Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1831
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10765
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 755
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Okuyucularımıza Sunduğumuz Temel Bilgiler
TANRI DAĞLARI`NA YOLCULUK GÜNLÜĞÜ -1-

ORTA ASYA’NIN ORTASINA                                                      

TANRI DAĞLARI’NA YOLCULUK GÜNLÜĞÜ                                           

                                                                                        ssimsek@sakarya.edu.tr                       

Prof. Dr. Salih ŞİMŞEK

                                        

“Deveyi uçurumdan uçuran bir tutam ottur”

 

Nisan 2005 başlarında Rektörümüz (Sakarya Üniversitesi) Prof. Dr. M. Durman telefonla aradı. Kırgızistan’ın Celalabad şehrinde bulunan Kommersiyalık Enstitüsü Türk Dünyası İşletme Fakültesi’nde bir süre ile görev yapacak bir Profesör veya Doçent iktisatçıya ihtiyaç olduğunu, bu hususta yardımcı olup olamayacağımı sordu. Ben de `araştırayım` dedim. Türk Dünyası Araştırmaları Vaktfı TDAV`ı arayıp detaylı bilgi istedim. Gerekli bilgileri aldıktan sonra, Fakültem ve Üniversitemin de onayıyla, bizzat kendim gitmeye karar verdim. Kırgızistan’da meydana gelen devrim sonucu Fakülte bir ay süreyle tatil edilmiş... Bu tatil süresinde boş geçen bazı derslerin telâfisini yapacak ve öğrencilerin öğretimine katkı sağlayacaktım.

 

Kısa bir süre önce “kadife devrim” yaşayan, yeni iktidarın, yani darbe ile işbaşına gelen hükümetin henüz “muktedir” olamadığı, karışıklıkların hâlen sürdüğü, can güvenliğinin bulunmadığı ve özellikle “yabancıların ciddî tehdit altında” olduğu, orada yaşayan Türklerin bir kısmının alelacele ülkeyi terk ettiği, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu insanların tahliyesi için özel uçak gönderdiği ve ne ile karşılaşılacağı belli olmayan, fakirliğin hüküm sürdüğü, “dünyanın en geri kalmış ülkelerinden birine, yani “meçhul” bir yere gidecektim. Arkadaşlarımın bir kısmı da aynı şeyleri söylediler. Aslında gideceğim ülke benim için meçhul değildi. Çünkü buralarla ilgili pek çok gezi kitabı ve seyahatname okumuştum. Evet, söylenenlerin büyük ölçüde gerçeklik payı var. Ama ne yapayım, serde “seyahat genleri” de var... Seyahat etmek benim bir tutkum. Bir günde fiilen 18 saat araba kullandığım zamanlar oldu. Hiç yorgunluk hissetmedim. Tersine her seyahatin sonunda kendimi daha dinç ve sağlıklı hissediyorum. Bedenen yoruluyorum ama bu yorgunluk dönüşten bir gün sonra geçiyor. Her seyahat, tabiatı icabı, güçlükler taşıyor. Sıkıntılı anları, problem dolu gün ve saatleri olabiliyor. Ama bütün bu sıkıntılar ve güçlükler, döndükten bir süre sonra “tatlı ve hoş anılara” dönüşüyor. Yaşanan problem ve sıkıntılar çabuk unutuluyor, güzellikler hep hatırlanıyor ve zaman geçtikçe “tekrar yaşanması özlemi” doğuyor. Seyahat imkânı ortaya çıkınca,  bir “hoş” oluyorum. İçim içime sığmıyor. Şimdi de bir fırsat çıkmış... “Bir tutam ot uğruna” gitmeye değer diyorum. Ne de olsa gideceğim coğrafya yabancı bir coğrafya değil… Ata-Yurt... Bizim yurdumuz... Atalarımızın at sırtında terk ettikleri Ata-Vatan. Atalarımızın vatanı... Bizim vatanımız...

 

Türkiye’de birkaç ilin dışında gezip görmediğim yer kalmadı. Gördüğün yerleri, tekrar tekrar gezdiğim çok oldu. Gürcistan sınır kapısından (Sarp) başlayıp,  sadece sahili takip ederek, İskenderun’a kadar “sahil turu” seyahatlerim oldu. İnşallah ülkemin gezemediğim ve göremediğim yerlerini de en kısa zamanda “zihnimdeki seyahat arşivime” dâhil edeceğim.

 

Seyahat etmediğim zamanlarda da zihnim hep “seyahat hâlinde” olmuştur. Yüzlerce seyahatnameden oluşan bir arşivim oluştu kütüphanemde... Çok zaman fiilen seyahatte değilsem, kitaplarımla, ruh dünyamda seyahatler yapıyorum. Her seyahat ayrı bir haz veriyor. Seyahat sonunda eve döndüğümde, bedenen yorulmuş, ancak ruhen dinlenmiş, toleransları genişlemiş ve “yumuşamış biri” haline geliyorum. Bu hâlimi yakînen bilen eşim, şayet benim sıkıntılı davranışlar sergilemeye başladığımı hisseder ve beni sinirli olarak görürse “sen şöyle bir gezsen, nasıl olur?” der. Gerçekten eşimin beni iyi anlamış olması, seyahat kararlarımda bana ciddi ölçüde destek olmuştur. Bende “hakkı” çoktur ama bundan sonra onu da gezdirerek, birlikte gezerek, inşallah hakkını ödeyeceğim.

 

Sakarya Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nden 1999 yılı mezunu öğrencilerin hazırladığı yıllıktan bazı alıntılar:

 

Arayan Bulur” sayfasından:                     “Salih Şimşek, Derse Benden Sonra 

                                                                       Geleni Almam Mah. Gezmeyi Severim 

                                                                                Sokak, Çok Gezen Apt. No. Elastiki 0,  

                                                                       EVERYWHERE” (HERYER) 

 

Hocalarımızın En’leri” sayfasından:            “Salih Şimşek: En Gezgin”

Hoca Olmasaydı Ne Olurdu?”sayfasından:    Salih Şimşek: Turist Rehberi”

Bunları Biliyor musunuz?” sayfasından:         “Salih Şimşek: Gittiği yerden başka   

                                                                        yerleri görmek için, aynı yoldan

                                                                        dönmediğini biliyor muydunuz?”   

 

Hocalar Okula Niçin Gelirler?” sayfasından: Salih Şimşek: Gezecek Başka             

                                                                       Yer Kalmadığı İçin”

 

Sakarya’ya 1978 yılı başında geldiğimizde yeni evliydim. İki kişi olarak buradaki hayatımıza başladık. Sakarya’da geçen süre içinde ikisi kız üç evladımız oldu. Büyük kızım Sakine’yi, Üniversiteyi bitirdikten sonra evlendirdik. Şimdi İstanbul’da yaşıyor. Oğlum Mustafa Asım da Marmara Üniversitesi mezunu ve şu anda ABD’de bulunuyor. Üçüncü çocuğumuz Fatma Betül, bu sene İstanbul Üniversitesi öğrencisi oldu.  İstanbul’da yaşıyor. Artık, 1978 yılı başına geri döndük. Tarih, bizim için, tekerrür etti. Yani evde iki kişi kaldık. Allah nasip ederse, bundan sonraki seyahatlerimiz eşimle birlikte olacak. Hele bir de, içini seyahate uygun hâle getirdiğimiz bir minibüse sahip olursak, nerelere gitmeyiz ki... Her türlü riski göze alıp kutupları bile gezmeyi arzu ediyorum. 

 

1973 yılında, daha Üniversite öğrencisi iken İngiltere’ye, trenle,  öğrenci "çalışma kampına” gitmiştim. Orada iki ay kadar çilek ve böğürtlen toplamış, para kazanmış ve kazandığım parayla da 1 ay daha gezmiş ve sıfır maliyetle 3 aylık bir seyahat gerçekleştirmiştim. 1996 yılından beri de istisnasız her yıl yurt dışına seyahatler yaptım. Tercihim, esas itibariyle, kara yoludur. En son, Eylül 2005 başında, iki arkadaşımla, kendi arabamla, Bulgaristan, Romanya, Moldova ve Ukrayna’yı gezdim. Kırım’dan TIR taşıyan araba vapuru ile Zonguldak ve oradan Adapazarı’na döndüm. Çok çeşitli ülkeler gezdim, insanlar tanıdım. Binlerce fotoğraf çektim. Ancak hiçbir seyahatimde günlük tutmadım. Bu durum, herhalde içinden geldiğim “Yörük Kültürü”nü devam ettirmemden kaynaklanıyor: “Geziyorum, görüyorum, yaşıyorum ama gördüklerimi, yaşadıklarımı ve tecrübelerimi kaleme alarak, yazılı ve kalıcı bir belge hâline getirmiyorum”. Kırgızistan’a gitme kararımı verdikten sonra, gözlemlerimi kaleme almaya karar verdim. İşte “Orta Asya’nın Ortasına Tanrı Dağları’na Seyahat Günlüğü” bu kararın sonucunda ortaya çıktı. Gözlemlerimi kaleme alırken çok tabiî davrandım. Bunların bilimsel olup olmamalarına bakmadım. Ne gördüysem, ne söyledilerse ve ne hissettimse öyle yazdım. Seyahat öncesi gideceğim yerleri ciddi olarak araştırma imkânım da olmadı. Her şeyi tabii seyrine bırakıp, çocukluğumdan beri görmeyi çok arzuladığım Tanrı Dağları’nı geçecek, havasını teneffüs edecek ve kendime göz ziyafeti çekecektim. Meşhur dağcı Nasuh Mahruki’nin hatıralarını ve gazeteci Mustafa Balbay’ın “Orta (daki) Asya Ülkeleri” isimli kitabını daha önceleri okumuştum. Bu hatıralardan yakînen bildiğim ancak görmediğim, Issık Göl’ün (sıcak göl) cazibesini yaşayacak, suyuna dokunacak ve havasını içime çekecektim. Gideceğim Fakültede Türk Dünyası’nın her köşesinden öğrenciler vardı ve ben bunlarla bir süre beraber olacaktım. Bu duygularla gitme vaktimin gelmesini sabırsızlıkla bekledim.

 

 

 

28 Nisan 2005 Perşembe

Beklenen gün geldi. Her beklenende olduğu gibi... Bölümden arkadaşlarımız Mahmut Bilen ve Mustafa Çalışır, beni Adapazarı’ndan alıp İstanbul Yeşilköy Hava Limanı’na götürdüler. Kendileri ile vedalaşıp terminale girdim. Valizlerimi verip uçuş işlemlerini yaptırdım. THY’nin 17.00 uçağı ile Türkiye`den ayrıldım. Türkiye saatiyle 22.30, Kırgızistan’ın Başkenti Bişkek saatiyle (29 Nisan) 01.30’da Manas Havaalanı’na indim. İki ülke arasında 3 saatlik bir zaman farkı var. Uçaktan indiğimde, Manas Havaalanı’nda gözüme ilk çarpan şey, ABD savaş uçakları oldu. Havaalanı gördüğüm kadarıyla ABD üssü haline gelmiş. Şaşırdım… ABD’nin Irak’ı ve Afganistan’ı işgali biliniyordu. Ancak Kırgızistan’da durumun bu kadar vahim olduğunu bilmiyordum. Gümrük kontrolü için sıraya girdim. Ülkeye giriş kaşesi vuran gümrükçüler, biri bayan, askeri kıyafet içindeydiler. Başlarındaki Eski Sovyetler Birliği polis ve askerlerinin giydiği iri ve sevimsiz şapkalar hemen göze batıyor. Pasaportumu inceledikten sona giriş mührünü vurdular. Valizleri almak için yürüyen bantta bekledim. Gece yarısı olmasına rağmen hava çok sıcak… Soğuk olacağını sanıyordum. Çünkü ülkenin ortalama yüksekliği 2500 metrenin üzerinde… Yanılmışım. Valizlerimi alıp dışarı çıktım. Orada Manas Üniversitesi’nde bir süredir görev yapan Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi Şaban Kayıhan ve yanında tanımadığım bazı arkadaşlar beni bekliyorlardı. Onlarla tanıştım. Bekleyenlerden birisi Celalabad’dan beni almaya gelen Azerbaycanlı bir öğrenci, Erşan, diğeri Türkiye-Kırgızistan Manas Üniversitesi’nde Yüksek Lisans öğrenimi gören bir genç, Çağatay Karaköy. Şaban Kayıhan, Çağatay Karaköy, Erşan ve ben, Çağatay’ın arabasıyla Bişkek şehir merkezine hareket ettik. Vakit gece yarısını geçti. Ama yol aydınlık ve genişti. Yol aydınlatması çok güzel yapılmıştı. Etraf ağaçlarla dolu, yem yeşil… Merkezde bizim için tutulan eve geldik. Şaban Kayıhan ve Çağatay Karaköy bize veda edip ayrıldılar. Erşan’la bir süre sohbet ettik.  Yattığımda saat 04:00 civarıydı.

 

Bişkek’ ten Celalabat’ta gitmek için TANRI DAĞLARI’nı aşmak gerekiyor. İsterseniz karayolu ile acele etmeden, dağları tırmanarak ve etrafı temaşa ederek, temiz havayı sindire sindire, 12 saat civarında bir yolculuk yaparsınız, isterseniz küçük pervaneli bir uçakla, Tanrı Dağları’nı tepeden seyreden bir yolculukla menzile ulaşırsınız. Fakülte Dekanı, Doç. Dr. Mehmet Yüce ile daha önce yaptığım görüşmede, Bişkek`ten Celalabad`a havayolu ile değil de karayolu ile gitmeyi tercih edeceğimi söylemiştim. Onunla kararlaştırdığımız üzere, buraya geldiğim gece Bişkek`te kalıp gündüz gözüyle Tanrı Dağları`nı geçmeyi kararlaştırmıştık. Bu sebepten perşembe gecesi için Bişkek`te bir geceliğine bir daire kiralamışlar. Bir veya bir kaç günlük veya haftalık daire kiralandığını ilk defa burada öğrendim. Dayalı döşeli bir daire ve fiyatı da otellerden çok ucuz. Ama bu tür yerleri bilen birini tanımak gerek. Orada geceledikten sonra sabahleyin Celalabad`dan kiralanan bir taksi geldi. Şoförüyle tanıştım. Adı Abdürrahim. Celalabad’da taksicilik yapıyormuş ve Özbek’miş. Erşan`la birlikte Lenin Meydanı`nda bulunan ve Türklerin işlettiği Orient Restoran`da kahvaltı yaptık. Şehri turlayarak Manas Üniversitesi Misafirhanesi’ne gittik. Misafirhanede, benim gibi, Celalabad’a gidecek bir öğretim görevlisini, Dr. Nermin Gültek Hanımı aldık. Nermin Hanım, Kazakistan’daki TDAV okullarında da müzik dersleri veren, müzik koroları hazırlayan bir öğretim görevlisi... Kazakistan’dan geliyormuş. Celalabad’daki Fakültenin mezuniyet töreninde görev alacak koroyu düzenlemek ve organize etmek üzere, benim gibi kısa süreli olarak gelmiş. Merkezi İstanbul’da olan Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nın Kırgızistan / Celalabad, Azerbaycan / Baku ve Kazakistan /Almatı`da açmış olduğu fakülte ve bölümler var. Türk Dünyası’nın değişik bölgelerinden ve Türkiye’den gelen öğrenciler buralarda öğrenim görüyorlar. Nermin Hanım da bu okullarla ilgileniyor. Benim gittiğim yer de onlardan biri. Nermin hanımı aldıktan sonra yola düştük, Tanrı Dağları`na doğru hareket ettik. “Tanrı Dağları” adının neden konduğunu hâlâ anlamış değilim. “Üzerine çıkanların Tanrı’ya daha yakın olacağı inancından mıdır yoksa sergilediği ihtişamla, Tanrı’nın hatırlanması gerektiğinden midir?” bilemiyorum. 

 

Tanrı Dağları, Çin’den başlayıp batıya doğru uzanan dağ silsilelerinin adı… Bu dağlara genel olarak Tiyen-Şan dağları da deniyor. Bunlardan Alay Dağları’nın ortalama yüksekliği 5.000 metre civarında. Bu dağların kışın topladığı karlar eridiğinde, oluşan kar suları verimli Fergana Vadisi topraklarına hayat veriyor. Alatoo, ya da Aladağ silsilesi, Issık Göl civarındaki dağların adıdır. Dağın zirve kısımlarının yüksekliği 3.000 metreden başlayıp 5.500 metreye kadar değişebiliyor.

 

İşte bu dağlardan birini tırmanmak üzere harekete geçiyoruz. Hava açık ve berrak… Uzaklarda ihtişamlı ve üzeri bembeyaz karlarla kaplı dağ silsilesi görünüyor. Üç sıra halinde uzanan Tanrı Dağları’nı aşacak, yaklaşık 600 km yol gidecek ve Celalabad’a ulaşacağız. Bişkek’ten itibaren geçeceğimiz yerler arasında Karabalta, Toktogul, Karaköl ve Taşkömür gibi belli başlı şehirler var. Bişkek’in dış mahalleleri tam bir gecekondu… Yol kenarları seyyar satıcılarla dolu. Benzin, mazot, oto lastiği, yedek parça, sebze, meyve, giyim eşyası ve her türlü ihtiyaç maddesi satılıyor. Trafik çok yoğun... Her türlü aracı, büyük çoğunluğu çok eski model, yollarda görmek mümkün. Yol üzerindeki büyükçe bir pazaryerinde durup, yolda yemek için bir miktar meyve aldık. Pazaryeri ana-baba günü gibi... Çok kalabalık. Tezgâhlar birbirine bitişik. Yürümekte güçlük çekiyorum. Bazı kısımlarda da resim çekiyorum. Buradan çıktıktan sonra, hemen arabamızı bıraktığımız yerdeki bir “market”e uğradık. Buzdolabından içecek bir şeyler alacağız. Satıcı, buzdolabını zincirle kilitlemiş. İşaret edince anahtarı çıkardı, kilidi açtı, alacağımız şeyleri çıkardı ve dolabı tekrar zincire vurdu. Şaşırdım ama daha önceden duyduğum “hırsızlık vakaları” için “her halde iyi bir çözüm” diye düşündüm.  Karabalta şehrinden ileride Kazakistan’a geçiliyor. Bizim yolumuz sola doğru devam ediyor. Sapaktan ayrılıp bir süre gittikten sonra sürekli tırmanma dönemi başlıyor. Yol zikzaklarla yükseliyor. Asfalt kalitesi fena değil. Vadi boyunca ilerliyoruz. Küçük küçük dereler birleşerek büyükçe derelere karışıyor, yeni dereler oluşturuyor.  Görünüşte nehir havası vermeseler de yoldaki levhalarda bunlar nehir (river) olarak belirtiliyor. Yol boyunca hararet yapan ve durmak zorunda kalan araçlar var. 1983 model Mercedes arabamızda da bir süre sonra hararet yükseldi. Özbek şoförümüz Abdürrahim, kar sularından oluşan bir dere kenarında durdu. Arabanın radyatörüne soğuk su döktü, harareti düşürdü. Bir süre bekledik. Tırmanma tekrar başladı. Yol boyunca Nermin Hanım, Kazakistan’ı anlattı. Görebildiği kadar ülke, insanları ve eğitim kurumları hakkında bilgi verdi. Türkistan şehri, Yesevi Üniversitesi, Çimkent, yollar ve çöller konuşulan konular arasında... Zaman zaman konuşmalar kesiliyor ortaya sessizlik hâkim oluyordu. Sessizliğin hâkimiyet sağladığı durumlarda, Sakarya Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü Başkanı Prof. Dr. Harun Taşkın’ın “yöntemine” başvuruyor ve orada bulunanlardan her hangi birini “MERHABA” diyorum. Bu hitaba ilk defa muhatap olanlar karşılık olarak “merhaba” diyorlar ama az sonra bir MERHABA, arkasından bir MERHABA deyince, ortalık şenleniyor. Bir süre sonra Merhabalar MERHABEYN’e (çift-duble merhaba) haline dönüşüyor. Burada da öyle yaptım: “Abdürrahim, Merhaba!”. Şoförümüz karşılık verdi “Merhaba”. Derken diğer merhabalar geldi. Artık, sükûtun olduğu her yerde, Merhabalar, sükûtu ortadan kaldırıyor... Bu yöntemi geçtiğimiz yıllarda yaptığım Kosova, Makedonya ve Bosna seyahatlerimde edindiğim dostlarıma da uyguladım. Oralarda da tanıdığım insanlar, benden bahsedilince “merhabalarımızı” hatırlıyorlar. Gönderdikleri E-postalarda da “Merhaba”lar var. Eminim, Balkanlar’da yaygınlaşan bu “Harun Taşkın Yöntemi”, bundan sonra Orta Asya’da da yaygınlaşacak.  

 

Tepeye yaklaştığımızda 3 km uzunluğu olduğu ifade edilen bir tünel önünde durduk. Buradan etrafı seyrettim. Derin derin nefes aldım. Fotoğraflar çektim. Tünele girdik. İçerisi çok karanlık… Aydınlatma yok… Bir süre sonra tünelin sonu göründü. Tünel çıkışında her taraf kar dolu... Ancak hava soğuk değil… Orada da durup, araçlarının hararetinin düşmesini bekleyenler ve etrafı seyredenler var. Aynı zik- zaklarla aşağıya inmeye başladık. Birinci sıra dağı iniyoruz. Aşağıda da yer yer kar görünüyor. Ova görünümündeki düzlüğe indiğimizde, yolun iki yanında derme çatma baraka (konteynır) işyerlerinden oluşan benzin, oto yağı, gıda maddeleri ve çeşitli ihtiyaç maddeleri satılan bir nevi Pazaryerine geldik. Şoförümüz “burası Paris” dedi. Anlayamadım. “Neresi Paris?” dedim. O da açıklama yaptı: “Gece dağdan inerken bakıldığında, buralarda ışıkları olan tek yer burası… Gece ışıl ışıl olur. Bu yüzden, tepeden uzaklardan bakanlar, burayı Paris zannederler” dedi. Bu ovaya “Susamırı” diyorlar. Susamırı, gerçekten görmeye değer, yemyeşil bir ova-düzlük. Yol kenarlarında kar öbekleri var. Civarda görünen tüm dağların üzeri kar kaplı. Ancak yollarda kar yok. Buz gibi kar suları akarsular oluşturmuş. Asfalt yol da fevkalade. Tekrar yükselmeye ve ikinci dağ silsilesini geçmeye başlıyoruz. Eğim pek belli değil ama yükseliyoruz. Bir yere geldiğimizde, bir yol bakım şantiyesinin yanında, Celalabad Vilayeti (“Calalabad Oblastı” diyorlar) Bölge sınırı levhasına görüyoruz ve yaklaşık 4000 metre yükseklikte olduğumuzu okuyoruz. Buranın adı “Ala-Bel” imiş. Devamında ova ve tekrar pek belirgin olmayan diğer silsile dağlar geçiliyor. Biz ilk dağ silsilesini inerken, bu defa ters istikamete, bizim geldiğimiz istikamete giden pek çok araç, hararet yaptığı için yol kenarında soğutmaya alınmış, bekliyorlar. Yol boyunca beş tünel daha geçiyoruz. İlerlediğimiz yol NARIN Nehri’ne paralel gidiyor. Narin Nehri, Tanrı Dağları’ndan doğuyor, ülkenin orta kısmından akarak çok büyük bir baraja hayat veriyor, üzerindeki barajların elektrik santrallerinin ürettiği elektrikle insanları aydınlatıyor ve ısıtıyor, çok lezzetli sazan balıklarına hayat veriyor. Nehir, ülke topraklarını terk ettikten sonra Özbekistan topraklarına da hayat vererek SIR DERYA Nehri’nin sularına katılıyor. Suyun rengi yemyeşil... Nehir, güneşten gelen ışık durumuna göre renk alıyormuş. Gerçekten görülmeye değer güzellikte. Üzerinde barajlar kurulmuş, elektrik enerjisi üretiliyor. Baraj kenarındaki Toktogul yerleşim yerini (küçük bir kasaba ama ora şartlarında şehir) geçiyor ve Taşkömür şehrine varıyoruz. Nehir boyunca ince bir şerit halinde uzanan bir şehir Taşkömür. Uzaktan kömür ocaklarını görüyoruz, ama bir faaliyet de göze çarpmıyor. Bu şehir, burada taşkömürü çıkarıldığı için bu ismi almış... Uzaktan çok katlı çok sayıda bina görünüyor. Bunlar, kömür ocaklarının aktif olduğu zamanlarda kullanılan sosyal konutlarmış. Narin nehrinin rengi burada koyulaşıyor. Belki de kirleniyor. Bulunduğumuz yol ile Taşkömür’ü birbirine bağlayan bir asma köprüyü görüyoruz. Yaklaşıldığında, köprünün bir ayağının çökmüş olduğu, dolayısıyla, üzerinden geçmenin mümkün olmadığı anlaşılıyor. Celalabad`a doğru ilerliyoruz. Yollar bazen çok daha fazla bozuk hâle geliyor. Hava kararıyor, biz hâlâ yollardayız. Virajlar ve bozuk yol sebebiyle yolculuğumuz 10 saati geçti. Şoförümüz “hızlı” birisi olmasına rağmen durum böyle. Akşam oldu. Sağ tarafımda ışıklı bir yerleşim yeri… Şoförümüz buraya geldiğimizde de “burası Kuveyt” dedi. “O ne demek” dedim. “Burası Özbekistan’a geçiş yollarından en rahat olanı. Karşıdan buraya kaçak benzin getirilir. Yani burada petrol çoktur ve Kırgızistan’a göre çok ucuzdur. Bu yüzden adı da Kuveyt’tir” dedi. Tanrı Dağları’na tırmanmaya başladığımızdan beri cep telefonları çalışmıyordu. Buraya geldiğimizde Özbekistan’a ait bir GSM hattı devreye girdi. Çocuklarımı aradım. Hal hatır sordum. Sağ tarafımızda ışıkları görünen yerleşim yeri, Özbekistan`ın Andican şehriymiş. Daha sonraki günlerde bu şehirde, Özbekistan diktatörü İslam Kerimov’un, muhaliflerini yok etmek için büyük bir katliam gerçekleştirdiğini ve binlerce insanı hunharca kurşuna dizdirdiğini öğreniyoruz. Biraz sonra, ilerideki bir yerde, Özbekistan gümrük kapısı-sınır noktasından teğet geçtik. “Celalabad`a az kaldı...” dedi arkadaşlar. Yaklaşık 50 km çok bozuk, tamir hâlindeki yolu, beklediğimizden çok daha fazla zaman harcayarak geçtik. Bir süre sonra bir mola yerinde durduk. Şiddetli yağmur yağıyor. Bir lokantada `şaşlık` yedik. Şiş kebaba burada `şaşlık` diyorlar. Molanın akabinde, nihayet, 12 saati geçen bir yolculuktan sonra, Celalabad`a ulaştık. Celalabad (Kırgızlar bu şehre Calalabad diyorlar), Kırgızistan’ın Başkenti Bişkek ve Oş şehirlerinden sonra üçüncü büyük şehri. Nüfusunu kesin olarak bilen yok. “80 ila 100.000 arasında” diyorlar. Fakülte Dekanlığı’nın misafir öğretim üyeleri için hazırladığı bir daireye yerleştim. Öğretim görevlisi İbrahim Kalkan’ın dairesi ile karşı karşıyayız. Komşuyuz. Kalacağım daire, Sovyetler döneminde yapılan dikdörtgen şeklinde düzenlenmiş 4–5 katlı binaların birinde… Bu binalara burada dom diyorlar, dom Rusça ev-mesken anlamına geliyormuş.  Domların araları kısmen ağaçlık... Zamanında burası çocukların oyun alanıymış. “Bağımsızlıktan sonra” bu tür yerler harabeye çevrilmiş. Salıncaklar sökülmüş, demir aksamında ne varsa götürülüp satılmış. Mevcut görüntü çok kötü… Çöp dökmüşler, yığınla duruyor. Kalacağım mahallenin adı da SPUTNİK… Kuruluşunda uydu-kent olarak kurulmuş ve Komünist yönetimin üst düzey görevlileri için yapılmış. Ancak, Bağımsızlıktan sonra bu daireler, “kapanın elinde kalmış”. Akşam Fakültede görevli arkadaşlarla tanıştık. Geç saatlere kadar oturup, Kırgızistan’da geçtiğimiz günlerde yaşanan olaylar, devrim sırasında burada bulunan Türklerin yaşadıkları olaylar, bölgedeki eğitim kurumları ve benzer konularda sohbet ettik. Fakültede Türkiye’den gelen arkadaşların isimlerinin İbrahim Kalkan, Yunus Düğer, Ferhat Özbek, Ömer Avcı, Hamit Basık, Uğur Soldan, Banu Dündar ve Mustafa Okan Baba olduğunu öğrendim. Nermin Hanımla zaten birlikte gelmiştik. Dekan Mehmet Yüce ile daha önce tanışmıştık. Buradaki arkadaşların bir kısmının birkaç senedir İşletme Fakültesi’nde görev yaptıklarını öğrendim.

 

30 Nisan Cumartesi

Bu gün Fakülte’yi ziyaret ettim. Görevli arkadaşların bir kısmıyla daha tanıştım. Öğle üzeri beni Fakültenin karşısındaki bir kebapçıya, “ASIL CAFE”ye, şaşlık yemeye götürdüler. Bakkal, lokanta, kebapçı, büfe ve benzeri yerlere hep Kafe diyorlar. Bişkek-Celalabad yolundaki pek çok yerde gördüğüm sedir sofralardan (bunlara SÖRÜ diyorlar) birine bağdaş kurup oturduk. Şaşlık, ya da Türkiye’deki adıyla şiş kebabın, gerek malzemenin hazırlanması ve gerekse servis açısından Türkiye kalitesinde değil... Akşam, burada görev yapan bir öğretim görevlisinin düğününe davet ettiler. Türkiye`deki gibi bir konvoy oluşturuldu ve gelin almaya gidildi. Kısa süre içinde, refakatçiler eşliğinde, gelin evinden alındı ve aynen Türkiye’nin çok yerinde olduğu gibi otomobil kornaları eşliğinde, Celalabad’ın girişinde bulunan ve Kırgız kahramanı KURMANBEK’in anısına yapılan heykel önüne gidildi. Buralarda heykellerin yanı sıra, şehir girişlerine ihtişamlı giriş kapıları yapıyorlarmış. Celalabad’ın giriş kapısı da muhteşem... Kırgız motifleri ile işlenmiş bu kapıdan geçilerek şehir merkezine ulaşılıyor. Bura kapı ve heykel önünde resimler çektik. Buradaki törenden sonra gelin ve damat, refakatçiler eşliğinde, Fakültenin çok yakınında bulunan bir düğün salonuna götürüldü. Düğün salonunda masalar pasta, börek, meyve ve meşrubatlarla donatılmıştı. Tören, müzik, animasyon ve oyunlarla başladı ve yaklaşık 5 saat sürdü.

 

1 Mayıs 2005 Pazar

Dün akşam arkadaşlarla tanışma esnasında benim kalacağım dairede Yunus Düğer isimli bir öğretim görevlisinin kaldığını ve benim oraya yerleşmemden sonra kendisinin başka bir eve taşınacağını öğrendim. Yunus’a “isterse birlikte kalabileceğimizi” söyledim. O da memnun oldu. Böylece Celalabad’da geçireceğim zamanın bir kısmını Yunus’la birlikte paylaşacaktık. Öğleden sonra şehir merkezini dolaşmak, merkez ile Fakülte arasında çalışan dolmuşların güzergâhını öğrenmek ve çevreyi tanımak için bir program yaptık. Önce şehir merkezine giden bir dolmuşa bindik. Kişi başına 5 Som (1 som, yaklaşın 37.000 TL, 37 YKR ya da 1 ABD Doları yaklaşık 40 som) ödedik. Kırgızlar, bizdeki “dolmuş” kelimesi yerine Rusça “maşrutka” ifadesini kullanıyorlar. Bir maşrutkaya binip merkeze ulaştık. Şehir merkezi birkaç bina dışında büyük bir pazaryeri… Kalabalık… Çarşı Özbek, Kırgız, Tatar, Çinli, Azerî, Ahıskalı ve daha pek çok farklı etnik kökenden insanlardan oluşan bir mozaik... Sayıların kullanılmasına dikkat ettim, bizimle aynı. Onlar da “bir, iki, üç, dört, .... ,yüz..., milyon) diye sayıyorlar. Ancak yazıldığında, Kril Alfabesi ile yazıldığında anlamak mümkün değil. Bir süre dolaştıktan sonra Yunus, “Türk öğrencilerin işlettiği bir Kafe’ye” gitmeyi teklif etti. “Rahat Kafe” isimli bu mekânda hem çay, kahve ve meşrubat içmek, hem de yemek yemek mümkün. Kafe’ye girdiğimizde Dekan Mehmet Yüce ve bazı öğretim elemanları arkadaşların da orada olduklarını gördük. Masalarına oturup bir süre onlarla sohbet ettik.

 

Yarın Fakültede öğrencilerimizle tanışacağız. İlk dersimizi yapacağız. Rusya’nın çeşitli yerlerinden, “Bağımsız Devletler Topluluğu” ülkelerinden ve Afganistan’dan gelen öğrencilerin olduğunu söylediler. Acaba söz konusu öğrencilerle Türkçe olarak ne kadar anlaşabileceğiz? Gerçi bu öğrenciler bir yıl bu Fakültede Türkçe Hazırlık eğitimi almışlar ama gene de tereddütlerim var.

 

Fakültede yapılan programa göre haftanın ilk dört günü dersim var. Yani haftanın 3 günü çevreyi dolaşmak için vaktim olacak. Türkiye’deki Üniversitelerde bir ders saati 50 dakika olmasına rağmen burada 80 dakika. Üç kredilik bir ders 4 saat yapıyor. Bizim alışık olmadığımız bir durum. “50 dakikalık derslere alışkın olan ben, 80 dakikalık 3 dersi, haftanın 4 günü nasıl yürüteceğim?” kaygısı başladı. Bunların yanında bir ay yapılamayan derslerin “Telafi Dersleri” de olacağından epeyce bir mesai harcamam gerekecek. 

 

Hava çok sıcak… Kaldığım dairenin iki tarafındaki pencereyi açmama rağmen hava sirkülâsyonu hemen hemen hiç yok... Yazları her hâlde aşırı bir sıcak hâkim bu bölgeye.

 

Yarına hazırlık için Türkiye’den getirdiğim bir takım ders materyallerini hazırladım. Derslerin çerçevesini tespit ettim. Kendimi yoğun bir tempoya göre hazırlıyorum.     

 

2 Mayıs 2005 Pazartesi

Bu gün, Celalabad’daki ilk dersimi yaptım. Sınıfa girdiğimde öğrencilerin yüzünde tatlı bir tebessüm gördüm. Sanki daha önceden tanışıyormuşuz gibi bakıyorlardı. “Merhaba arkadaşlar, tanışıyor muyuz?” diye sordum. “Hocam, geleceğinizi daha önceden öğrendik... Sizi bekliyorduk...” dediler. Başlangıç güzeldi. 4 “par” ders yaptık.  80 dakikalık bir zamana burada “Par” diyorlar. Kullandığımız süre 4 par olduğuna göre 320 dakika (aralarda 10 dakika mola var) ders yapmışız. Dersten çıktıktan sonra yorulduğumu anladım. Son yıllarda böyle yoğun, üst üste ders yapmamıştım. Eve geldim. Kanepeye uzanıp biraz dinlendim. Buzdolabı arızalı… Duş almak istiyorum ama şofben de arızalı... “Ne de olsa hava sıcak” deyip soğuk suyla duş aldım.

 

Bir ara Dekanlığa gittim ve idari işler kısmındaki bilgisayardan e-postalarıma bakmak ve Sakarya Üniversitesi Adapazarı Meslek Yüksek Okulu Internet Destekli Öğretim (İDÖ) öğrencilerinin iktisat dersi ödevlerini değerlendirmek istedim. Bu konuda bir heyecan da duyuyordum. Çünkü “Ben Kırgızistan’ın Celalabad şehrindeyim ve oradan Türkiye’deki öğrencilerin ödevlerini değerlendireceğim...” Çok güzel bir teknoloji ve öğretim yöntemi... Arkadaşlar İnterneti açtılar. Uydudan alıyorlar. Sistem o kadar yavaş çalışıyor ki, bahsettiğim değerlendirmeyi yapamadım. Öte yandan bir zorluk daha vardı: Ben bilgisayar kullanırken F Klavye kullanıyorum (ne de olsa daktilo makinesi kullanmaktan bilgisayar kullanmaya geçen bir neslin üyesiyim) burada Q klavye... Klavye üzerinde Latince ve Krilce tuşlar birlikte var. Küçük kâğıtlar yapıştırarak bazı yönlendirme yapılmış ama bana yeterli değil... Bunlarla yazı yazmam mümkün görünmüyor. Denedim, noktayı, virgülü ve soru işaretlerini bulmam, deneme yanılma yoluyla olduğu için, epeyce zaman aldı. Buradan e-posta göndermeyi aklımdan çıkardım da “öğrencilerin ödevlerini nasıl değerlendireceğim” kaygısı aldı beni... Yani işim oldukça zor görünüyor.

 

3 Mayıs 2005 Salı

Başka bir bölümdeki öğrencilerle de ilk dersimi yaptım. Onların tepkileri de dün girdiğim sınıfın öğrencileri gibi... Dersten sonra tekrar İnterneti denemeye gittim. Bir kısım ödevleri değerlendirebildim. Sistem düne göre bu gün daha iyi... Ancak ödevlerdeki noksanlığı belirtmem gerekiyor. Bunun için de her öğrencinin ödevinin durumu ile ilgili birkaç cümle yazmam lazım. Bu ise oldukça zor… Çözümü şöyle buldum: “Teşekkürler”, “Biraz daha dikkat” ve “Biraz daha gayret” gibi kısa ifadeler yazdım. Bu, hiç olmamasından iyiydi. İnternetten gelen elektronik mesajlarımdan ilki, Bölüm Başkanlığı’na vekâleten bakan Yard. Doç. Dr. Mahmut Bilen’dendi: Bana, “Bir aylığına gittiğin ATA-YURDUNA hoş geldin!” diyordu. Yüzüme bir tebessümün yayıldığını hissettim. Güzel bir mesajdı.

 

Saat 15.30 civarında, Fakülte yönetiminin ilk defa düzenlediği “3 Mayıs Türkçüler Bayramı” etkinliklerine davet ettiler. Gittim. Öğrencilerin gösterileri çok etkileyici ve çekiciydi. Tatar, Özbek, Afgan, Azerî, Kırgız, Kazak ve Türkiye’den gelen öğrencilerin gösterileri fevkalade hoş ve zevkliydi. Bir göz ziyafeti çekilmişti bizlere. Gösterilerle ilgili çok sayıda resim çektim. 

 

Önümüzdeki hafta öğrencilerin Vize Sınavları varmış. Bu sebepten gelecek hafta ders yapılmayıp sadece imtihanlar yapılacakmış. Dolayısıyla ben, bu hafta yaptığım derslerle ilgili bir imtihan yapmak durumundayım. Öğrencilerden, daha önceki hocalarından ne tür konuları işlediklerini öğrendim ve benim anlattıklarımla birlikte soru hazırlamak durumundayım. Yazma probleminden dolayı bu soruları elle yazıp fotokopi ile çoğaltmak zorundayım. Akşam hazırlıklarımı yaptım.

 

 

4 Mayıs 2005 Çarşamba

Akşam saatlerinde Dışişleri Bakanımız Abdullah Gül’ün, hafta sonu, Bişkek’e geleceğini öğrendim. Dekan M. Yüce’nin de Bakan ile görüşmesi gerekiyormuş. Bu hususta daha önceden talepleri olmuş. Bakan Abdullah Gül’ ile “ üniversite öğrencilik yıllarımdan ve kendisinin Sakarya’da görev yaptığı sıradaki mesai arkadaşlığımdan ve hukukumuzun olduğundan”  bahsettim Mehmet Yüce’ye. Bişkek’e beraber gitmeye karar verdik. Eğer imkân bulabilirsek, tanışıklığımızdan da istifadeyle, Mehmet Yüce’nin daha fazla bir zaman diliminde görüşmesine yardımcı olabilecektim. Mehmet Yüce’ye, “ben bir sürpriz yapar, bir selam veririm, sen de meramını anlatırsın” dedim.

 

Hazırladığım soruları Yunus’a bıraktım. İmtihanların yapılmasına o yardımcı olacak, ben de döndüğümde değerlendirmesini yapacağım. Yarın Bişkek yolculuğu var. Buraya gelirken gece geçtiğim yerleri gündüz tekrar geçeceğimden mutluyum. Valizimi hazırladım. Şayet gerçekleşirse Bakan ile görüşmeden sonra bir haftalık bir zamanım var. Belki bu süre içinde bir “Kazakistan Turu yaparım” düşüncesindeyim. Çünkü Bişkek ile Kazakistan’ın eski Başkenti Almaatı’nın karayoluyla yaklaşık 2,5 saatlik bir mesafede olduğunu söylüyorlar. “Gitmeye ve görmeye değer” diye düşünü-yorum. 

 

5 Mayıs 2005 Perşembe

Saat 06.00’da Fakültede öğretim görevlisi ve mali işleri yöneten Hamit’in kullandığı otomobille yola çıktık. Celalabad’a gelirken gece olduğu ve çok yağmur yağdığı için fark edemediğim Özbekistan-Kırgızistan sınırı boyunca etrafı seyrettim. Uzaktan Özbekistan’ın Andican şehri görülüyor. Yol boyunca ilginç mezarlıklar ve ilginç mezarlar var... Uzaktan bakıldığında sanki bir yerleşim yeri gibi görülüyor. İhtişamlı Tanrı Dağları (Burada bu dağlara Teengri Too diyorlar) bizi bekliyor. Gelişimde gördüm ama bir daha görmekten çok memnunum.

 

Celalabad’dan ayrılmadan Mehmet Yüce, daha önce bahsettiğim kiralık dairelerden birini kiralatmış. Önce oraya gidecek, eşyalarımızı bırakacak ve sonra da şehri dolaşacağız ve Bakan Bey’in programını öğrenmeye çalışacağız.

Kiralanan daireye yerleştikten sonra Mehmet Yüce’nin bir tanıdığı, Manas Üniversitesi Türk Dili Bölümü’nde görevli İbrahim Şahin’le buluştuk. Bizi, Bişkek’i tepeden seyredebileceğimiz hâkim bir tepeye (burada Krort veya Panaroma diyorlar) götürdü. Bir süre şehri seyrettik. Şehrin genel görünümüne yeşillik hâkim. Hava çok güzel… İbrahim Şahin bizi ATA-BEYİT adı verilen bir yere götürmeyi teklif etti. Kabul ettik. Kısa bir yolculuktan sonra bahsedilen yere geldik. Çevre düzenlemesi güzel yapılmış anıtlardan oluşan bir mekân burası. Anıtlar, Stalin tarafından Kırgız ileri gelenlerinden/aydınlarından (aralarında meşhur Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un babası Törekul Aytmatov da bulunuyor) 137 kişinin hunharca katledildikleri yerde onları anmak için, bağımsızlıktan sonra yapılmış. Ata Beyit Köyünde katledilen bu insanların cesetleri bir kerpiç fabrikasının çukuruna gömülmüş ve ailelerine de hiçbir haber verilmemiş. Cesetlerin yeri yıllar sonra bulunmuş. Zamanın Cumhurbaşkanı Askar Akayev, 1991 yılında, ülkenin bağımsızlığını kazanmasından sonra, bu aydınların anısına büyük bir anıt, mezarlık ve müze yaptırmış. Anıtın girişinde şöyle bir yazı dikkat çekiyor: Adalet eğilir ama yıkılmaz!”. Söz konusu insanların katledildikleri yer bir camekân içine alınmış. İçerisine bakıldığında, yapılan katliamın ürpertisi insanın içini karartıyor. Etrafta Komünizme karşı verilen mücadeleleri sembolize eden başka anıtlar da var. Bu anıtlar, Stalin döneminde işlenen katliamın izleri kanlı bir döneme tanıklık ediyor. Eski adıyla Çon (ya da Çong) Taş (Büyük Taş), yeni adıyla Ata-Beyit Köyü’nde, yani burada, ortaya çıkarılan 137 ceset, zulmün sessiz tanıkları olarak bir dönemin kanlı yüzünü gün ışığına çıkarıyor. Ata-Beyit’teki anıta vardığımızda, elleri arkadan bağlı olarak öldürülen Kırgız aydınlarını sembolize eden dev bir heykelle karşılaşıyoruz. Heykelin biraz ilerisinde insanların mezarları yer alıyor. Kırmızı karanfillerle donatılan mezarların üzerinde, katledilen aydınların isimleri yazılı… Bu isimler arasında yukarıda zikrettiğim Törekul Aytmatov da var… Vatansever bir kişiliğe sahip olmasıyla tanınan, Törekul Aytmatov’un katledilmesinin tek sebebi onun bu yönüymüş. 137 kişiyi koynunda saklayan anıt mezar, büyük bir çember şeklinde dizayn edilmiş. Çemberin ortasında Kırgız bayrağında da yer alan çadır motifi kullanılmış. Mezarların hemen yakınında ise öldürülen aydınların fotoğraflarının ve eşyalarının yer aldığı küçük bir müze bulunuyor. Müzenin girişinin sağ tarafında Cengiz Aytmatov’un şu duygulu sözleri yer alıyor:

“Buralarda hep kuş olarak uçmaktayım. Buradan ayrılmak istemiyorum. Karanlıklarda yıldızlara doğru uçuyorum. Buraya ağlamak için geliyorum. İnsanlar, bu toprağa dikkat edin. Allah bu acıları bir daha yaşatmasın.”

Bulunduğumuz yerden 50 metre kadar ileride, kadınlı erkekli yaklaşık 40 kişiden oluşan bir grup var. Bizleri görünce içlerinden biri yanımıza geldi. Selâm verdi. Burada, katledilen insanları anmak ve onlara dua etmek için gelip kurban kesmişler. Bizleri de bu kurban etinden yemeye dâvet etti. Biz de kabul edip grubun bulunduğu yere gittik. Selâm verip “Türkiye’den geldiğimizi” söyleyince heyecanlandılar. Hepsinin gözleri ışıl ışıl… Sofrada bulunan yaşlı genç, kadın erkek herkes ayağa kalkıp bize “hoş geldiniz” dediler. Sofraya dâvet ettiler.

Kurban etinin yanında sofra rengârenk donatılmış. Bisküviler, börekler, çörekler, misafir şekerleri ve pek çok yiyecek maddesi sofraya dağılmış. Önümüze büyük parçalardan oluşan kurban eti koydular. Yemekten sonra M. Yüce, yemek duası etti. Herkes “Âmin” dedi. Grubun ileri geleni, “Bizler kardeşiz. Her toplumun içinden kötüleri çıkabileceği gibi bizim içimizden de çıkar. Bunlar önemli değil. Sizler ve bizler, farklı coğrafyalardayız ama gönüllerimiz aynı, bizler kardeşiz” mealinde bir konuşma yaptı. Sonra da, “Ne olur bizlere darılmayın. Yakın zamanda yaşanan kargaşa yüzünden Türk kardeşlerimiz zarar gördüler. Biz de  çok üzüldük. Ama o zararı veren Kırgız halkı değildir. Birkaç serserinin hareketini bize mâl etmeyin. Çünkü biz Türk’üz ve Müslüman’ız. Bizlerden irtibatınızı kesmeyindedi. Kendilerine veda edip ayrıldık. Çok duygulanmıştım. Ayrılırken, konuşma yapan kişi arkamızdan geldi ve “bir ricası olduğunu” söyledi. “Bakın bu gün hava açık. Biz de bu güzel havada kurbanımızı kestik, yemeğimizi yaptık. Yeşil çimenler üzerinde soframızı kurduk. Ne güzel. Fakat hava yağışlı olduğunda etrafta altına sığınılabilecek bir yer yok. Tuvalet yok. Abdest alacak bir mahal bulunmuyor. Yardım edin de abdest alıp namaz kılabileceğimiz küçük bir mahal yapılsın!” dedi. Biz de bu “taleplerini Bişkek’te Koordinatörlüğü bulunan TİKA’ ya (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) iletmeye ve onların yardımını istemeye” söz verdik. 

 

Civarı dolaşarak şehir merkezine geldik. Devrim sırasında yağma edilen BETA mağazasının yanındaki, gene talan edilen ve şimdi tekrar açılan, bir Türk lokantasına geldik. Burası, Bişkek’te şu veya bu sebepten bulunan Türklerin bir nevi buluşma yeriymiş... Burada tanıştığımız insanlardan biri, Dış İşleri Bakanı Abdullah Gül’ün, “bu akşam saat 22.00 civarında Hyatt Hotel’e geleceğini ve geceyi orada geçireceğini” söyledi. Mehmet Yüce’nin normal olarak randevusu yarın sabah Büyükelçilikte ve sabah kahvaltısında. “Belki görüşme fırsatı doğar” diye Mehmet Yüce ile o saatte otele gidip, lobide beklemeye başladık. Bakanla görüşme yapma fırsatı arayan çok sayıda yerli ve yabancı gazeteci ile iş adamları da bekliyordu. Burada beklerken bir kişi, oradaki Türk gazetecilerden birine Bakan’ın buradaki programını sordu. Verilen cevaptan, kendisiyle görüşme imkânımın olamayacağını düşündüm. İçimden, “ben, en iyisi, kapıya yakın bir yerde durayım. Bakan girdiğinde şayet beni tanır ve sahip çıkarsa ne âlâ, Eğer fark etmezse, Mehmet Yüce, yarın randevusuna gider...” Bu duygularla bekliyorum. Saat 23.00’de dışarıda ve kapı önünde bir hareketlenme oldu. “Bakan geliyor” dediler. Ben düşündüğüm taktiği uyguladım. Herkes kapıya doğru ilerlerken ben, uygun bulduğum bir yerde beklemeye başladım. Bakan, dış kapıdan girer girmez beni gördü ve “Salih! Ne arıyorsun burada” diyerek yanıma geldi, sarıldık. Kendisine “Hoş geldiniz” dedim. “Balkan coğrafyasını tamamladım, şimdi de Orta Asya coğrafyasını tamamlamaya geldim” deyip kısaca burada oluş sebebimi söyledim. Herkes şaşırmıştı. Etrafımızı, orada problemlerine çözüm arayan Türkler ve Türkiye’den gelen gazeteciler sardı. “Hiç kimseye merhaba demeden Bakan’ın kendisine doğru gittiği bu yabancı kimdi?” Beni gazetecilere ve oradakilere tanıttı ve bir de nükte yaptı: “Bakın benim saçlarımın durumuna, bir de bu arkadaşımın saçlarına bakın! Ne kadar genç kalmış”.  Fırsattan istifade, “Mehmet Yüce ile bana çok kısa bir görüşme imkânı verir misiniz?” dedim. “Gelin” deyip, bütün kalabalığın meraklı bakışları altında lobideki bir koltuğa oturduk. Mehmet Yüce hazırladığı dosyayı takdim etti ve iletmek istediği hususları kısaca sıraladı. Kalktık. “Sayın Bakan, bir hatıra resmi çekebilir miyiz?” dedim, o da “iki tane çektirelim!” dedi. İki poz fotoğraf çektirip vedalaştık. Bakan gittikten sonra gazetecilerin soru yağmuruna tutuldum. Bu sırada Üniversitemizin Genel Sekreteri Zafer Demir aradı. “Bir ihtiyacım olup olmadığını” soruyordu. Teşekkür ettim, her hangi bir ihtiyacım yoktu ve hayatımdan memnundum. Saat 24.00 civarında otelden ayrıldık.

 

6–7–8 Mayıs 2005 Cuma-Cumartesi-Pazar

Sabahleyin Mehmet Yüce, bahsettiğim kahvaltıya gitti. Oradan ayrıldıktan sonra buluştuk. Artık vaktimiz vardı ve “maksat” da büyük ölçüde hâsıl olmuştu. Türkiye-Kırgızistan ortak Üniversitesi olan Manas Üniversitesi’ni ziyarete gittik. Türkiye’den gidip orada görev yapan Maliye Bölümü Başkanı Prof. Dr. İsmail Aktürk hocayı ziyaret ettik. Şaban Kayıhan ile görüştük. Fakültede biraz dolaştık. Üniversite, gerçekten, fizikî olarak çok güzel inşâ edilmiş. Daha sonra şehir merkezindeki Üniversite Rektörlüğü’ne uğrayıp Rektör Vekili Prof. Dr. Seyfullah Çevik ile tanışıp bir süre beraber olduk. Buradan ayrıldıktan sonra şehir turumuz başladı. SUM Mağazası denilen bir iş merkezine gittik. Buradan kendime bir Kırgız şapkası, kalpak aldım. Gezdiğimiz süre zarfında hep bu şapka ile dolaştım. “Bu şapkayla Kırgızlardan farkın yok, konuşmazsan Türkiye Türkü olduğunu anlamazlar” diyenler oldu. Diğer zamanlarımızda Bişkek’i olabildiğince dolaştık. Şehir merkezi modern bir yapıda… Geniş yollar ferah. Trafik yoğun olmasına rağmen pek problem hissedilmiyor. Ana caddelerin etrafı park alanları... Çok güzel ağaçlar var... Tüm bu güzelliklerinin yanında, bakım yok... Modern binaların arka sokakları, yan sokaklar ve şehrin dış kısımları tam bir gecekondu görünümünde... Kırgızların, Manas Destanı’nın meşhur olduğu herkes tarafından bilinir. Bişkek’in dış kısmında, sembolik bir MANAS KÖYÜ inşa etmişler. Destanda adı geçen kişiler ve olaylar, çeşitli figürlerle sembolize edilmiş. Bir nevi müze görünümünde… Etrafta çok sayıda ziyaretçi var. Ellerinde gitar olan bir grup öğrenci de ortalara dolaşıyordu.

 

Bişkek şehir turu esnasında TİKA’yı da ziyaret ettik. Koordinatör Dr. Fahri Solak ile görüştük. Tika’nın buradaki faaliyetlerinden bahsetti. Ata-Beyit’te karşılaştığımız kişinin taleplerini kendisine ilettik. “Eğer buranın hukuki yapısı buna elverişliyse problemi çözeriz” dedi ve “Araştıracağını” söyledi. Buradan ayrılıp şehri dolaşmaya devam ediyoruz. (www.salihsimsek.net sitesinden alınmıştır)


Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.