünümünde bir akarsu bulunuyor. Üzerindeki köprüyü geçtik. Altımızdan çamur rengi bir su akıyor. Bu dere, zaman zaman taşıyor ve etrafına zarar veriyormuş. Tanrı Dağları’nda eriyen kar suları, zaten yumuşak bir dokuya sahip olan toprağı bu akarsu aracılığıyla ovaya indiriyor ve buradan Özbekistan topraklarına taşıyor. Özbekistan sınırı çok yakın. Oraya da, günü birliğine de olsa, gidip gelmek istiyorum. Ancak, “Türkiye’den gelen bir Türk’ün oraya gitmesi çok riskli… Can güvenliği yok. Şu sıralar, Özbekistan zaten çok karışık” dediklerinden teşebbüs etmiyorum.  Nehir görünümündeki Suzak Deresi’ni geçip merkeze doğru ilerliyoruz. Genişçe bir meydana geldiğimizde burada bizi Lenin Heykeli karşılıyor. Karşı tarafta büyükçe bir park var... Numan Eke, parkı göstererek “park içine Komünizmin ileri gelenlerinin büstleri dizili” dedi. Vakit dar ve gezilecek yer fazla olduğundan gidip bakamadım. Biraz ilerleyip sola döndük. Numan Eke’ye tâbiyiz. Bildiği yerleri gezdiriyor. Yol kenarındaki birkaç satıcıyı geçip, büyük bir camiye varıyoruz. İlk bakışta giriş kapısının üzerindeki işlemeler dikkatimizi çekiyor. Nefis bir işçilikle âyetler yazılmış. İçeri girip camiyi ziyaret ediyoruz. Bir süre duvar ve tavan motiflerini inceliyoruz. Gerek tavan ve gerekse diğer motifler de muhteşem… Mihrabın yanına monte edilmiş minbere dayalı bir asa gördüm. Numan’a “bu ne işe yarıyor” dedim. O da “İmam, Cuma hutbelerini bu asayı tutarak okuyor” dedi. Ben de “nasıl tutuluyorsa, ben öyle tutayım ve sen benim resmimi çek” dedim. O da benim isteğimi yerine getirip resmimi çekti. Cami içindeki işlemelerin bazılarının fotoğraflarını çekiyorum. “Keşke daha iyi kameram olsa” diye de hayıflanıyorum. Caminin yan tarafında tek katlı yeni bir binanın iç dekorasyon işleri yapılıyor. Gayet güzel fayanslar döşenmiş. Motifler işleniyor. Çalışan işçilere selâm verip “bu caminin adı ne?” diye soruyorum. Bilmiyorlar. Nereli olduklarını soruyorum. Özbekistan’dan burada çalışmak üzere gelmişler. “Peki, çalıştığınız bu bina ne olacak” dedim, “Medrese” olacağını söylediler. Bu esnada oradan geçmekte olan birine caminin adını tekrar soruyorum. O da, “Cami Mescid” dedi. Evet, ben de biliyorum “cami, mescid”... Bir başkasına soruyorum. “Suzak Cami Mescidi” diyor. “Her halde bu son kişinin dediği doğrudur” deyip sormaktan vazgeçiyorum. Caminin yakınında bulunan eski bir bina ise hâlen Medrese olarak kullanılıyormuş. Arkadaşlar, bahçede bulunan tuvalete gittiklerinde ben de ana caddeye çıktım ve etrafı incelemeye başladım. Biraz önce önlerinden geçtiğimiz satıcıların arka kısmında büyük bir bina var. Osmanlı Vakıf Külliyelerine benziyor. Önüne doğru gittim. Büyük ana kapı açık... Üzerinde kril alfabesiyle büyükçe yazılmış “KOLHOZ BAZARI” levhası var. Sonra öğrendim ki, Sovyetler döneminde burası bir pazaryeriymiş ve kolhozlardan getirilen ürünler burada pazarlanırmış. İçeri giriyorum. Ana kapıya yakın bir yerde, ellerinde inşaat malzemeleri, 10 kadar 12–15 yaşlarında çocuk sıva harcı hazırlıyorlar. Hepsinin başında namaz takkesi var. Bu takke, burada bir kimlik işareti ve genellikle Özbekler kullanıyor.  Çocuklara selâm verip “ne yaptıklarını” sordum. “Medreseyi tamir ediyoruz” dediler. Gördüğüm kadarıyla kendilerine nezaret eden bir büyükleri de yok... Fotoğraf makinemi göstererek “birlikte fotoğraf çektirelim mi?” dedim. Önce tereddüt ettiler, sonra da hep beraber poz verdik. Sonra oradaki satıcıların, sattıkları mallarla birlikte resimlerini çektim. “Fotoğraftan bize de ver” dediler. Ben de, “bunları kompütere (bilgisayar) yükleyeceğim. E-mailiniz var mı? Size göndereyim” dedim. “Bizim bilgisayarımız yok ki...” dediler ve gülüştük. Bu arada pazaryerinde bulunan ve Kırgızistan’ın gezdiğim her yanında gördüğüm, 1960’ların otobüslerinden birinin bin kaç poz fotoğrafını çektim. Satıcılardan biri “esas pazarın kurulduğu gün burayı göreceksiniz. Çok kalabalık olur” dedi. Bu insanlara veda ederek buradan ayrıldık. Geri dönüp Lenin heykelinin yakınındaki Lüks görünümlü “Cafe’ye gidip çay içelim” dedik. Numan bizi oraya götürdü. Burası “komünizmin şâşâlı döneminde üst düzey bürokratların yemek yiyip çay içtikleri ve sohbet ettikleri bir lokantaymış”. Şimdi sadece kahvehane görevi görüyor. Büyük bir SÖRÜ üzerine oturup bir porselen demlik çay sipariş ettik. Bir süre dinlendik. 2 som ödeme yaptık (75.000 TL= 7,5 YKR). Çay faslını takiben geldiğimiz istikamete, Suzak Deresi’ne yöneldik.  Geçtiğimiz köprü üzerinde arabayı durdurarak resimler çektim. Köprüye geçtikten sonra sağa dönüp, dereye paralel olarak, eski bir mahalle içine girdik. Taksi şoförümüz Numan, önümüzdeki bir bölgeyi göstererek, “buranın adı İt Kışlak” dedi. “İt kışlası ya da İt Köyü” anlamına geliyormuş. “Neden İt Kışlası?” dedim. “Komünizm bu bölgeye geldiğinde, Rus General Frunze burayı askeri kışla olarak kullandığından bu isim verilmiş. Tarihini hatırlamıyorum ama 1860’lı yıllar olabilir” dedi. Numan, biraz ilerleyip, dışarıdan bakıldığında bahçeli bir ev görünümündeki bir bina önünde durdu. Bahçe kapısı kapalı ancak kilitli değil. Numan açtı. Bir bahçe ve içinden şırıl şırıl su akan bir ark... Burası, bölgenin en eski camilerinden biriymiş. Adına da “Medrese” dedi, Numan. Gerçek adını o da bilmiyor. İçeri girdik. Hiç kimse yok...

 

Öğrencilerin ders gördükleri bir mekânda yer minderleri sıralanmış. Abdest için ibrikler var. Namaz kılarken başa giyilen çok sayıda sarık rafa dizilmiş. Mescidin iç ve tavan süslemeleri ve dekorasyonu mükemmel... Görünüşlerinden oldukça eski oldukları anlaşılıyor. Çok ilgimi çeken bir gaz lambası, pencerenin önünde duruyor. Bunun da resmini çekiyorum.

 

Suzak merkezine tekrar döndük. Bu sefer biraz daha içeri gidelim dedik. Bir başka Pazaryerine vardık. Geçtiğimiz günlerde, Özbekistan’daki kanlı katliamdan kaçarak buraya sığınan 600 civarındaki insandan hastalanan bir kısmının Suzak Hastahanesi’nde olduğunu söylediler. “Gidip bir ziyaret edelim” dedik. Numan, hastahanenin yerini biliyor. Hastahane önünde durup arabadan indik. Numan, kapıdaki asker kıyafetli görevliye bizim, “Türkiye’den gelen mihmanlar olduğumuzu, üniversitede hocalık yaptığımızı ve hastaları ziyaret etmek istediğimizi” söyledi. Görevli bir şeyler anlattı. El işaretinden “olmaz’ı” hemen anladık. “Ruhsat yok” demiş görevli. Biraz ısrar etmemize rağmen ziyareti gerçekleştiremeyip dönmek zorunda kaldık. Giderken, hastahaneye tekrar baktım. İkinci kat penceresi önünde bir grup bize bakıyordu. İçim burkuldu.

 

 

Dönüşte Suzak Nehri üzerinde birkaç resim daha çektim. Bu defa köprü ayağına yakın bir yerdeki iki kubbesi olan bir bina dikkatimi çekti. “Numan Eke, bu bina ne binası?” diye sordum. O da “Ruslar döneminde bu bina Rus askerleri için kilise olarak yapılmış ancak onlar gittikten sonra bina Kafe haline getirildi” diye cevap verdi. Tekrar Celalabad’dayız. Ana yol üzeride, Celalabad’a girişte ve çıkışta ilginç bir zafer takı var. Bağımsızlıktan sonra yapılmış. Araçlar altından geçerek şehir merkezine veya merkezden Bişkek, Suzak veya Oş istikametine gidiyor. Evlenen çiftlerin gelip resim çektirdikleri bir yer. Celalabad’a geldiğimin ertesi günü, bahsettiğim düğün merasimi vesilesiyle biz de burada bulunmuş ve resim çektirmiştik. Kırgız kahramanı KURMANBEK anısına yapılmış. Biz de altından geçerek döndük. Yanında bir de KURMANBEK heykeli var.                  

 

Bu akşam Dekan Mehmet Yüce’nin, Türkiye’den gelen arkadaşlar olarak, yemeğine davetliyiz. Güzel bir yemek yedikten, çay içtikten ve sohbet ettikten sonra, kendisine teşekkür ederek ayrıldık.

 

Yaklaşık 5 gündür, Üniversitenin elektrik borcundan dolayı kesik olan elektrik, nihayet bu akşam verildi. Beş gündür karanlıkta olan yurtlar bölgesi aydınlandı.

 

27 Mayıs 2005 Cuma

Bu akşam, Ömer Avcı’nın düğün yemeğine davetliyiz. Dairesi, benim kaldığım da-irenin karşısında... Aynı zamanda benim öğrencim olan gelin hanım, Tatar olduğu için, Tatar Mutfağını da görmüş oldum. Güzel bir ortamdı.

 

Eve döndüğüm sıralardan Amerika’da bulunan ve lisan kursunda olan oğlum Mustafa Asım mesaj göndermiş. Oradaki kurs idaresi benden bir taahhütname istiyormuş. Bu belgeyi tanzim edip acilen göndermem (fakslamam) gerekiyormuş. ABD ile Kırgızistan arasında 11 saat fark var. Gündüz çekmeye kalktığımda orada gece... Faksı buradan gece çekmem gerek. Ancak, şehirde bu mümkün değil… Dekan Beyi arayıp rica ettim. Sağ olsun, benimle gelip fakülteyi açtırdı ve el yazısı ile hazırlamak zorunda kaldığım faks metnini gönderdik. Biraz sonra alındığına dair mesaj aldım. Problemin çözüldüğüne sevinmiştim.

 

Bugün Yunus ve Kırgız başka bir arkadaşla, yakınlarımızda, Bişkek yolu üzerinde olduğunu öğrendiğim “Kıtayski-Çin Pazarı”na gittik. Genellikle elektronik eşya, giyim malzemeleri ve oyuncakların satıldığı bir pazaryeri… Satıcılarının büyük çoğunluğunun Çin kökenli insanlar olduğunu söylediler. Üzeri kapalı ve yeni yapılmış. Buradan kendime bir evrak çantası satın aldım. Dolaşırken bir ara Yunus’a sordum: “ Bir Çin lokantası bulup, Çin mutfağına bir baksak ”… Cevap çok ilginçti: “Hocam, eskiden buralarda Çin lokantaları açılmasına izin verilmiş… Ancak bir süre sonra, civarda köpek sayısı azalmaya başlamış ve ondan sonra da Çinlilerin lokanta açması yasaklandı”.

 

28 Mayıs 2005 Cumartesi

Kırgızistan’dan ayrılmama az bir zaman kaldı. Daha görmek isteyip de göremediğim o kadar çok yer var ki... “Oraları göremeceğimi” aklıma getirdikçe moralim bozuluyor. “Bu bölgeyi hadi nispeten gezdim de, Issık Göl civarı ne olacak? Kazakistan’ı, en azından Almaatı’yı görmeden mi döneceğim?” düşüncesi rahatsızlık veriyor. Haziran başında Manas Üniversitesi tatile giriyor. Türkiye’ye o günlerde gidecek çok sayıda insan olacak. Dönüş biletim var ama “ya istediğim tarihe yer bulamazsam?”. En iyisi gidiş tarihine bu günden karar vermek ve ona göre plân yapmak. Öyle yaptım. Bişkek’teki THY Bürosunda tanıdığı biri olan bir öğrenci bu konuda bana yardımcı oldu. 7 Haziran gecesi için rezervasyon yaptırdı.

 

Önümüzdeki hafta 4 gün dersim var. Hafta sonu, benim için erkene alınan final imtihanlarımı yapacağım. Bunun için sorularımı şimdiden hazırladım. Akşamüzeri şehir merkezine gidip, aile çay bahçesine (aslında bahçe içinde çayhane) oturup, bir demlik şekersiz “kök çay” içtim. Buradan ayrılıp pazaryerine gittim ve ilk defa domates, salatalık ve kiraz aldım. Hepsi çok taze… Bu akşam evde söğüş salata yapacağım.

 

7–9 Haziran günleri, Fakültenin ve Sakarya Üniversitesi’nin ortaklaşa düzenledikleri Sempozyum gerçekleştirilecek. Sakarya Üniversitesi ve diğer Üniversitelerden kalabalık bir öğretim üyesi grubu bekleniyor. Bu vesile ile çeşitli etkinlikler ve mezuniyet töreni plânlanmış. Özellikle mezuniyet törenlerinin “görülmeye değer olduğunu” söylüyorlar. Sakarya grubunun 5 Haziran’da Celalabad’da olacağını öğrendim. “Onlarla görüşür, sempozyumu da beklemeden bir başka yeri daha gezerim” düşüncesindeyim. Prof. Dr. Turan Yazgan hocam da benim kendilerini beklememi arzu ediyor. Ancak, benim Sempozyumun ilk günü buraya veda etmem gerekiyor. “Hocam inşallah bir gün erken gelir de kendisiyle görüştükten sonra ayrılırım” diye düşünüyorum. Kril alfabesini “sökmede” biraz daha mesafe aldım, sanıyorum. Kırgızca konuşmaları da ilk günlere göre daha iyi anlıyorum.

 

2 Haziran 2005 Perşembe

Bugün, hâlen Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde lisansüstü çalışma yapan ve daha önce bu Fakültede görevli Çınara Hanımın babasının vefatı sebebiyle yakın bir köydeki evlerine taziyeye gittik. Babasının vefatını öğrenen Çınara Hanım, Türkiye’den köylerine dönmüş. Bir taksi kiralayarak, biraz da zorlanarak köyü ve cenaze evini bulduk. Evin giriş kısmında, başlarında Kırgız şapkası ve ellerinde havlu bulunan 4 kişi, bizi görür görmez ağıta başladılar. Biz içeri girince ağıt da bitti. Kendileri ile el sıkışarak baş sağlığı dileklerimizi ilettik. Bizi evin içine davet ettiler ve ağıt da kesildi. Burada âdet böyle sanıyorum. Eve girdik. Görünüm Anadolu köylerinin aynısı... Bizleri büyük bir odaya aldılar. Yerde hazırlanmış sofra var.

 

Ailenin yaşlı bir zâtı bizi sofraya davet etti. Kendisine de “baş sağlığı” diledik. Yemek yendikten sonra müsaade istendi ve dışarı çıkıldı. Dışarıda ellerinde ibrik ve havlu olan kişiler, ellerini yıkamak isteyen “mihman”lara hizmet ediyordu. Evin hemen girişine, bahçeye bir Kırgız çadırı kurulmuştu. Oraya girdik. Ailenin kadınları, yakınları ve Çınara da orada oturuyor ve taziyeleri kabul ediyorlardı. Kur’an okunduktan ve dua edildikten sonra “ruhsat” isteyip kalktık. Bizi, erkekler, arabamıza kadar uğurladılar.

 

Gittiğimiz köy, Suzak’ın bir köyü... Suzak’ı daha önce gezmiştik ama farklı bir yoldan, Suzak’tan tekrar geçerek, Celalabad’a gitmeyi teklif ettim. Arkadaşlar kabul ettiler. Daha önce, Suzak pazaryerinde resmini çektiğim insanlar, bizi hemen tanıdılar. Satış yaptıkları tezgâhın ve kendilerin birkaç resmini daha çektim. Meydana geldiğimizde, daha önce resim çekmediğim Lenin heykelinin resmini çekip önünde kendi resmimi çektirdim. Bu gidişle Lenin’i Türkiye’ye götüreceğim.

 

Celalabad’a döndüğümüzde Prof. Dr. Turan Yazgan Hocamın, “Sempozyuma katılamayacağını”, dolayısıyla “Celalabad’a gelemeyeceğini” öğrendim. Artık “kendisini dönüşte, İstanbul’da ziyaret ederim” diye düşündüm.

 

Fakültenin öğrenci işlerinde çalışan Kırgız görevliler çok yavaş çalışıyorlar. Sanki “zaman kavramları yok” gibi... Üç gün, günde birkaç defa olmak üzere, final imtihanlarımı yapacağım öğrencilerin listelerini isteyerek, almayı başardım.

 

3 Haziran 2005 Cuma

Bugün şehir merkezine gidip o civardaki bir camiye Cuma namazı için gitmek istiyorum. İstasyon civarında bir yerden ezan sesi geliyor. Minare yok... Ben de tren yolu boyunca sesin geldiği istikamete ilerliyorum. Ancak cami görünmüyor ve ezan sesi de kesildi. Biraz daha etrafıma bakındım. Arayış devam ederken zaman da geçti.

 

Pasaportumu, vize işlerini (oturum izni) takip etmesi için, bu işlerle görevli, aynı zamanda  Fakültede  öğretim  görevlisi  olan  Aycan  Hanıma  20 gün önce vermiştim.

Müteaddit defalar “durum ne oldu?” dememe rağmen sonuç alamadım. Ayrılacağım gün geliyor ve pasaportumun vize işlemi hâlâ noksan. Bu haliyle dönmeye kalksam, Manas Havaalanı’nda ne tür problemler yaşayacağım meçhul. Pasaportsuz çıkış yapmak da mümkün değil. Nihayet, “Aycan Hanım, pasaportumun vize işlerini yaptıysan da yapmadıysan da muhakkak getir. Bu gün istiyorum!” diye sertçe çıkıştım. Akşam saatlerinde kapım çalındı ve Aycan Hanım, “hocam, pasaportunuz hazır, buyurun... Ancak bunun için 20 dolar harç ödedim, alabilir miyim?” dedi. Buna çoktan razı olmuştum. Pasaportu kontrol ettim, işlemler tamamdı. Rahatladım.

 

4 Haziran 2005 Cumartesi

Öğrencilerin Final Sınavı kâğıtlarını okuyup, notlarını listelerine geçtim. Listeleri ilgili arkadaşlara teslim ettim. Yarın göremeyeceğimi düşündüğüm tanıdıklarıma bugünden veda ettim.

 

Numan Eke’yi arattırdım ve Fakülteye geldi. “Numan Eke, yarın beni buradan alacaksın. Bişkek’e gideceğiz. Orada bir otel bulacaksın. Birlikte kalacağız. Ertesi sabah Issık Göl’e hareket edeceğiz. Oraları gezecek, resimler çekecek ve geri dönüp, beni Manas Hava Alanı’na bırakacaksın. İki gün boyunca yeme, içme, trafik cezası, otoban parası (Tanrı Dağları’nı geçen yol paralı, kullanılacak başka yol da yok!) otel parası ve yolda yapacağımız her türlü masraf bana ait. Kaç dolar istersin?” diye sordum. Numan Eke, “Bişkek’e kadar 75 dolar alırım. Bişkek-Issık Göl arasına hiç gitmedim. Ne kadar süre alıyor (kilometre sormuyor)?” dedi. Ben de “3–4 saat çekiyor diyorlar” dedim. “Öyleyse 25 dolar da onun için alayım” dedi. Anlaştık. Yarın sabah Fakülte önüne gelecek, arkadaşlarla vedalaşıp Celalabad’dan ayrılacağım. İçimi bir hüzün kapladı. Baya alışmışım buralara...

 

5 Haziran 2005 Pazar

Sabahleyin, her  günkünden  biraz  daha  erken  uyandım. İçimde  bir burukluk var...

Sakarya’dan gelecek olan arkadaşlar, bir program değişikliği yaparak Issık Göl’e gitmişler ve ancak yarın buraya geleceklermiş. Onlarla da görüşmek nasip olmadı. İçimdeki tarif edemediğim burukluk devam ediyor. Numan Eke ile gideceğimi öğrenen bazı öğrencilerim, “hocam o ortaçağ arabasıyla Tanrı Dağları’nı nasıl geçeceksiniz? Size daha iyi bir araba ayarlayalım. Belki de aynı fiyata götürür” gibi teklifleri olmuştu. Benim derdim araba değil… Satın da almayacağım. Nihayetinde 2 gün yolculuk yapacağım. Ama bir taraftan da “acaba araba yolda arıza yaparsa, cep telefonları da belli başlı yerlerin dışında çalışmıyor, o zaman ne yaparım?” gibi sorular da zihnimi işgal etmiyor değil… Numan Eke, kısmen tanıdığım ve güvendiğim birisi… Sırf bu yüzden onunla gitmekten vazgeçmedim.

 

6 Haziran 2005 Pazartesi

Taksici Numan, sabah saat 9.00’da Fakülte önüne geldi. Valizlerimi bagaja koydu. Arkadaşlarla Fakülte önünde bir hatıra fotoğrafı, aynı zamanda bir veda fotoğrafı çektirdik. “Bismillah” deyip hareket ettik. Evet, Celalabad’dan ayrılıyordum. Ailemden ayrılıyormuş gibi, arabadan geri dönüp baktım. Tekrar el salladım arkadaşlara... Araba, artık iyice öğrendiğim yollardan geçerek ana yola çıktı. Numan, bir benzin istasyonuna girip arabanın benzin deposunu doldurdu. Bir bidon da yedek benzin aldı. “Hadi Salih Abi, gidiyoruz” dedi. Bişkek yoluna girdik. Artık bu yollar bildiğim, biraz da arkadaş olduğum yollar... Bazar Kurgan’ı geçip Sovyetski’ye geldik. Geçtiğimiz günlerde buradan sağa dönerek, “Ceviz Tüneli”ni görmüş, Arslanbap’ta hoşça bir gün geçirmiş, orada hemen yakınımızda olan karlı dağları seyretmiş ve oradan kopup gelen kar sularının oluşturduğu derede ellerimi ve yüzümü yıkamıştım. O anlar, bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Bir ara Numan Eke’nin bana “Merhaba, Salih Abi” dediğinde rüyadan uyandım ve ben de “MERHABEYN, Numan Eke!” dedim. Numan Eke, bu tabirime de alışık… Kilometrelerce uzanan bozuk ve çukur yolları geçiyoruz. Takip ettiğimiz yol, çok yerde Özbekistan-Kırgızistan sınır çizgisi… Arada belirgin hiçbir sınır işareti yok... Elimle işaret ederek sık sık soruyorum: “Numan Eke,  burası kime ait?”. O da ya “Kırgızistan’a” ya da “Özbekistan’a” diye cevap veriyor. Numan, arabanın teybine zaman zaman Türkçe kasetler koyuyor. Kendisi de müziğe eşlik ediyor. Bir ara, “şuralar Özbekistan toprakları. Mesela şimdi ben trafik polisine yakalansam ve hemen şuraya kaçsam, onun yapacağı bir şey yok. Çünkü orası Özbekistan” dedi. Etrafta yolun her iki tarafında da ekili alanlar ve orada çalışan insanlar var... Görünen o ki, Özbekistan tarafı daha verimli ve bakımlı... Her iki tarafta da tarlada çalışan insanların büyük çoğunluğunu kadınlar oluşturuyor. Yol üzerinde bir yerde, daha önce de gördüğüm ancak fotoğrafını çekemediğim 3 tekerlekli bir traktörün fotoğrafını çekiyorum. Traktör, normal büyüklükte ancak ön kısmında tek bir tekerlek var. Bana çok ilginç geldi.

 

Daha önce üç defa geçtiğim Taşkömürü şehrini geçiyoruz. Artık meşhur Fergana Vadisi bitiyor ve Tanrı Dağları tekrar başlıyor. Narın Nehri boyunca ilerliyoruz. Bu nehir, Kırgızistan topraklarını terk ettikten sonra Sır Derya Nehrine katılıyor. Vakit geçiyor. Bir ara “Numan Eke, uygun bir yer biliyorsan, orada dur da yemek yiyip çay içelim” dedim. Bildiği bir yer varmış. Orada durdu. Daha önceki geliş ve gidişlerimde dikkatimi çekmemişti. Bahçesinden şırıl şırıl bir suyun aktığı ve üzerine SÖRÜ’ler yerleştirilmiş bir kafede, yani lokantada mola verdik. Büyük bir ağacın dal ve yapraklarının bir şemsiye gibi üzerini örttüğü bir sörü üzerine bağdaş kurup oturduk. Bu bölgede FAREL BALIĞI denilen ve bir nevi ALABALIK olan bir balık türü çok lezzetli ve meşhur... Dekan beyle Bişkek dönüşünde bir başka yerde (SARIBULAK ÇAYHANESİ) bu balıklardan yemiştik. Çok güzeldi. “Numan Eke! Sor bakalım, Farel Balığı var mı” dedim. Numan, garson kıza işaret etti. Balık varmış. Fiyatını da sordu. Sonra durakladı. “Numan, ne oldu?” dedim. Pahalıymış. “Kilosu yaklaşık 6 dolar”... 6 dolar, oranın şartlarında iyi bir para. Çok yerde insanlar aylık 10 dolara iş bulamıyormuş. “Tamam, Numan. Söyle” dedim. “Yarım kilo” istedi. Ben müdahale ettim ve “1 kilo olsun. Salata da bulunsun” dedim. Balığın pişmesini beklerken çay geldi. Kırgızistan’da istisnasız her yemekte çay demirbaş… Çay içerken balıklar da geldi. Nar gibi kızarmış. Biraz da “piyaz” istedim. Piyaz, soğan anlamına geliyor. Balık o kadar lezzetli ki iki parçayla doydum. Ama hâlâ artmış balık var… “Numan! Bunları da ye!” dedim, o da bana “Salih Abi, sen ye!” dedi. “Numan! Ben doydum. İlave yiyemem. Sen de yemezsen bunların verdiğimiz parası ne olacak? Parasını verdik, şimdi dökülsün mü?” deyince, Numan kalanların hepsini temizledi. İştahı maşallah çok iyi… “Parasını verdik” ifadesi beraber olduğumuz iki gün boyunca sloganımız oldu. Artan her yemekte, “parasını verdik” diyorum ve Numan da hallediyor. Sonra da “israf haramdır” diyor. Çok hoş... Yemekten sonra bir demlik çay daha içtik. Bu sırada garsona “tuvaletin nerede olduğunu” sordum. Eliyle binanın arkasını işaret etti. Oraya gittim, tuvalete benzer bir şey yok. Geri döndüğümü görünce tekrar daha uzak bir yeri işaret etti. 25–30 metre kadar ilerde küçük bir kulübe görünümünde, briketten yapılmış bir yer. Yanından bir tel örgü geçiyor. Tel örgünün ilerisinde tarlada çalışan insanlar görünüyor. Burada da su yok. Ama önünden bir ark geçiyor içinden su akıyor. Döndüğümde Numan Eke, “çitin öteki tarafı Özbekistan’a ait” dedi.

 

Yolculuk devam ediyor. Daha önce üç defa geçtiğim bu yerleri, “ilk defa” görüyormuşum gibi seyrediyorum. Biraz daha ayrıntılı bakmaya çalışıyorum. Daha önce farkına varmadığım bir ilginçlik yakalamaya çalışıyorum. Bu arayış bana ayrı bir haz veriyor. Celalabad’dan ayrılalı epeyce zaman geçti. Susamurı civarında biraz önce kar serpiştirmiş. Şimdi hafiften yağmur çiseliyor. Seyrine her seferinde doyamadığım, buradaki yol yanındaki büyük dere ve dağlara veda ediyorum. Susamurı’nı geçince artık en büyük tünelin bulunduğu dağın zirvesine tırmanmaya başlıyoruz. Yol kenarlarında, bundan önceki seyahatlerimde görmediğim, çok sayıda Kırgız çadırı kurulmuş. Bunlar önünde “asel-bal”, kımız ve yiyecek içecek maddeleri satıyorlar. Demek ki mevsimi şimdi… Bir Kırgız çadırı önünde durduk. Tezgâhında Kımız ve bal var. Tezgâhta bekleyen kimse yok. Hemen yakınlarda bir grup çocuk var. Kışlık giydirilmişler. Çadırdan duman çıkıyor, soba yakıyorlar. Durduğumuzu görünce, bir kadın çadırdan çıkarak yanımıza geldi. Benim başımda Kırgız şapkası, Numan’da Özbek şapkası… Çocuklar da biraz yaklaştılar. Tezgâh üzerinde kapağı kapalı büyük boy bir tencere var. Kapağını açıp bakıyorum. Ayran görünümünde, bizdeki cacık üzerine birkaç damla yağ damlatılmış görümümü veren bir sıvı... Taze kımızmış... Numan’a soruyorum: “Numan Eke! Kımız haram mı?”. Hassasiyetini biliyorum. Üç çocuğu hâfız... Kendisi beş vakit namazını kılıyor. “Bunda mayalanma yok. Yeni üretilenlerde fermantasyon olmaz. İstersen içebiliriz” dedi. Ben de küçük bir piyaleye (piyale, kâse, büyük fincan anlamına geliyor) çok az miktarda koymasını söyleyip, tadına baktım. Bizim ayrandan hiç farkı yok. Görüntüsü de tadı da tam ayran... Belki mayalandığı zaman tadı değişiyordur. Bilmiyorum. Ücretini ödemeye kalktım, kadın kabul etmedi. Ben de çocuğunu çağırıp, para verdim ve birlikte resim çektirdim sonra da onları toplu olarak ben çektim. “Rahmat” deyip onlara veda ettik. Buralara kadar gelip de kımızı “denemeden” edemedim. Kırgızistan deyince, Türkiye’deki insanların aklına hep “at eti” gelir. At eti yenilen hiçbir yer görmedim. Yemeklerde de yemedim. Böyle bir imkân da doğmadı. At eti, zengin insanların düğünlerinde ve törenlerinde ikram edilirmiş. Diğer hayvanların etlerine nispetle daha az tüketiliyor. Bazılarında varmış ama ben kasaplarda da satıldığını görmedim. Bir ara arkadaşlara sormuştum. “Ben hiç rast gelmedim ve yemedim, siz yediniz mi? Tadı nasıl?”. Bir arkadaşım cevap verdi: “Hani o cenaze evine gitmiş ve pilav üzeri et yemiştik ya, işte o et at etiydi”. Eğer doğruysa, bu seyahatte “at eti de yedim”.

 

Vakit ikindiye yaklaşıyor... Numan, yol boyunca vâdiyi yara yara akan, etrafı sık ağaçlarla ve otlarla dolu bir nehir (büyükçe bir dere) kenarında duruyor. Ben “ihtiyaç giderecek her halde” diye düşündüm. Arabadan bir pet şişe alarak gitti. Ben de inip etrafı incelemeye, suyun sesini dinlemeye başladım. Biraz gezindim. Baktım ki bir yerde Numan namaz kılıyor. Montunu seccade yapmış... Cami ziyaretlerimizde iki rekât namaz kıldığını biliyordum ama beş vakit namaz kıldığına şimdi şahit oluyordum. Kendisine olan güvenim biraz daha arttı.

 

Vadi boyunca ilerliyoruz. Bir yerde yol tamiratı var. Görevliler yolu ulaşıma biraz önce kapatmışlar. Yol kapanır kapanmaz biz gelmişiz. “Dur” işareti üzerine durduk. Zaten bir şeritle de kapatmışlar. Arkamızdan gelen bir araba daha durdu. Arabadan indik. Bulunduğumuz yerin manzarası güzel. Resim çekmek için iyi de bir fırsat... Fotoğraf makinemi çıkarıp, bizi durduran görevlilerin fotoğrafını çektim. Numan onlara, beni göstererek, “bu Türkiye’den gelen jurnalist (gazeteci)” dedi. Elinde telsiz bulunan görevli, amirini arayarak bizden bahsetti ve “bırakalım mı?” diye sordu. Meğer yolun tamiratını bir Türk şirketi yapıyormuş. Bizi hemen bıraktılar, arkadaki araba, bundan istifade bizden önce fırladı. 

 

Zirveye doğru gidiyoruz. En büyük tünele doğru giderken zaman zaman hafif yağmur yağıyor. Arabamızın silecekleri zorlukla çalışıyor. “İnşallah bozulmaz” diye dua ediyorum. İyice yükseldiğimizde, karşı taraftaki dağların yoğun bulutu arasında fevkalade güzel bir manzara sergileyen güneş ışıklarını çekmek istedim. Numan’a “dur da şu manzarayı, tabiat harikası görüntüyü çekeyim” diyeceğim, ama “arabayı bir daha kaldıramaz” endişem var. Bu riski de göze alamazdım. Arabanın 1. vitesinin geçmesi zaman zaman çok zorluyor. Hareket halinde bir kaç poz alıyorum. Bunlarla yetinmek zorundayım. Çektiğim kareler de güzel çıktı ama fotoğrafları makine sabit durumda çekseydim, her halde çok mükemmel görüntüler elde ederdim. Ne yapalım, nasip...

 

Daha önce epeyce resim çektiğim tünele geldik. Birkaç poz daha alıp tünele girdik. Tünel karanlık, aydınlatma yok... İçerideki yol vasıfsız ve yer yer kasisler var. Bizim arabanın farlarının aydınlatması çok kötü... Önünü zor aydınlatıyor. Tüneli geçtikten sonra artık yolda risk azalıyor. Çekiş problemi olmayacak... Çünkü sürekli aşağı doğru gideceğiz. Tünelin her iki tarafında da görevliler var. Kışın ve problemli durumlarda, bir taraftaki araçlar tutuluyor, diğer tarafa yol veriliyor, sonra da karşı tarafa... Tünelin giriş ve çıkış istikametindeki yollarda çok sayıda kar tüneli var. Bu bildiğimiz “tünel” değil. Bir tarafı açık, kayan karların yolu kapatmadan kaymasını sağlayan beton korunaklar. Yukarıdan kayan kar, bu tünellerin üzerinden aşarak daha aşağılara gönderiliyor ve yol da kapanmamış oluyor. Vakit gece... Biz yollarda devam ediyoruz. Bişkek’e oldukça yaklaştık ama bu gidişle daha 3 saat sürer. Yerleşim yerleri arttı. Ovaya indik. “Numan! Bir yerde yemek yiyelim” dedim. Bildiği bir Rus Kafesi varmış. Arabayı kafenin önüne park edip, mantı benzeri bir yemek yiyip çay içtik. Yola devam ediyoruz. Saat 23.00 civarında Karabalta şehrine yaklaştık. Burası Kazakistan’a giden ana yol üzerinde. Numan, “Salih Abi, istersen Karabalta’da kalalım. Benim daha önce kaldığım bir otel var. Oraya bakalım, beğenirsen geceyi burada geçirelim” dedi. Ben de “Olur” dedim. Arabayı müsait bir yere bırakarak otele bakmaya gittik. Sık sık tekrar oluyor ama olsun: Benim başımda bir Kırgız şapkası, onun başında Özbek şapkası. Otele de böyle gidiyoruz. Otel kapısı önüne geldiğimizde Numan durdu ve bana “Salih Abi. Otelde sen hiç konuşma. Yer varsa ben pazarlık yapacağım. Senin ‘yabancı olduğunu’ anlamasınlar. Aksi halde çok para isterler” dedi. Tebessüm ettim. Arkadaşlar ve Celalabad’da gittiğim çok yerde şapkamdan dolayı, benim “tam bir Kırgız” olduğumu söylemişlerdi. Demek ki ben “tam bir Kırgızım”. Numan, aynı zamanda “odada beraber kalalım. İki yataklı bir oda tutalım. Güvenlik meselesi… Ne olur olmaz, ben senin odanda yatayım” dedi. Numan’a “peki” dedim ve otele girdik. Pazarlığını yaptı. Odaya baktık. Odanın kapısı dökülüyor. Ama bu saatten sonra, bu kadar yorgunluğun üzerine, bir başka otel aramaya cesaretim de yok… Kapı üzerinde uyduruk bir anahtar var ama hiç de güven vermiyor. Kapı dışarıdan itilse sanki açılacak. “Numan, birlikte kalma teklifinde galiba haklı…” diye içimden geçiriyorum. İçerideki tuvaleti bir açıp baktım. Tam bir felaket... Girilecek gibi değil. Odaya konmuş olan havlulara baktım, kullanılacak gibi değil… Allah’tan, tecrübeliyim de gerekli eşyalarımı hep yanımda taşıyorum. Hele bu seyahatte, su dolu pet şişeleri bile... Bu gece “sıkmalıyım” diye şartlandım. Aşağı indik. Arabayı otelin park alanına park ettik. Otelci, Numan Eke’nin kimliğini aldı, ama benim pasaportumu almaya “ihtiyaç duymadı”. Ben Kırgızım ya... O kadar bir ayrıcalığım da olsun... Bu seyahatin en güzel izlerinden birini bu “otel vakası ” olarak günlüğüme alıyorum. Odaya valizlerimizi getirdik. Oldukça yorgunuz. Yolculuk süresi 14 saati buldu. “Numan! Kaç soma hallettin?” diye sordum. O da “oda fiyatını pazarlık sonucu 180 soma indirdim. 20 som da park parası istediler, yani toplam 200 som” dedi. Bahsettiği toplam para, ikimiz için, bizim paramızla 7,5 milyon TL (7,5 YTL)... Pijamalarımı giyip yattım. Hemen uyumuşum. Gece saat 04.00 civarında bir ara gözümü açtım, Numan dışarı bakıyordu. Uyanmış ve “arabanın yerinde durup durmadığını kontrol ediyor” diye düşündüm. Arabası 1983 model Moskoviç... Dökülüyor... Ama o, hâlâ “çalınır” endişesi taşıyor. Ne de olsa, kendisi için o bir servet, ekmek kapısı…

 

7 Haziran 2005 Salı

Bugün Kırgızistan’daki son günüm. Sabahleyin 8.00 civarında kalktık. Hanım hariç, yolculuk yapıp birlikte gecelediğimiz arkadaşlarımın hepsi benim uyurken “aşırı derecede horladığımı” söylüyorlar. “Numan Eke, gece uyandığına göre, benim horlamam yüzünden mi gece pencere kenarında nöbet tutuyordu?” diye aklımdan geçti ve sordum. “Numan Eke, gece horladım mı?”. Numan eke öyle bir baktı ki... “Gece boğuluyorsun sandım. Birkaç defa uyandırmaya çalıştım. Uyanmadın. Öleceğinden endişe ettim. Baya tedirgin oldum. Uyuyamadım da... “ dedi. Sonra da, “Yunus hocayla nasıl aynı evde yatıyorsun?” diye sordu. Ben de “kendisine sordum, horlama sesimi duymuyormuş” dedim. Kahkahayı bastı. “Mümkün değil! Belki senden utandığından söylememiştir” dedi. Meğer gece uyanıp, onun uyanık olduğunu gördüğümde, kendisi hakkında suizan etmişim. Garibim, horlamamın şiddetinden uyuyamamış. 

 

Aklıma 6 yıl önce yaptığım bir Makedonya seyahatim geldi. Bir grup arkadaşla, minibüsle, Makedonya’ya bir seyahat yapmıştık. Adapazarı’ndan saat 24.00 civarında çıkmış, sabahleyin Kapıkule’yi geçmiş, Bulgaristan’da Sofya şehir turundan sonra Makedonya sınırına, oradan Üsküp’e ve gitmeyi plânladığımız bir köye ulaşmıştık. Yaklaşık 24 saatlik bir yolculuktan sonra, misafir olduğumuz evde yatmıştık. Ev sahibi, yeterli yatağı olmadığı için gazeteci Zeki Aydıntepe ile benim ortak kullanmam için çift kişilik özel yatak odasını bize tahsis etmişti. Zeki Aydıntepe’ye yatmadan önce, “Ben horlarım. Üç dakika geçmeden uyurum. Eğer horlamadan rahatsız oluyorsan, benden önce uyumaya bak!” demiştim. O da “horlama bana sinek vızıltısı gibi gelir” demişti. Sabahleyin “vaziyet nasıl?” dedim. “Biraz horladın ama önemli değildi” dedi. Anlaşılan bir gün önceki yolculukta oldukça yorulmuştu ve çabuk uyumuştu. Çünkü beni “önemsememesi” mümkün değildi. Ertesi gün yoğun yolculuklarla geçti ve gene aynı evde aynı yatağı birlikte paylaşmak zorunda kaldık. Sabahleyin kalktığımızda ciddi ölçüde rahatsız olduğunu, o söylemedi ama ben anladım. Sonraki gün Arnavutluk sınırı yakınındaki Debre’de, yanımızda bulunan bir dostumuzun, Cengiz Filiz’in akrabasının evinde misafir edildik. Zeki Aydıntepe, bu defa benim yanıma avukat Ali Abdullah’ı havale etti ve “siz aynı odada yatın, yarın kim galip gelecek, bakacağız” dedi. Ali Abdullah da “nakavt” olmuştu. Son gece Tetova, yani Kalkandelen şehrinde kaldık. Orada bulunan bir Bektaşi Tekkesinin külliyesi içine yapılan küçük bir otelde konakladık. Bu defa da Zeki Aydıntepe ile aynı orayı paylaşmak durumu hâsıl oldu. Ne yapayım garibin şansı yok! Sabahleyin kalktığımda Zeki Aydıntepe odada yoktu. Otelin lobisinde oturuyordu. Selâm verip sordum “bugün vaziyet nasıl?”. Cevap: “Hiç yatmadım ki...”. Pes etmişti. Benzer bir olayı, Sakarya Üniversitesinin resmî bir heyeti ile gittiğimiz Kosova seyahatinde, Makedonya’ya geçmiş ve Üsküp’te Türk bölgesinde bulunan bir otelde, yer olmadığı için, Prof. Dr. Hakan Poyraz ile Genel Sekreter Yardımcımız Halil İbrahim Kaya’ya da yaşatmıştım. Sabah saat 5 civarında uyandım veya uyandırıldım. H. İbrahim Kaya, gayet mâsum bir görünüş içinde bana, “hocam, kalkıp bir banyo yapsan, nasıl olur?” dedi. Hayret, benim bu saatte duş almamın ona ne faydası var ki… Ben de “peki” deyip banyoya girdim. Çıktıktan sonra,  kendinden vazgeçmiş vaziyetteki H. İbrahim Kaya’ya, “gece nasıl geçti? iyi uyuyabildin mi?” diye sordum. “Hocam, hiç uyumadım ki...” dedi. O sırada Hakan Poyraz Hoca gözlerini açtı. Ama bir şey söylemedi. Halil İbrahim Kaya’ya sordum: “Hakan Hoca’nın vaziyeti nasıl?”. Verdiği cevap harikaydı: “Hakan Hoca bütün gece uyuma mücadelesi verdi. Kendine yazık etti. Tüm mücadelesine rağmen işte hâli, uyuyamadı. Ben ise baştan kabullendim, uyuma mücadelesine girmedim”. Bu “meşhur otel vakası”nı, ertesi günü Rektör Yardımcımız Prof. Dr. Mehmet Alpargu ve Eğitim Fakültesi Dekanı Prof. Vahdettin Sevinç’e aktarmış, epeyce latife konusu yapmıştık. “Benim odamda kimin yatması önemli değil... Bence hiçbir mahsuru yok... Beraber kalacağımız arkadaş düşünsün!”. Minibüsle Kalkandelen ve Ohri’ye giderken, uykusuz kalanlar uyuklamaya başladılar ama burada da onlara rahat yoktu. Uyumaya çalışanları sürekli ikaz ediyordum: “Uyumayın! Biz buralara uyumaya gelmedik!”. Her vakada ve her defasında “galip” bendim. Bu defa da Numan Eke “nakavt” olmuştu.

 

Issık Göl’e gitmeye hazırlanıyoruz. Otelciye anahtarı teslim etmeye gittik. Alıp bizimle tekrar odaya geldi. İçerideki demirbaşları tek tek kontrol ettikten sonra “tamam” dedi. Çok şükür ki Manas Üniversitesi Misafirhanesi’ndeki durum başımıza gelmedi. Tuvalet yerinde, kirli havlu tamam, yastık ve kılıfı ile battaniyeler de tamam. Anahtarı da teslim ettiğimize göre “problem yok”. Otelden ayrılıp Bişkek istikametine giden yola girdik. Numan, şehir merkezine girmeden, çevre yoluna oradan da Issık Göl istikametine giden bir yol hatırlıyor. Ama ayrılış mevkiini tam kestiremiyor. Birkaç kişiye sordu. Tarif üzere gittik. Biraz sonra “acaba dönüş yolunu geçtik mi” diye tereddüde düşüp, bir benzinciye sordu. Gerçekten 200 metre kadar geçmişiz. Geri dönüp bahsedilen yola girdik.

 

Yarım saat kadar bu yolun “bizim yol olup olmadığına” karar veremedim. Sanki yanlış istikamete gidiyormuşuz gibi bir his taşıyorum. Yolun kalitesinin bu hissimde payı var. Çünkü bahsedilen yol, bir süre sonra Kazakistan’a giden yol ile birleşecek. Bir saate yakın bir zaman geçtikten sonra “doğru yolda” olduğumuzu anladım.

 

Uzun süre, Kırgızistan-Kazakistan sınırını da oluşturan ÇU (ÇUY) NEHRİ boyunca ilerledik. Yol kalitesi iyi. Yol boyunca birkaç yerde Kazakistan’a geçiş gümrük kapısı gördüm. “Keşke Numan Eke’yi daha önce tanısaydım. Birlikte bir de Kazakistan Turu yapardık” diye içimden geçirdim. Ama “keşke”nin bir faydası yok. Bu gece saat 03.00’de uçağım kalkacak. Artık önümüzdeki süreyi olabildiğince iyi değerlendirmeliyim. Henüz kahvaltı yapmadık. Bir ara “Numan Eke, bir yerde dur da ‘samsa’ yiyelim, çay içelim” dedim. Samsa, Celalabad bölgesinde çok yaygın olarak kullanılan ve Özbeklere has bir nevi börek. Gülerek,“Salih Abi! Buralarda samsa bulunmaz. Samsa bizim memleketin ürünüdür” dedi. Yolda bir yerleşim yerine vardığımızda bir kafe önünde durup öğle yemeği yedik. Yola devam ediyoruz ama “düşündüğümüzden çok daha fazla” zaman harcayacağız. Tokmok şehrinden sonra kıvrıla kıvrıla giden bir nehiri takip ederek, bizim Ürgüp civarını hatırlatan manzaraları seyrede ede, Issık Göl bölgesinin giriş kapısına geldik. Buradaki yerleşim yerinin adı BALIKÇI… Bölgeye giriş ücretli. Ücretini ödeyip yola devam ediyoruz. Issık göl sağımızda… Kırgızistan’da çok sayıda göl var… 2000 civarında olduğu söyleniyor. “Suyu Sıcak” Göl anlamına gelen bu tabiat harikası, dünyanın en büyük tabiî havuzlarından biri ve “Asya’nın İncisi” kabul ediliyor. Göl’ün uzunluğu 200 km ve genişliği 70 km civarında. Deniz seviyesinden yüksekliği de 1.600 metrenin üzerinde… En derin yeri 700 metre ve kapladığı alan 6.250 metre kare civarında… Gölün karşı kıyılarından itibaren haşmetle yükselen karlı dağlar Tanrı Dağları Sistemi’nin bu buradaki bölümü… Dağlara uzaktan ve içimden el sallıyor ve selâmlıyorum. Issık Göl’ün besleme kanalları da bu dağlar… Bir krater gölü olduğundan kışları donmuyor… Göl, Turistik olduğu kadar balıkçılık bakımından da kıymetli bir hazine… Güzergâhın önemli yerleşim yeri olan ÇOLPONATA şehrine kadar, bir birine yakın, çok sayıda köy ve yerleşim yeri geçtik. Yol güzel… Diğer yerlerden çok daha bakımlı… Bunda, bölgenin turistik özelliği rol oynuyor olmalı… Yol kenarında, uzaktan bakıldığında, köy zannedilen ilginç mezarlıklar bulunuyor. Kırgızistan’ın gezebildiğim yerlerinde de vardı ama buradakiler hem daha çok hem de stillerinde çok farklılıklar var. Genel hâliyle bir müzeye de benziyorlar. Bunların çok sayıda resimlerini çektim. Belki mezarlık içine girip daha yakından incelense, çok daha ilginç resimler çekilebilir ama vaktimiz gittikçe azalıyor. Vakit öğleyi geçti. Biz hâlâ gidiyoruz. Yol kenarlarında çok çeşitli eşyalar satılıyor. Tezgâhlara dizmişler, gelip geçen araçların ilgisini çekmeye çalışıyorlar. Bunlar arasında benim en çok ilgimi çeken kurutulmuş balıklar oldu. Değişik boyda ve renkte, çok sayıda balık satıcısı bu balıkları satıyor. Birinin önünde durdum. Balıkları inceledim. Birinin “tadına bakabilir miyim?” dedim. Satıcı uzattı. Ben de küçük bir parça kopararak tattım. Tadı fena değil. Numan bir demet satın aldı. Para verdirmeyip ben ödedim. “Her türlü masraf benden” sözüme sadığım.  Oranın şartlarında pahalı sayılır. Çolponata şehrine “2–3 saatte gidilebileceğini” söylemişlerdi. Biz ancak 6–7 saate varabildik. Biraz daha gidip, ÇİN sınırına yakın KARAKOL şehrine kadar gitmeyi arzu ediyordum. Hatta mümkün olsa da Kara-kol’dan daha ilerilerde 7439 metre yükseklikteki Pobeda Zirvesi’ne gedebilsem. “Eğer böyle yaparsam ve araba da bir arıza yaparsa, uçağı kaçırırım” endişesi başladı. Çolponata’nın girişinde bulunan Krilce “Çolponata” şehir levhasının önünde fotoğraflar çektim. Çolponata sempatik ve şirin bir yer… Göl kenarında turistik oteller var. Çok katlı… Biraz dolaştık ve göle ulaşabileceğimiz bir yol aradık. Mahalle arasından devam ederek Plaj kısmını bulduk. Mevsim henüz, yüzmeye müsait değil. O yüzden plajda, bizim gibi bazı ziyaretçiler var. Numan, dayanamayıp soyundu ve bir süre yüzdü. Suyla elimi yüzümü yıkadım. Temiz bir yerinden bir avuç su alarak tadına baktım. Kenarına oturup, uzaklarda başı karlı bir şekilde görülen Tanrı Dağları’nı bir süre seyrettim. Issık Göl, “sıcak göl” anlamına geliyor. Bölgede kışın her yer buz tutarken bu göl donmuyor. “Keşke vaktim olsa da gölün çepe çevre etrafını bir dolaşsaydım, teknelerle bir gezinti yapsaydım  diyorum. “İnşallah bir başka bahara...”  Numan Eke, gölde yüzerken resmini çekmeyi teklif ettim. El işaretiyle “Çekme” dedi. Çıplak vaziyette görüntülenmesini istemiyordu. Buradan ayrılırken de resimler çektim. Artık veda ve dönüş zamanı geldi. Dönüş yoluna girdik. Aynı yolları tekrar alıyoruz. Yol kenarındaki yerleşim yerlerinin pek çoğunda yeni yapılmış küçük ve sempatik mescitler yapılmış. Birkaçını ziyaret ettik. Namaz vakti olmadığı için bazıları kapalı. Bazılarında ibrikler dizili, ancak içlerinde su yok. Görevli hiç kimseyi göremedik.

 

Akşam oldu. Bişkek’e doğru ilerliyoruz. Hava hafif yağışlı… Kazakistan tarafında güneşin bulutlar arasında kaybolmak üzere olduğunu görüyorum. Tanrı Dağları’nda görüntülemeye çalıştığım manzaraya yakın manzaralar burada da oluştu. Arabanın camından birkaç poz yakaladım.

 

Gece saat 10 civarında Manas Hava Alanı’na geldik. Uçağın kalkmasına epeyce bir zaman var. Celalabad’daki öğrencilerimizden biri, Manas Üniversitesi’nden mezun olup bir hafta sonra Türkiye’ye dönecek olan ağabeyi Sezgin’e, benim Bişkek’e geleceğimi söylemiş ve bana da telefon numarasını vermişti. “Eğer uçuş saatinden önce döner de beklemen gerekirse ağabeyim seni misafir eder” demişti. Sezgin’i daha önce de aramış ve “Issık Göle gidiyorum, dönerken seni ararım” demiştim. Gecikme meydana gelince, Sezgin birkaç defa telefon edip “vaziyetimizi” sordu. Ben de “Hava Alanı’na geldiğimde ararım” demiştim. Aradım. “Yarım saate kadar geliyorum” dedi. Numan’la vedalaşıp göndermek istedim.  Ancak o, “Sezgin gelinceye kadar seni yalnız bırakamam  deyip bekledi.

 

Bekleyiş sırasında kendisine bir miktar daha para verip “helalleştim”. Manas’taki Şaban Kayıhan’ı aradım. Telefonu cevap vermedi. Benim bugün Türkiye’ye döneceğimi biliyordu. Daha önceden söylemiştim. Gelmedi ve aramadı da… Manas’ta tanıdığım diğer arkadaşlardan da gelen maalesef olmadı. Herhalde “Misafirhane olayından utandı/lar ve bu yüzden gelemiyor/lar” diye düşündüm.

 

 

Oradan alıp bir süre kullandığım telefon hattımın SİM kartını da Numan Eke’ye hediye ettim. Telefonu yoktu. Memnun oldu. Gitmesi için ısrar ettim. “Sen çok yoruldun. Bu gece bu saatten sonra Celalabad’a gitme… Uygun bir yerde gecele ve dinlenmiş bir şekilde yoluna devam et” tavsiyesinde bulundum. Ama tavsiyeye uyup uymadığını bilmiyorum. “Fi Emanullah - Allah’a emanet!” diyerek vedalaştık.

 

Sezgin bir taksi tutmuş ve geldi. Yanında bir arkadaşı daha vardı. Bekleme salonunda bir süre sohbet ettik. Yanımdaki mevcut Kırgız parası, somların hepsiyle sigara aldım. Free Duty Shop’larda (Gümrüksüz Satış Mağazaları) sigara ucuz olduğu halde burada %50 pahalı. Sezgin ve arkadaşı, “Vakit geç oldu, artık siz gidin” dememe rağmen ayrılmayıp beklediler. Ben, “Çek in” (uçağa biniş işlemleri) yapılıp içeri girince gittiler. Türkiye’de buluşmak üzere el sallayıp vedalaştık.

 

Türkiye’ye dönüş yolunda uçaktayım. Yanımda, memlekette babasının hastalığının çok ağırlaştığını öğrenen ve imtihanlara giremeden ayrılmak zorunda olan bir öğrencim var. Pasaportundaki bir problem yüzünden, gümrükçülere rüşvet vererek uçağa binebilen bir öğrencim var... Yanımdaki koltukta oldukça üzgün ve tedirgin… O yüzden pek konuşmak istemedim. Önümüzde, uçakta oturarak geçireceğimiz 5 saatlik bir zaman var. Gözlerimi kapadım. Kırgızistan’a geldiğim ilk gün-den bu güne kadar yaşadıklarım, hissettiklerim ve gördüklerim bir film şeridi gibi hafızamdan geçti. Celalabad’da iken bir gün öğle sonu Türk Lisesi’ni ziyarete gitmiştim. Oradaki gözlemimi günlüğe aktarmayı unuttuğumu hatırladım. Müsvette halinde tuttuğum günlük notlarımda, buraya ait bir  iz” görünmüyordu. Hâlbuki orası da muhakkak günlükte “yerine” yerleşmeliydi. Ama artık bu kısımda yer almasının bir mahzuru olmadığını düşünüyorum. Lise, fevkalade güzel bir tesisten oluşuyor. Celalabad’a geldiğim günün ertesinde, günlükte bahsettiğim düğün salonunda okul müdürü ile tanışmıştım. “Kendilerini ziyaret edeceğimi” de söylemiştim. Bir sabah saat 9.00 civarında, haber vermeden gittim. Müdür ve Müdür yardımcıları okulda değillerdi. Bişkek’e gitmişler. Benim bulunduğum Fakülte’de öğrenci olan bir öğrencim beni karşıladı. “Kahvaltı yaptım” dememe rağmen bahçede renkli bir kahvaltı sofrası hazırladılar. Bir süre sohbet ettik. Kırgız olan müzik hocasından rica ettim, bana bir Kırgız müziği CD’si hazırlayıp verdi. Öğrenciler, okulun durumuyla ilgi bilgi verdiler. Türk Okulları’na çok yoğun öğrenci talebi olduğunu, bunların ancak “bazılarını” kaydedebildiklerini ifade ettiler. Teşekkür ederek ayrıldım.

 

Uçakta hayâl dünyasında dolaşırken uyumuşum. Uyanıp saatime baktığımda İstanbul üzerinde olduğumuzu gördüm. Saatlerimizi bu defa 3 saat geri alarak güne başlayacağız.

 

 

KIRGIZİSTAN’DAN KESİTLER

Profiller, Enstantaneler ve Gözlemler 

 

  • Bişkek, Celalabad, Özgen, Oş, Suzak ve görebildiğim yerlerde, meydanlarda ve parklarda Lenin heykelleri, Lenin Caddeleri ve Lenin Bulvarları var. Görünen o ki, bu insanlar, Komünizmi ve bazı liderlerini öyle özümsemişler ki onları, kendi halklarından ve kahramanlarından biri olarak kabul ediyorlar. Özellikle Lenin her yerde “yaşamaya” devam ediyor. İnsanların “komünizmden kurtulmak” ve “bağımsız olmak” gibi bir dertleri olmamış. “Bağımsızlıklarını elde etmek” gibi bir kaygıları bulunmamış. Ancak tarihî süreç onları  bağımsız” hâle getirmiş.

 

Rusya tarafından “bağımsız” bırakılınca ne yapacaklarını bilemez hâle gelmişler. Günlükte bahsettiğim Şirzat’ın ifadesiyle, “biz cam bir fanus içindeydik. Fanusun dışındaki dünyayı tanımıyorduk. Fanusun dışında ayrı bir dünya olduğunu da bilmiyorduk. Üzerimizdeki fanusu kaldırdılar. Biz de şimdi şaşkınlık içinde ne yapacağımızı bilemiyoruz”. Toplum hep yönetilmeye alışmış. Şimdi yönetme konumuna “getirilmişler” ancak yönetmede problemler yaşıyorlar. Temel problemleri “Yönetim”.

 

  • Komünizmin  kendilerini  terk  etmesinin  üzerinden  10 yıldan fazla bir zaman  

geçmesine  rağmen,  kendileri  yeni  bir  şey  ilave etmedikleri gibi, devraldık

     ları   alt-yapıyı  da   koruyamamışlar.   Parklardaki  bankları,  çocukların  oyun 

     araçlarını,  yollardaki  demir  su  ızgaralar  da dahil, her şeyi tahrip etmişler.

     Elektrik direklerinden bile çalınıp satılanların olduğu belirtiliyor.

 

  • KTP (KıTıRı diye telaffuz ediyorlar) televizyonu devletin resmî televizyonu... Ciddi hiçbir program yok. Çoğu zaman Rus filmleri yayınlanıyor. Resmi açılış törenleri, kutlamalar ve toplantılar, toplantılarda yapılan uzun konuşmalar, hemen hemen tüm yayını kapsıyor. Uydu anteni olmayanların dünyadan haberdar olması çok zor.

 

  • Başkent  Bişkek  esas  itibariyle  modern  bir  şehir...  Geniş yolları, bulvarları, sosyal  alanları  ve  parkları  var.  Şehre  yeşil renk  hâkim.  Ancak merkez dışı yerleşim, yani banliyöleri, tam bir gecekondu… Derme çatma yapılar, düzensiz ve  bakımsız  yollar  ve  geri  kalmışlığın  bütün  işaretleri var.  Ancak konutlar çoğunlukla tek katlı ve bahçeli. Celalabad’da ise DOM’lar dışında birkaç katlı bina çok az. Hâkim konut tipi “yer evleri”...

 

  • Görebildiğim kadarıyla bölge insanının, yaygın olarak,  altın kaplama diş” kullanma alışkanlığı var. Kadın erkek hemen hemen herkes, kadınlarda daha yaygın olmak üzere, dişlerini altın kaplama yaptırıyorlar. Çok altın dişe sahip olmak “statü” göstergesi olarak algılanıyormuş.

 

  • Kırgızistan’da, ülkeye gelen bizim gibi yabancıların ilk dikkatini çeken bir husus, insanların olur olmaz her yere ve her yerde tükürme alışkanlığı. Yolda, pazaryerinde, Fakültede bahçede dolaşırken veya dolmuş şoförünün başını dışarı çıkararak sık sık tükürmesi... Biri yere tükürünce sanki yanındaki “rezonansa geçip” o da tükürüyor.

 

  • Ülkede rüşvet çok yaygın ve olağan hâle gelmiş. Meselâ trafikte iken, trafik polisinin elindeki sopa benzeri copu kaldırdığı anda “suçlusunuz”. Sollama hatası mı yapıldı,  kırmızı ışıkta mı geçildi veya hız sınırı mı aşıldı, önemli değil. Sürücü duruyor ve gerekli ödemeyi” yapıp yoluna devam ediyor. Makbuz kesme gibi bir uygulama yok. Her sürücü “ne kadar ödeme yapılacağını” otomatik olarak biliyor. Özellikle şehir giriş çıkışlarında hız kontrolü yapılıyor. Bu kontrolü yapan polislerin ellerinde megafon benzeri bir alet var. Yolun belli bir noktasında kontrole başlayan polis, bazen sağdan gelen ve bazen de soldan gelen araçlara bu aleti yöneltip hızını tespit ediyor. Konulan hız limitini aşan araçlar durduruluyor ve sürücü biraz önce belirtildiği gibi gerekli  ödemeyi” hemen yapıyor. Bazı sürücülerin polisle “pazarlık” yaptığı da görülebiliyor. Bu tür kontrollerin olduğu yerlere yaklaşırken, sürücüler arasında müthiş bir dayanışma görülüyor: Araç sürücüleri birbirlerini farlarını yakıp söndürerek “polis var” işareti veriyorlar.

 

  • Bulunduğum Celalabad’da çeşitli Üniversiteler olmasına rağmen öğrenciler ortalarda pek görünmüyor. Üniversitelerin binalarını gördüm ama öğren-cilerini pek göremedim. Öğrencilerin ne zaman okula geldiklerini sorduğumda aldığım cevap ilginçti: “Öğrenciler imtihan zamanları okula gelirler. Her öğrenci ders hocasını bulur. Dersi geçmesi için ne kadar ödeme yapması gerekiyorsa, o ödemeyi yapar ve sınıfını geçer”. Türkiye’den gelen bir öğrenciden aldığım bir başka cevap da şöyle: “ Eğer, pasaport kayıtlarımda burada beş yılı doldurduğumu ispatlasam ve bedelini de ödeyebilsem, Tıp Fakültesi diploması alabilirim”.

 

  • Çok meşhur olarak bilinen Kırgız şapkası, Kırgızların çok az biri kesimi tarafından kullanılıyor. Ülke Kırgızistan ve dilleri Kırgızca olmasına rağmen, Kırgızca kullanmak yerine Rusçanın yaygın olarak kullanılması gibi... Ünlü Kırgız şapkasını, genellikle “taşralılar-köylüler” ve Kırgız milliyetçiliği ağır basan insanlar tarafından giyiliyormuş.

 

  • Açık ve kapalı pazaryerlerinde satıcılık yapanların çok büyük kısmı kadın… Bu kadınların çok yaşlıları dâhil, müşteri beklerken, gazete kitap gibi bir şey okuyorlar. Bulmaca çözüyorlar. Çok ciddi boyutta “okuma alışkanlığı” edinilmiş. Ülke nüfusunun %99,7’sinin okuryazar olduğu ifade ediliyor. Mecburi öğretim 10 yıl, yani 16 yaşına kadar devam ediyor.

 

  • Bişkek’in ana caddeleri nispeten temiz... Sokakları temizleyen temizlikçiler arasında elinde süpürge, ana caddeyi süpüren, çok sayıda yaşlı kadını görmek mümkün... Yaşlı kadınların inşaatlarda da çalıştıklarına, tuğla ile duvar ördüklerine şahit olunmuştur.  Celalabad ve diğer yerlerde sokaklar kirli ve etrafa çöp yığını hâkim...

 

  • Ülkede çok sayıda cami ve mescid olmasına rağmen minare yok... Her mescid veya cami üzerine bir hilal veya minyatür bir minare ve üzerinde hilâl bulunuyor.

 

  • Ülkede çok değişik bir “mezarlık kültürü” oluşmuş. Mezarlar çok değişik sitillerde ve değişik yapılarda... Klasik Kırgız çadırı tipinde yapılmış mezarlar olduğu gibi, ön cephesi bir bina cephesi gibi görünen, ölenin resimlerinin yer aldığı, ölüm ve doğum tarihleri belirtilmiş mezarlar da var. Mezarlığa uzaktan bakıldığında, buranın bir yerleşim yeri olduğu sanılıyor. Mezarı üzerine At heykeli dikilmiş çok sayıda mezar var. Buralar sanki mezarlık değil de birer âbide...

 

  • Ana yol kenarlarında, trafik kazasında ölenlerin anısına bir tabela veya otomobil direksiyonu veya kazayı hatırlatan bir işaret levhası dikiliyor. Bu levha veya “küçük mezarları” gördüğünüzde, burada bir trafik kazasının olduğunu ve adı yazılı kişinin bu kazada vefat ettiğini öğreniyorsunuz.

 

  • Pazaryerindeki satıcıların teyplerinden ve kafelerde çalınan müzik arasında çok sık Türkçe şarkılar duymak mümkün. Tarkan veya Mustafa Sandal’ ın şarkılarını çalıp dans eden çok sayıda insana rastlamak sıradan bir şey... Bazen çalınan müziğin bestesini tanıyorsunuz fakat sözlerini anlamıyorsunuz. Bunlar, çalgısı Türkiye’deki çalgı ancak sözleri aynı Türkçe ile aynı formatta Kırgızca veya Özbekçe’ye çevrilmiş. Türkçe şarkı ve Türküler, en çok Oş TV’de çalınıyor. Müzik ve sözler Türkçe, klipler oraya uydurulmuş. Bindiğiniz taksi şoförü, sizin Türkiye’den geldiğinizi öğrenir öğrenmez teybine Türkçe bir kaset koyuyor ve size dinletmeye başlıyor. Bildiği bazı kelimeleri size aktarıyor.

 

  • Her yer seyyar satıcılarla dolu... Elinde mesela yarım kilogram ayçiçeği çe-kirdeği olan birini, yol kenarında bunu satarken görebiliyorsunuz. Her türlü sigarayı tek tek, yani tane hesabı alabilirsiniz.

 

  • Şehirde çalışan tüm otomobilleri “dolmuş” olarak düşünebilirsiniz. Değişik hatlara çalışan minibüsler var. Çok eski model minibüsler... Söz konusu dolmuşlara burada “maşrutka” diyorlar. Minibüs durağında beklerken, her hangi bir özel oto durup sizi dolmuş fiyatına merkeze götürebilir. Özel oto sürücüsü gittiği yol üzerinde, ne kadar çok “maşutka yolcusu” kapabilirse, benzin masrafını o kadar azaltabiliyor.   

 

  • Ülke tam bir “su cenneti”... Her tarafta, dere, göl, gölet, nehir ve baraj var. Benim bulunduğum mevsim itibariyle (Mayıs-Haziran) her taraf yem yeşil. Halı döşenmiş gibi... Tepeler, yeşil battaniyeye sarılmış gibi. Tanrı Dağları’nda eriyen karların suları, yumuşak toprakları alıp, bulanık, çamur gibi akarsular halinde aşağılara taşıyor.

 

  • Ülkedeki Özbeklerin hemen hemen hepsinde, küçük çocuklar da dâhil, başlarında takke (dupu) taşıyorlar. Bu takkelerin değişik modelleri var. Namazda başa giyilen tipinden, köşeli ve işlemeli pek çok takke çeşidi görmek mümkün... Sanıyorum bu uygulama, bir kimlik belirtme işareti...

 

  • Ülkedeki insanlar, kahvaltı dâhil, yemeklerde sofralarına evde ne varsa koyuyorlar. Misafir şekeri, bisküvi, börek, çörek, fındık, fıstık, ceviz, yağ, bal ve benzeri her türlü gıda maddesi... Sofralar rengarenk görünümde... Sofra bezleri de renkli basmadan. Birlikte bir renk cümbüşü oluşturuyor. Yemekler hep sörülerde yeniyor.

 

  • Ülkede uzak mesafelere, mesela Celalabad-Bişkek arasında, otobüs seferi yok. “Otovakzal” dinelen terminalde veya Celalabad’ın Pazaryeri girişinde bekleyen taksiler, Bişkek’e gidecek yolcular tarafından ortak olarak kiralanıyor. Bu yolcular kişi başına, mevsime göre değişiklik göstere-biliyormuş, 20 dolar civarında bir ödeme yapıyorlarmış. Şehir içinde çalışan dolmuşlar minibüsten oluşuyor. Çok eski arabalar. Çoğunun kapıları bir iple bağlanmış ve açıldığında kaportaya çarpmasın diye ipin boyu, kapının normal açılma mesafesinde tutulmuş.

 

  • Ülkede, bitkisel çaylar da olmakla birlikte, iki tür çayın tüketimi önemli. “Kök Çay” ve “Kara Çay”. Kara çay, bizim bildiğimiz çay. Kök çay ise daha açık bir renk veren yeşil bitkisel bir çay… Çay, istisnasız tüm öğünlerin demirbaşı... Yemeklerden önce veya yemeklerle birlikte içiliyor. Bardak kullanılmıyor. Çay, porselen demlikle getiriliyor ve yanında piyaleler (kâse-fincan) var. Genellikle şeker kullanılmıyor. İstendiğinde bazen, varsa, getiriliyor.

 

  • Çalışma hayatında kadın temel unsur... Tarlada, bahçede, kafelerde, “aşhanelerde”, atölyelerde, sokakların temizlik işlerinde, pazaryerlerindeki tezgâhlarda ve daha pek çok alanda kadın işgücü hâkim... Erkeklerin ne işler yaptıklarını sorduğumda “çoğu Moskova’ya çalışmaya gitti” diyorlar. Ama onların kazandıklarının, buralara bir katkısı var mı yok mu bilinmiyor ve işareti de görünmüyor.

 

  • Özellikle “güneyde”, Özbekistan yapımı, küçük boy, dört kişinin zor bine-bildiği ve yakıt tüketiminin çok az olduğu söylenen DaiHatsu marka Tico modeli otomobiller revaçta... Fiyatları 2.500 dolar civarında imiş.

 

  • Devrik Lider Askar Akayev zamanında ülkedeki tüm benzin istasyonlarının sahibi Akayev’in oğlunun kontrolü altındaymış. “Kumarbaz olan oğul”, mesela o gece kumarda kaybederse, ertesi gün benzin fiyatları yükselir ve kayıp bu yolla “karşılanırmış”.

 

  • Çok fakir olduğu her halinden belli olan bu ülkede, gelir dağılımının da çok bozuk olduğunu hemen fark etmek mümkün... Bir taraftan çok lüks arabalara sahip insanları, çok lüks yapılmış konut ve villaları görmek mümkünken, temel gıda maddelerini temin etmekte zorlanan büyük bir kitleyi de gözlemlemek mümkün...

 

  • Ülkede yaklaşık 5 milyon insana karşılık, 20 milyon civarında büyük ve küçükbaş hayvan olmasına rağmen, insanların eti kolaylıkla tüketmeleri mümkün değil... Ancak burada çalışan bazı arkadaşlar, “sofralarda etsiz yemek görmedim” diyenler var. Bunu bir türlü anlamış değilim. Çünkü aylık 20 dolara iş bulmanın “şans” olduğu bir ülkede piyasada yaklaşık 3 dolara satılan eti almaları çok zor görünüyor bana...

 

  • Ülkede satılan malların çok büyük kısmı Çin malı… Ülke zaten Çin ile sınır komşusu. Türkiye gibi on binlerce kilometre uzakta olan bir ülkenin piya-salarına hâkim olma iddiasında olan bir ekonominin, hemen yanındaki kom-şusunun pazarına hâkim olması çok normal. Kalitesiz fakat ucuz olan Çin malları, dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi, burada da piyasanın hâ-kimi.

 

  • Devlet Başkanı Akayev’in görevden uzaklaştırılmasının üzerinden epeyce bir zaman geçmesine rağmen, çeşitli yerlere yazılan ve afiş halinde asıl-mış çok sayıda “öz deyişleri” halen silinmemiş...

 

  • Tüm yerleşim yerlerindeki yolların iki tarafında su kanalları var. Yağmur suları buralara akarak tahliye oluyor. Bu iyi tarafının yanında bu kanallar risk de oluşturuyor. Arabanızı park ederken veya bir yoldan diğerine dönerken, kanallara düşme riski her zaman var. Bunun yanında sokak aydınlatmaları da olmağından yayaların da kazaya uğramaları söz konusu.

 

  •  Bişkek’i Celalabad ve Oş’a bağlayan yol güya otoban. Bu yola girişte, bir nizamiye ve görevliler var. Ücreti burada ödeyerek geçiyorsunuz. Güzergâh üzerinde bulunan belli başlı yerleşim yerlerinde de “kontrol noktaları” var. Şu anda bu noktalarda bir kontrol yok ama komünizm döneminde, bir şehirden çıkıp diğerine girerken bu noktalarda kontrol yapılıyormuş. Bağımsızlıktan sonra noktalar yerlerinde bırakılmış ama kontrolden vazgeçilmiş...

 

  • Batılı misyonerlerin ülkenin her yerinde yoğun faaliyetlerde bulunduğu söyleniyor. Celalabad’da, orayı bilen bir öğrencimle, onların yeri olduğu söylenen Zafer Cafe’ye gittim. Şehrin merkezî bir yerinde… Çok güzel dizayn edilmiş, bahçe duvarlarının yapımı devam eden, üç katlı bir bina… Giriş katı kafeterya. Çay, kahve, meşrubat, yiyecek içecek maddeleri satılıyor. Dışarıya göre ucuz. Üst kat, “basın merkezi”... Alt kat İnternet Cafe... Başlangıçta Internet kullanımı ücretsizmiş. Şimdi ücretli yapmışlar ama sembolik bir ücret alınıyor. Burada halka yönelik kurslar düzenliyorlarmış. İngilizce kursu veriliyor. Öğrenciler okul ödevlerini burada hazırlayabiliyorlar. Konfor, ülke şartlarına göre, fevkalade. Uydudan her türlü TV yayınını izlemek mümkün… Bir süre kafeterya kısmında oturup meşrubat içtik. Bir ara bir Fakülteden bir kız öğrencimi gördüm. “Hayrola, burada ne arıyorsun?” dedim. “Aile hayatı ve çocuk yetiştirme kursu”na geldim dedi. “Aile hayatını bunlardan mı öğreneceksin” der gibi baktım...  O da, “Hocalarımız buraya gelmemize pek hoş bakmıyorlar ama ne yapalım, başka yer de yok...” dedi.

 

  • Çu (ya da Çuy), Issık Göl, Talas, Narın, Celalabad, Oş ve Batken olmak üzere 7 Vilayetten (Oblast-Oba) oluşan Kırgızistan’ın nüfusu 5 milyon,  Başkenti Bişkek 900.000 civarında bir nüfusa sahip. İkinci büyük şehri Oş’da 230.000 ve Celalabad’da ise 80.000 civarında insanın yaşadığı tahmin ediliyor. Bişkek’e, 1926 yılında, Sovyet generali Frunze’nin adı verilmiş ve şehir 1991 yılına gelinceye kadar Frunze olarak anılmıştır. Pek çok haritada hâlâ Frunze olarak yer almaktadır. THY uçağı ile giderken de uçağın küçük monitöründeki haritada Bişkek, Frunze olarak gösteriliyordu. 1991 yılındaki bağımsızlıktan sonra şehrin adı Bişkek’e dönüştürülmüş.

 

  • Ülkenin zengin kömür rezervi olduğu biliniyor. Orta Asya’daki tüm kömür rezervinin yarısının burada olduğu tahmin ediliyor.

 

  • Kırgızistan’ın yüzölçümü Türkiye’nin dörtte biri kadardır (198,500 km2).  Ülke hemen hemen tamamen dağlık bir yapıda... Topraklarının ancak yüzde 7’si tarıma elverişli… Geri kalan yüzde 97’lik kısım ise ancak hayvancılığa müsait... Yollarda ve civarında görülen çok sayıdaki hayvan sürüleri bunun işareti sayılabilir. Ülke, kuzeydeki Tanrı Dağları ve güneydeki Pamir Dağları arasında merkezî bir konumda ve deprem kuşağı içinde yer almaktadır. Ülkenin ciddî bir orman varlığı yok... Toplam toprakların yüzde beşi kadar kısmının ormana sahip olduğu bilinmektedir.

 

  • Ülkenin Özbekistan ile 1,099 km, Kazakistan ile 1,051 km, Tacikistan ile 870 km ve Çin ile 858 km sınırı bulunmaktadır.

 

  • Kırgızistan’da  GSMH  (Millî Gelir):  1,4 Milyar ABD Doları,  Kişi  başına  düşen Millî Gelir: 280 ABD Doları,  Enflasyon oranı: % 2,8,  İşsizlik Oranı: % 43  ve Asgarî Ücret: 7 ABD Doları civardadır.

 

  • Ülke nüfusunun %75’inin Müslüman, %20’sinin Rus Ortodoks  ve %5’inin de diğer dinlere mensup olduğu tahmin edilmektedir.

 

  • KIRGIZİSTAN‘da 80’den faza etnik grup yaşamaktadır. Toplumun %66’sını Kırgızlar, %11’ini Ruslar, %15’ini Özbekler, %1’ini Müslüman Çinliler (Dungan), %1’ini Tatarlar, %1’ini Uygurlular, %1’ini Türkler ve kalan kısmını da Ukraynalı, Koreli, Alman, Kazak, Beyaz Rus, Ermeni, Moldovalı, Yahudi, Gürcü, Estonyalı ve Litvanyalılar oluşturmaktadır. Ülkede yerleşik Türk Nüfusun (AHISKA ve KIRIM) yaklaşık 31000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Ancak verilen rakamların hepsini ihtiyatla karşılamak gerekir.

 

  • Narın ve Çuy Nehirleri üzerinde kurulan barajlardan elektrik enerjisi elde edilmektedir. Ülke elektriğinin %90’ından fazlası bu yolla üretilmekte ve kalan kısmı ise kömür yakılarak termal santrallerden temin edilmektedir. Üretilen elektrik enerjisinin bir kısmı Çin, Kazakistan ve Özbekistan’a satılmaktadır. Elektrik konusunda ülke net ihracatçı durumundadır.  Durum böyle olmasına rağmen şehirlerde elektrik sıkıntısı çekildiği, evlerin kışın günlerce karanlıkta kaldığı ve ısıtılamadığı da ifade edilmektedir.

 

  • Ülkenin iki vadisi, güneydeki Fergana Vadisi ile kuzeydeki Çuy vadisi, tarımsal faaliyetin yapıldığı iki önemli bölgedir.

 

 

 

 

 



Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.