RUS ZULMÜNE BAŞ KALDIRAN BATIRŞA (BAHADUR ŞAH).

Roza KURBAN

1552 Kazan Hanlığı’nın İşgali

1438 yılında Uluğ Muhammet Han tarafından kurulan Kazan Hanlığı, Kazan Tatarlarının tarihteki son bağımsız devletidir. Kazan Hanlığı, doğal zenginliği, coğrafi konumu açısından her zaman Rusların iştahını kabartmıştır. Ruslar ne yapıp edip, Türk Dünyası için kapı görevini üstlenen ve Rusların ilerlemesini engelleyen Kazan Hanlığını işgal etmeyi amaç edinmiştir. Stalin devri kurbanı ünlü Rus tarihçi Mihail Hudyakov (1894–1936), Rusların Kazan Hanlığını istilası ile ilgili siyaseti hakkında şunları yazmıştır: “ 1540’lı yılların sonuna kadar Kazan Hanlığına karşı Rus siyasetinin toprak fethetme niteliği olmadığını görmüştük. 1540’lı yılların sonunda Rus siyasetinde kesin bir değişiklik olmuş, Kazan Hanlığını fethetme ve onu Rus Devletine dâhil etme fikri doğmuştur. Rus-Kazan ilişkilerinin tüm planı değişmiş, asıl emperyalist istila savaşı başlamıştır. 1549 ve 1550 yıllarındaki başarısız seferler bu yolun ilk adımları olmuş, fakat bunlar Kazan tarihinin normal akışını değiştirmemiştir.” (Hudyakov 2009: 160). Ruslar, Kazan Hanlığının başkentini 1487, 1524, 1530, 1550 yıllarında kuşatmış, 1469, 1506 ve 1545 yıllarındaki kuşatma girişimleri başarısız olmuş, 1487 yılında şehir teslim edilmiş, 1524, 1530 ve 1550 yıllarındaki kuşatmalar ise kısa sürmüş ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 1552 yılındaki Kazan Hanlığının başkentini kuşatmak ve ele geçirmek için Ruslar, İdil Nehri boyuna askeri üs amacıyla Zöye Kalesi’ni inşa etmiştir. Birkaç sefer Kazan’ı alamayan Ruslar Moskova’ya bir kez daha yenilgiyle dönmek istememiştir. 150 bin Rus askerine karşı 33 bin kişi (bunların 30 bini Kazanlı, 3 bini Nogaylıdır) Kazan’ı savunmuştur. Orantısız gücün yanı sıra, Kazazlıların kullandığı 159 tane top, Ruslarınkine oranla daha düşük kalitede olması, Rusların ise en yeni teknik silahlarla donanmış olması, kale duvarlarının yıkımında barut ve mayın kullanması Rusların işlerini kolaylaştırmıştır. Fakat Kazan Tatarları son güçlerine, son nefeslerine kadar direnmeye devam etmiştir. Yalnız askerler değil, çoluk çocuk tüm Kazan sakinleri Ruslara karşı kaleyi savunmuştur. Kale duvarı yıkıldıktan sonra Rus askerleri Kazan’a girdiklerinde dahi dirençle karşılaşmışlardır. Kul Şerif Camii yanında bulunan Tezik deresinde amansız bir savaş gerçekleşmiş, Kul Şerif başta olmak üzere birçok Tatar bu savaşta şehit olmuştur. Son çarpışma Han Sarayı’nda gerçekleşmiştir. 5’e 1 oranındaki eşitsiz güce karşı mücadele veren Kazan Tatarları hem savaşı, hem Kazan’ı, en önemlisi bağımsızlıklarını kaybetmiştir. Huydakov, Kazan Hanlığı’nın Ruslar tarafından işgalini şu sözlerle tanımlamıştır: “Esir düşen Kazan sakinlerinin tüyler ürpertici katliamı, Rus tarihinin en üzücü sayfalarından biridir.” (Hudyakov, 2009: 200). Kazan Kalesi’nin işgalinden sonraki sokaklardaki dehşet verici korkunç manzarayı anlatmak için kelimeler yetersiz kalır. Kadınların feryadı, çocukların gözyaşları, şehit cesetleriyle dolu sokaklar, oluk oluk akan kan… Korkunç İvan’ın Nur Ali Kapısı’ndan şehre girmesi için önce sokaklardaki cesetler kaldırılmış, Rus askerleri ancak bir sokağı temizleyebilmiştir. Kaleye giren gaddar Ruslar, şehri yağmalamış, talan etmiştir. Kazan’da bir tek erkek bile kalmamış, sağ kalanlar ise kale duvarından Kazan Nehri’ne atlayarak ormanlara kaçmışlardır. Şehirde kalan kadınlar ve çocuklar Korkunç İvan’ın emriyle Rus askerlerine köle olarak verilmiştir. 2 (15) Ekim 1552 tarihi Kazan Hanlığı’nın çöküşünün tarihidir. Rus işgalini tek kelime ile ifade etmek gerekirse – bu bir Soykırımdır. M.G. Hudyakov Kazan Tatarlarının yetirdiği değerlerini şöyle kaleme almıştır: “ Zorla mezara götürülen çok sayıdaki insanlar dışında, Kazanlıların çektiği acı, ıstırap ve sayısız gözyaşlarından başka, 2 Ekim kederli günü, kuşaktan kuşağa edinmiş maddi refahın yok olması ve kültür-sanat değerlerinin kaybıdır; şimdiyse bu değerler, dikkat ve ihtimamla saklandığı kuytu köşelerden hiç acımadan çıkarılmış, merhametsizce parçalanmış, berbat edilmiş, zarar verilmiş, yok edilmiştir. Binlerce değerli şey, ziynet eşyaları, kumaşlar, yüksek zanaat ve sanat eserleri bir daha geri dönmemek üzere yok olmuştur. Halk servetine korkunç bir darbe indirilmiş, halkın bu darbeden kendini toparlayabilmesi imkânsızdır. Koca şehir, asker yağmasının kurbanı olmuştur.” (Hudyakov, 2009: 200–201). Yukarıdaki metinde görüldüğü gibi Ruslar hiçbir şeye acımamış, gaddarca davranmıştır. Kazan Tatarlarının kutsal saydığı değerlere, kirli elleriyle dokunan işgalciler telafisi zor olan bir tahribat gerçekleştirmiştir. Kazan Hanlığı’nın işgali, Tatarlar için bir felaket ve facia olmanın yanı sıra, Türk Dünyası’nın kale görevini üslenen hanlık da artık ortada yoktur. Bu saatten sonra Kazan Tatarları başta olmak üzere bölgedeki tüm Türkleri esaret, zulüm ve cefa beklemektedir. Kazan Hanlığı’nın işgalinden sonra Tatarlar Kazan kalesinden 60 kilometre uzaklaştırılmış, tekrar Ruslara karşı isyan ederler korkusuyla silah yapmalarını engellemek için Tatarlara demircilik yasaklanmıştır. Kazan Hanlığı çökmüş, fakat Ruslar bununla tüm Tatarları yok edemedikleri gibi, Tatarların karakterinde olan milli bağımsızlık fikrini de söküp alamamışlardır. Kazan işgalinde sonra da bağımsızlık uğruna savaşım küçük-büyük ayaklanmalar şeklinde süregelmiş ve aradan 460 yıl geçmesine karşın bugün de devam etmektedir.

2 (15) Ekim 1552 tarihinde Kazan’ı işgal eden Ruslar, artık elde ettikleri topraklarla yetinmeyip Tatarları millet olarak yok etmenin yollarını aramışlardır. Tatarları zorla Hıristiyanlaştırma yoluyla Ruslaştırma siyasetinde sınır tanımayan Ruslar her türlü yöntemi denemekten çekinmemişlerdir. Zorla Hıristiyanlaştırma bilhassa XVIII. yüzyılda doruk noktasına ulaşmıştır. Ruslar, Tatar ve Başkurtlar başta olmak üzere bölgede yaşayan Türklere nefes alma alanı bırakmamıştır. Artık bıçak kemiğe dayanmıştır. İsyanların ardı arkası kesilmemiştir. Bu isyanların birisi de tarihte lideri Batırşa’nın adıyla anılan 1755 yılındaki Batırşa Ayaklanması’dır.

XVIII. Yüzyılda İdil-Ural Bölgesi’ndeki Durum

1552 yılında Kazan Hanlığı’nın işgali ile başlayan Rus esareti, bölgede yaşayan Türkler için var olma savaşımına dönüşmüştür. Zorla Hıristiyanlaştırma yoluyla Ruslaştırarak İdil-Ural Bölgesi Türklerini tarih sayfasından silkme isteyen Ruslar, bölgeye bir ellerinde haç diğer ellerinde kılıçla gelmişlerdir. Akıl almaz vergiler ödemek zorunda kalan Türkler, tam anlamıyla Rusların kölesi haline getirilmiştir. Bir zamanlar tarih sayfalarına adlarını altın harflerle yazdıran Türkler artık yoksul esirlerdir. Ruslarla Türkler arasındaki yüzyıllardır süren ve bugün de devam eden mücadele, Ruslar için toprak elde etme ve zenginlik, mal mülk toplama, Türkler içinse bağımsızlık için bir mücadeledir. Tatarlar başta olmak üzere bölgedeki Türklere uygulanan zulmün haddi hesabı yoktur. Ömür boyu askerlik, en zor ve kirli işlerde çalışma gibi yollarla Tatarları yok etmekle birlikte geride kalanları zorla Hıristiyanlaştırmayla Ruslaştırmak için her gün yeni bir kanun çıkarmışlardır. O dönemde Rusya 3 kişi tarafından idare edilmiştir: çar, papaz ve generaller. Çar emirler çıkarmış, papaz ve generaller onun emirlerini yürürlüğe koymuştur. Ruslar, Hıristiyan dinini yaymak için “kamçı veya havuç” yöntemini kullanmıştır. Bazı Türkleri “satın alma” yani “havuç”, bazılarını ise korkutarak “kamçı” yardımıyla yola getirmişlerdir. Zorla Hıristiyanlaştırma bilhassa XVIII. yüzyılda artmıştır. Petro’nun (Moskova 1672–Petrsburg 1725) ölümünden sonra Rusya tahtına oturtulan Anna İvanovna (1693–1740), Müslüman-Türkleri yok etmek için bir program hazırlamıştır. V.İvan’ın kızı ve Büyük Petro’nun yeğeni olan Anna İvanovna 1730-1740’lı yıllarda Rusya’yı idare ettiği dönem Kazan Tatarları için en zor ve en sancılı dönemlerin birisidir. Eğlenceye düşkünlüğü ile ünlü olan Çariçe Anna İvanovna, aynı zamanda zalim ve kincidir ki, bölgedeki Türklere karşı bir soykırım siyaseti uygulamış, yüzlerce köy ateşe verilmiş, insanlar diri diri yakılmış, Hıristiyanlığı kabul etmek istemeyenler en ağır şekilde cezalandırılmıştır. Çariçe 16 Şubat 1736 tarihinde yeni bir karar çıkarmış, bu karara göre İdil-Ural Bölgesindeki Türklerin köyleri ellerinden alınacak ve köylere Rus çiftçileri yerleştirilecek, köy sakinleri acımasız bir şekilde öldürülecek, evleri barkları dağıtılacak, hayatta kalanlar Rus askerlerine esir olarak verilecek veya ömür boyu sürgüne gönderilecektir. Bu kararı yerine getirmek için Kirillov, Rumyantsev ve Tatişçev başkanlığındaki 22 bin Rus askeri İdil-Ural bölgesine gönderilmiştir. Bölgedeki Türkler kılıçtan geçirilmiş ve bir daha isyan etmeyecek duruma getirilmiştir. Çariçe tarafından gönderilen askerlerin yaptığı “marifetler” şunlardır: 1736–1737 yılları arasında İdil-Ural’da 696 Tatar köyü yakılmış, 17 binden fazla Tatar öldürülmüş, 4 bin Tatar ömürlük sürgüne gönderilmiş, 10 bin Tatar kadını ve çocuklar Ruslara esir olarak verilmiştir… Sağ kalan Tatarların 17 bin civarında büyük ve küçükbaş hayvanlarına el konulmuş, kendileri 9194 Ruble para cezasına çarptırılmıştır. Bu rakamlardan görüldüğü üzere Tatarlar maddi manevi bakımdan etkisiz hale getirilmiş, bu olaydan sonra bellerini doğrultmak hiç de kolay olmamıştır. O yıllarda yüzlerce Tatar köyü yakılmak suretiyle yok edilmiş, Ruslara itaat etmeyen binlerce Tatar en ağır şekilde cezalandırılmış, çeşitli işkencelere maruz kalmış, kadın ve çocuklar esir olarak verilmiştir. Anna İvanovna, İdil-Ural bölgesindeki Türklere kıyan askerlerini bolca ödüllendirmiştir. Bölge tam anlamıyla kan gölüne dönmüştür… Zorla Hıristiyanlaştırma yolunda adım adım ilerleyen Ruslar, misyonerler yetiştirmek için okullar açmıştır. Ayrıca Hıristiyanlığı kabul eden Müslümanlar çariçenin çıkardığı karar gereği vergiden muaf tutulmuş, onların vergilerini ise Hıristiyanlığı kabul etmek istemeyen Müslümanlar ödemiştir. 17 Ekim 1740 tarihinde çariçe Anna İvanovna’nın ani vefatından sonra Rusya tahtına Büyük Petro’nun kızı Yelizaveta Petrovna (1709–1762) çıkmıştır. Anna İvanovna tüm Rusya’yı Hıristiyanlaştırma hayali ile yanıp tutuşsa da bu emelini gerçekleştirememiştir. Onun gerçekleştiremediklerini hayata geçirme görevi Yelizaveta Petrovna’ya kalmıştır. Yelizaveta Petrovna’nın ilk işi elinde bulunan Rus olmayanları Hıristiyanlaştırma olmuştur ki, çariçe olduktan sonra 6 Nisan 1742’de çıkardığı ilk karar, askerlik yapmakta olanların hepsinin Hıristiyanlaştırılması ve 10–12 yaşında askere alınan Türk çocuklarının ömür boyu askerlik yapmasıdır. Müslümanları yok etme yolundaki çariçenin ikinci adımı ise, 19 Kasım 1742 tarihli kararı, tüm camilerin yıkılması ve yenilerinin yapılmasının yasaklanması yönünde olmuştur. Bu karar gereği, Kazan vilayetindeki 536 camiden 418’i yıkılmış, Sibirya’daki 133 camiden 98’i yakılmış, Astrahan’daki 40 camiden 25’i yıkılmıştır. Sadece Kazan ve Orenburg vilayetinde 270 bin Türk zorla Hıristiyanlaştırılmıştır. Çariçe Yelizaveta Petrovna, Müslümanları köşeye sıkıştırmak için üst üste kanunlar çıkarmıştır. Örneğin, 28 Eylül 1743 tarihli karara göre, Hıristiyanlığı kabul eden Müslümanların vergileri Hıristiyan dinini kabul etmeyenlerin üzerine yüklenmiş, ayrıca Hıristiyanlığı kabul edenler ağır işlerden muaf edilmiş, doğal olarak bunlar da dinini değiştirmek istemeyenlerin sırtına atılmıştır. 22 Haziran 1744 tarihli karar ise, Müslümanların cami yapmasını yasaklamakla birlikte, yerleşim bölgesinde bir tek Hıristiyanlığı kabul eden Müslüman olsa dahi camiler yasaklanmış, mevcut olanları da yıkılmıştır, bunun dışında Hıristiyanlığı kabul etmek istemeyenler bulundukları yerden göç etmek zorunda kalmıştır. Köylerini terk etmek istemeyenler, asker zoruyla köyden uzaklaştırılmış, bu da azmış gibi geri dönerlerse açlıktan ölsünler diye hem köy hem de civardaki ekin tarlaları yakılmıştır. Bu karar gereği, binlerce Müslüman-Türk ailece ormanlara sığınmıştır. Çariçe Yelizaveta Petrovna, zorla Hıristiyanlaştırmayı kaldırmış gibi görünmek, halkın gözünü kapatmak için aldatıcı kararlar çıkarmıştır. Onlardan birisi de Hıristiyanlığı kabul etmek istemeyenlerin idam cezası kaldırılmış, onun yerine onların dil ve burunlarının kesilmesini emredilmiştir. Tarihçilerin dediklerine göre, Yelizaveta Petrovna’nın idare ettiği 20 yıllık süre içerisinde Rusya nüfusunun yarısı “dilsiz” kalmıştır. Çariçenin Hıristiyanlığı seçme ile ilgili emri Tatarcaya çevrilmiş ve halka okunmuştur. Hıristiyanlığa geçen Müslümanlara büyük kolaylıklar vaat eden bu emirde şu satırlar bulunmaktadır: “Hıristiyanlığı seçenler tüm haklara sahip olacak, fakat onlar vaftiz olurken Kuran ve Muhammet’ten vazgeçmek zorundadırlar! Sözlü ve yazılı olarak Kuran’ı – pis bir kitap, Muhammet’i yalancı bir peygamber, diye ant etmek zorundadır! Ey, Tatarlar! Siz ancak Hıristiyan dinini kabul ettiğinizde mutlu olacaksınız, sizin için kurtuluş yolu, hayatta kalmanın yegâne yolu – vaftiz olup Hıristiyan olmaktadır!”

1552 yılındaki Kazan Hanlığı’nın işgalinden sonra, 1555 yılında Ural bölgesini, 1556 yılında aşağı İdil Nehri’ndeki Astrahan’ın Ruslar tarafından ele geçirilmesi Türkistan’ı parçalamış ve zayıflatmıştır. Rusya toprağı Korkunç İvan devrinden (1584), II. Yekaterina devrine (1775) değin 200 yıl içinde 5 misli büyümüştür. (Kurban, 1998: 95). Zorla Hıristiyanlaştırma yolunda sınır tanımayan Ruslar, İdil-Ural bölgesinde olası ayaklanmalara karşı tedbir almak amacıyla kaleler inşa etmişlerdir. Buna örnek olarak, Ural Dağlarının güneyinde Or Nehri boyundaki Orsk Kalesi (1740) ve Ural Nehri’nin Sakmar Nehri ile birleştiği yerde 1735 yılında inşa edilen Orenburg Kalesi, Yelşan Kalesi (1736), Bozaulık Kalesi (1736), Totsk Kalesi (1736), Çernoreçenskoye Kalesi’nı (1736) göstermek mümkündür. Yapılan kalelere bakıldığında Ural bölgesi Ruslar tarafından abluka altına alınmıştır. (Abzalova-Selmanova, 2012: 137). 1742–1757 yıllarında Orenburg vilayetinde 70’ten fazla askeri üs yapılmış ve bölgede 25–50 bin civarında silahlı asker görev yapmıştır, ayaklanmalar sırasında bu sayı 100 bini bulmuştur. Bir taraftan topraklarını genişleten Ruslar, diğer taraftan bölgenin doğal zenginliklerini yağmalamıştır. Daha önce bölgede hiç fabrika olmamasına karşın, bölgeye yerleşen Ruslar, petrol, kükürt, tuz, değerli taş, mermer vs. üretimi amacıyla fabrikalar kurmuştur. Bölgede fabrika kurmanın amacı yalnız doğal zenginlikleri yağmalamak için olmadığını Z.V. Togan şöyle ifade etmiştir: “ Kirilov’un raporunda bahsolunan Başkurtları yatıştırmak için bu memleketin her yerinde kale ve istihkâmlar kurmak ve burada alaylar yerleştirmek lazımdır, düşüncesi de gerçekleştirildi; böylece Nogay Yolu’nda (daruga)[1] Usol nehrinde Bogoyavlinski bakır fabrikası (1751–1752), Ak-Edil’de Asqın nehrinde Arxangelsk bakır fabrikası (1752–1753), Iq nehrinde Poxrovski bakır fabrikası (1754), Ak-Edil’de Evcan nehrinde Avziyano-Petrovski demir fabrikası (1754), Kana nehrinde Kananikolski bakır fabrikası (1751), Ak-Edil’de Irgızlı nehrinde Voznesensk bakır fabrikası (1754), Sibir Yolu Başkurtları arasında Kesli nehri üzerinde Kaslinsk bakır fabrikası (1751), Satqı ve Quvaş nehirleri üzerinde Zlatoust demir fabrikası (1751), Kazan Yolu’ndaki Başkurtlar arasında Kides nehri üzerinde Verxne-Troytski bakır fabrikası (1752), Şaran nehrinde Arxangelsk bakır fabrikası (1752), Bayraş nehrinde İşterikovski bakır fabrikası (1751) kurulmuş ve bunlara Başkurtlar değil, binlerce Rus köylü ve amelesi getirilip yerleştirilmiştir. Bütün bu fabrikalar Başkurtların muhtariyetini sona erdirmek yolundaki en cezri tedbirlerdi.” (Togan 2003: 87–88). 1744 yılında Ural bölgesi Kazan vilayetinden ayrılmış ve Orenburg vilayeti kurulmuş, bölge valisi olarak İvan Nepluyev (1693–1773) tayın edilmiştir. Ural bölgesindeki bu fabrikalar, İvan Neplyuyev’in eseridir. Konuyla ilgili XIX. yüzyıl Rus tarihçisi V.N.Vitevskiy şöyle demiştir: “ Orenburg vilayetinde Neplyuyev’a kadar hiçbir fabrika olmamıştır; onun döneminde 28 fabrika kurulmuş, 3 fabrikanın yapılması planlanmıştır.” XVIII. yüzyıl ortalarında Ural bölgesinde 50 civarında büyük-küçük fabrikan kurulmuş, doğal zenginlikler talan edilmiştir. Yerli bölge halkının payına düşen ise sadece yoksulluk ve yüksek vergiler olmuştur. Bugüne kadar doğal zenginliklerden yararlanan halk artık tuzu bile satın almak zorunda olmuştur. Bölgedeki Türkler ya Hıristiyanlığı kabul ederek köylerinde kalmış, ya da sürülmüş, onların yerine Rus çiftiler getirilmiş ve böylece yerliler kendi evinde yabancı haline gelmiştir. İdil-Ural bölgesi Türklerinin durumu gün geçtikçe daha da ağırlaşmış, bölge halkı yoksulluğun sınırına gelmiştir. Ruslar ise bunun aksine Türklerin fakirleşmesi pahasına gün be gün daha da zenginleşmiştir. Fabrika ve kalelerin kuruluşu sırasında da Hıristiyanlığı kabul etmeyen Türkler en ağır işlerde gözetim altında çalıştırılmış, itiraz edenler ise cezalandırılmıştır. Bölgedeki Türkler, tüm zorlukların dışında millet olarak ayakta kalmak için, Rusların zorla Hıristiyanlaştırmasına karşı da büyük direniş göstermişlerdir. Çeşitli yollarla Hıristiyanlaştırmanın istatistik bilgilerini tarihçi F.İslayev şöyle vermiştir: “ Rus olmayan milletleri Hıristiyanlaştırmak için kullanılan yöntemler sonucu İdil-Ural bölgesinde 1741–1755 yılları arasında 335 789 kişi Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Tatarlar 1747 yılına kadar İslam Dinine sadık kalmıştır. O yıllarda Tatarlar arasında da Hıristiyanlığı kabul edenlerin sayısı artmaya başlamıştır. 1749 yılında 2041 Tatar vaftiz olmuştur. 1748–1755 yılları arasında 9648 kişi Hıristiyanlığa geçmiştir.

Hıristiyanlığı kabul edenlerin etnik sayısı şöyledir: Çuvaşlar – 178 130, Mariler – 58 729, Mordvalar – 40 668, Votyaklar – 36 505, Tatarlar – 10 732 kişidir. Hıristiyanlığa geçen Tatarların büyük çoğunluğu Kazan, Zöye, Sember bölgesindendir.” (İslayev, 2005: 48). (Çev. R.K.)

Zorla Hıristiyanlaştırma, gerçek manasında Haçlı Seferi’ne dönüşmüş, ellerinde haçlı papazlar atlı silahlı jandarma eşliğinde köylere baskın yapmış, tüm köyü meydana toplamıştır, bu vahşette kaçıp kurtulmak için mahzenlere saklananlar da bulundukları yerden zorla çıkarılmıştır. Karşı gelenler ise halkın gözünün önünde diri diri yakılmış, değerlerine ibret olsun diye… Tüyler ürpertici bu manzarayı büyüklerinden dinleyen ve uzun yıllar arşivlerde çalışan Tefkil Vafin’den dinleyelim. Vafin, XIX. yüzyıl ortalarında Zöye bölgesinde yaşanan olayları şöyle kaleme almıştır, tüm köy sakinleri asker zoruyla nehir boyuna götürülmüş, papazlar önce nehri kutsamış, sonra askerler köylülerin suya girmesini sağlamış. Vaftiz olmak istemeyenler suda boğulma girişiminde bulunsalar da amaçlarına ulaşamamışlardır. Askerler onları sudan çekip almış. Halk şaşkın, yaşlılar ölüme hazırlanırcasına tedbir getirmiş, çocuklar hıçkıra hıçkıra ağlamış, kadınlar – korkudan sessiz, erkekler çaresizdir… Papazlar kilise şarkıları eşliğinde, kalabalığın üzerine su serperek Tatarları vaftiz etmeye başlamıştır. Nehir kıyısında ikonalar konmuştur… Ve sudan çıkan Tatarları… haç beklemiştir… “İnsanları sürükleyerek teker teker sudan çıkarmışlar. Erkeklerin başlarındaki tübeteylerini (Tübetey – Tatarların giydiği geleneksel başlık) çıkartıp atarak, kadınları ağlatarak, çoluk-çocuğun bağırmasına aldırmadan vaftiz etmişler. Boyunlarına kalaydan yapılmış haç takmışlar. Haçın ipleri liften yapılmıştır. Onun çabucak çözülmemesi için ıslatarak bağlamışlar. Büyükannemin söylediklerinden: “Annem, o haçı zorla boyuna takmaktansa, bıçaklasalar daha iyi olurdu, diyordu.” Vaftiz merasimi birkaç saat sürmüş.” (Vafin, 2011: 84) (Çev. R.K.) Bu merasimden sonra herkes istese de istemese de Hıristiyan sayılmıştır. Papazlar bununla da yetinmeyip tüm evleri su serperek kutsamışlar, köylüler her daim göz hapsinde tutulmuştur. İbadet artık kilisede yapılmalı, çocukların adını papaz koymalı, evlenme töreni kilisede gerçekleşmeli, ölenler Hıristiyan mezarlığına defnedilmeli v.s. Kurallara itaat etmeyenler en ağır şekilde cezalandırılmıştır. Müslüman köyleri cehenneme dönmüş, insanlar cehennem hayatı yaşamıştır. Fakat İdil-Ural bölgesi Türkleri Rusların bu zulmü karşısında sessiz kalmamış, millet olarak ayakta kalmak için büyük savaşım vermiştir. Kazan Hanlığı işgalinden sonra bölgede birçok isyan patlak vermiştir.

Batırşa Kimdir?

Batırşa’nın hayatı ile ilgili bilgiler çeşitli kaynaklarda farklı şekilde verilmiştir. Tarihte Batırşa veya Batırşah adıyla bilinse de, tarihçiler onu Gabdulla Aliyev, Batırşa Aliyev, Gabdulla Myazgaldin adıyla tanıtmışlardır. Ünlü tarihçi Gaysa Höseyenov’a göre, Batırşa’nın gerçek adı Bahadirşah Miñlegali oğlu (Galiyev), halk arasında ise onun adını kısaltarak Batırşa diye adlandırmışlar; Gobeydulla Mezgıtdin – onun lakabıdır. Rizaetdin Fehretdin’e göre, Batırşa’nın gerçek adı Gabdulla Tuktargali oğlu (Galiyev). Bu fikri F.İslayev da desteklemektedir. (İslayev, 2005: 68).

Bugüne kadar Batırşa’nın doğum yeri ve doğum yılı ile ilgili kesin bir bilgi olmamaktadır. Bazı tarihçilere göre, Batırşa 1715 yılında 35 haneli Karış (bazı kaynaklarda Karışbaş) köyünde Mişer Tatarı olan Tuktargali Dusaliyev ailesinde dünyaya gelmiştir. Karış köyünü 1693 yılında Rusya’ya zorunlu askeri hizmette bulunan Tatarlar kurmuştur. 1702 yılında köye göç eden 23 aile arasında Batırşa’nın babası molla Tuktargali Dusaliyev’in ailesi de bulunmuştur. Tuktargali Molla’nın nereden geldiği bilinmese dahi köye Nijgar taraflarından, Alatar, Kurmış, Arzamas vilayetlerinden göç ettikleri malumdur. A.P. Çuloşnikov, S.M. Vasilyevler P.İ. Rıçkov’un kitabındaki bilgilere dayanarak Batırşa’nın doğum yılını 1710–1715 olarak vermişlerdir. M.İ. Ehmetcanov, Batırşa’nın doğum tarihini 1711 yılı olduğunu yazmıştır. “Tatar Ansiklopesi”nde 1710–1715 yılları, “Başkurt Ansiklopedisi”nde 1709, 1717 yılları Batırşa’nın doğum yılı olarak gösterilmiştir. Batırşa’nın doğum tarihi ile ilgili bir bilginin bulunmamasının nedeni, arşivlerde konuyla ilgili malumat eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Batırşa yakalandıktan sonra Moskova’daki sorgulamasında: “Yaşım 30’dan fazla, kesin olarak kaç yaşında olduğumu bilmiyorum” demiştir. Batırşa’nın sorgulanmasına katılan P.Rıçkov, onun yakalandığında 46 yaşında olduğunu kaydetmiştir. 1756 yılında 46 yaşında yakalanan Batırşa’nın doğumu 1710 (1756–46=1710) yılı olsa gerek. Tahminlere dayanarak, Batırşa 1710 yılında Ufa vilayetinin Sibirya Yolu’nun Karış köyünde dünyaya gözlerini açmıştır. Bugünlerde bu köy, Başkurdistan’ın Baltaç bölgesinde olup, Yukarı Karış olarak adlandırılmaktadır. (İslayev, 2005: 69).

Batırşa, ilk eğitimini babası Tuktargali Molladan aldıktan sonra, Taysugan köyünde (şimdi Elmet bölgesi) Gabderrahman Molla medresesinde eğitimine devam etmiştir. Gabderrahman Molla, Batırşa’nın gelecek vaat eden bir öğrenci olduğunu fark etmiş olmalı ki, ona Kazan vilayeti Alat Yolu’ndaki Taşkiçü Medresesi’ne gitmesini önermiştir. Batırşa 1734–1744 yılları arasında adı geçen medresede eğitim görmüştür. O, bölgenin tanınmış mollası Gabdesselam Urazmöhemmed’den (bazı kaynaklarda adı sadece Uray olarak geçmektedir) dini derslerin dışında dünyevi dersler de almıştır. Batırşa’nın milli bağımsızlık mücadelesi lideri olarak şekillenmesinde Gabdesselam Molla’nın etkisi büyüktür.

Batrışa’nın medresede eğitim aldığı yıllar, Çarlık Rusya’sının Müslümanlar üzerindeki baskısı doruk noktasına ulaştığı yıllardır. O, zorla Hıristiyanlaştırma siyasetini kendi gözleriyle görmüş, Rus baskı ve zulmünü ensesinde hissetmiştir. Batırşa’nın 1744 yılında eğitimini yarıda bırakmasının sebebi, 1742–1743 yıllarında bölgedeki medreselerin kapatılmasıdır ki, Taşkiçü Camii’nin yıkılması o yıllara denk gelmektedir. O zamanlar Taşkiçü 40 haneli bir köy olup, köy sakinleri arasında Kreşenler (zorla Hıristiyanlaştırılmış Tatarlar) olmamıştır. Batırşa tahsilini bitirdikten sonra önce Ufa’nın Usa Yolu’ndaki Geyne nahiyesine bağlı Küzemyar-Bayavıl köyünde ( şimdilerde Perm Bölgesi Barda İli) ve 1746–1749 yılları arasında İset vilayeti Kuşanak bölgesinin Möslim Eşirov köyünde (şimdilerde Çilebe Bölgesi Möslim köyü) müderrislik ve imamlık yapmıştır. Batırşa köy yöneticisi (starşina) Möslim Eşirov ile yakın ilişkilerde bulunmuştur ki, 1747 yılında onun kız kardeşi Zölbahar Xöseyen’in kızı Zölhebire ile evlenmiştir. Batırşa ile Zölhebire çiftinin Tacettin adında bir oğlu ve Zöleyha ve Saliha adında iki kızı dünyaya gelmiştir. 5 yıl aradan sonra köyüne dönen Batırşa, köyünde imam olarak seçilmiş, medrese açmış ve şakirtlere ders vermiştir. Çok zaman geçmeden Batırşa’nın açtığı medresesi, tüm civar köylere şan salmıştır. Köy medresesine sadece köylü ve civar köyün çocukları değil, eğitim almak için Kazan, Könger ve İset vilayetlerinden de Tatar-Başkurt talebeleri gelmiştir. Gün geçtikçe Batırşa’nın ünü daha da artmıştır ki, 1754 yılında o Ufa vilayetinin Sibirya Yolu’nun akhundu (yüksek dereceli imam) olması teklif edilmiş, fakat bölge yöneticisi (starşina-binbaşı) Yanış Abdullin’in karşı çıkması ile bu göreve atanamamıştır. Müslümanlar yaşayan birçok yerde bulunan Batırşa, Rusların zorla Hıristiyanlaştırma siyasetinin bizzat tanığı olmuş, bu zulmü durdurmanın yollarını aramıştır. Hıristiyanlaştırma yoluyla Ruslaştırmayı durdurmak için mücadeleden başka çare olmadığını anlayan Batırşa, milletinin kaderini değiştirmek için Ruslara karşı isyan bayrağı açmaya karar vermiştir.

Batırşa İsyanı (1755).

İktisadi yağma, siyasi ve dini zulüm gün geçtikçe artmış, çekilemez hale gelmiştir. Gün geçmemiş ki bölge halkı aleyhinde bir karar çıkmasın. Zaten bölgede yaşayan Türkler çok ağır yükümlülük altında geçimlerini sağlamıştır. 1754 yılının Mart ayında çıkan “Tuz Kanunu” bardağı taşıran son damla olmuştur. XVIII. yüzyıl ortalarında İdil-Ural bölgesindeki durumu S.İ.Rudenko şöyle kaleme almıştır: “Daha önce bekçilik görevini esas olarak tarhanlar yapar, 18.yüzyıl ortalarından başlayarak bu göreve bütün haraç ödeyen halklar çekilir. İlkbahardan sonbahara kadar 8 aileden bir kişi “her kişi 2 at ile” bu görevi yapar. İşte o zaman Başkurtlara posta kamplarını geçindirme veya kamplar arasında posta yüklerini at arabasıyla taşıma gibi ağır yükümlülük getirilmiş ve bu yükümlülük genişletilmiştir. Başkurtlardaki genel hoşnutsuzluk 1754 yılındaki buyruktan dolayı patlak verir. Bu buyruğa göre, halkın önceden serbest yararlandığı tuz kaynakları yasaklanır ve 1 pud ( pud, 16,3 kilograma eşit olan ağırlık birimidir) tuzu hazineden 35 kuruşa satın alma zorunluluğu getirilir. Bunun yanı sıra eskiden toplana gelen haraçlar da alınmaya devam eder.” (Rudenko, 2001: 35). Ruslar tuz satma yoluyla hazinenin gelirini 4 katına çıkarmayı planlamıştır. Bölge halkı arasında gergin bir ortam yaratan “Tuz Kanunu” ayaklanmaların alevlenmesinin de nedenlerinden birisi olmuştur. Tüm yaşanan baskı, zulüm, sürgün, işkence, iktisadi zorlukların canlı şahidi olan Batırşa milletini Rus Emperyalizminden kurtarmak için bölgede yaşayan Türklere cihat çağrısında bulunulan bir müracaat yazmıştır. 1755 yılının Mayıs ayında Nogay Yolu Kelçir-Tabın nahiyesinden İsmail adlı bir Başkurt Batırşa’ya bir mektup getirmiş. Bu mektupta Başkurtların Mayıs ayı sonlarında isyana hazırlandıkları hakkında haber verilmiştir. Mektup, bölge halkının Batırşa’yı ayaklanmanın lideri olarak gördüklerinin delilidir. Batırşa’yı ayaklanmanın lideri olarak seçilmesinde hiç kuşkusuz onun insani vasıflarının önemi büyüktür. Zeki Velidi Togan, Batırşa’nın kişilik özelliklerini şu satırlarla ifade etmiştir: “Son derece cesur ve anut (inatçı) bir zattı… Kendisi siyasi bir zattı. Az söyler çok dinlerdi… Batırşah âlim ve tarihten de haberdar olduğundan Türkistan, Khiyva ve Buhara halklarını da Ruslara karşı uyanık bulunmaya davet eden bir mücahittir.” (Togan, 2003: 89, 97). Mektuptaki haber, Batırşa’nın “müracaat” , kendi tabiriyle “tahrizname” yazmasına neden olmuştur. Bölge halkının bir birinden habersiz hareket etmemesini sağlamak, topyekûn ayaklanmak amaçlı yazılan ve 9 sayfadan ibaret olan bu müracaatı Batırşa 1755 yılının Mart-Mayıs aylarında hazırlamıştır. Batırşa’nin müracaatı, Rus emperyalizminin sömürge siyasetini açık bir şekilde örneklerle gözler önüne sermiştir. Rus sömürgesinden millet olarak yok olmadan kurtulmak gerektiğinin altını çizmiştir. Batırşa sözlerini Kuran’dan ayetler ve hadislerle de desteklemiştir. O, millete müracaatında kâfir Rus’a hizmet etmemeye davet ederken şöyle demiştir: “Gelecekte bu kâfire itaat etmeyelim, boyun eğmeyelim, onun dediğini yapmayalım!” Batırşa yalnız Başkurt ve Tatarları değil, Kırgız-Kazakları da Ruslara karşı uyanık olmaya, onların gönderdiği hediye ve mallara kanmamaya, kurduğu tuzaklara düşmemeye, dikkatli olmaya çağırmıştır. Rusların fitne-fesat gibi çeşitli sinsi yollarla bölgedeki Türklerin aralarını bozarak bölmeye çalışması kimse için bir sır değildir. Batırşa müracaatında : “ Ey doğru iktisatlı, pak dinli müminler, katlanınız! Birleşiniz! Birleşiniz! Gazilik atlarınızı ve silahlarınızı hazırlayınız! Ok, kılıç, mızrak ve her ne lazımsa, elinizden geldiğince hazırlayınız!” demiştir. (İslayev, 2005: 76). (Çev.R.K.) Bölge halkının durumunu etraflı bir şekilde kaleme alması, sömürgeci Rusları bölgeden defedip Tatarların devletini yeniden kurmak gibi amaçları Müslüman Türklerin önüne koyması müracaatın önem ve anlamını daha da arttırmaktadır. Din adamları, bilginler, komşu Kazak-Kırgızların da onayıyla ayaklanmanın günü Ramazan Bayramından sonra 3 Temmuz 1755 olarak belirlenmiştir. Genelde ayaklanmalar aniden patlak verir, günü belli olmaz. Fakat Batırşa Ayaklanması, belki de tarihte bir ilktir bu bakımdan, çünkü ayaklanmanın hem amacı, hem planı, programı, hem de yapılacağı tarihi belli olmuştur. Tahrizname tamamlandıktan sonra Batırşa şakirtlerini Sibirya, Nogay, Usa ve Kazan Yollarına göndermiştir. Batırşa’nın öğrencileri Müslüman Türkler olan her yerde propaganda işlerini başarılı bir şekilde yürütmüş, topluma ulaşmayı başarmıştır. Batırşa kendisi de boş durmamış halkın arasına karışmıştır. Böylelikle Batırşa’nın millete müracaatı tüm bölgelere dağıtılmış ve halk ayaklanma hazırlıklarına başlamıştır. Batırşa Müslümanlara cihat çağrısında bulunmanın dışında Rusların korkulu rüyası olan “Pantürkizm”in da temellerini attığı ile ilgili F.İslayev şunları yazmıştır: “Batırşa molla, İslam birliğinden başka, Türk Birliği’nin esaslarını, daha sonra “Pantürkizm” diye adlandırılan, Rusların korkuya kapılmasına neden olan fikrin de temellerini atmıştır. Büyük olasılık, o Müslümanların desteğini Türk Birliği’nden ayrı düşünmemiştir.” (İslayev, 2005: 77). (Çev.R.K.).

Ayaklanma tarihi 3 Temmuz 1755 olarak belirlenmiş olsa da, zamanından erken patlak vermiştir. 15 Mayıs 1755’te Nogay Yolu Börcen nahiyesinde Yelan Utkal ve Hodaybirde başkanlığındaki Başkurtlar Ural Dağlarına maden ve değerli taşlar aramaya gelen ekibin başkanı Bragin ve 6 arkadaşını öldürüp Talkaş Gölü’ne atmışlardır. Bölgeye araştırma için gelen Ruslar yerlilere göz açtırmamış, köyleri yağmalamış, erkekleri kırbaçlamış, kadınlara tecavüz etmiştir. Nogay Yolu’nun güney bölgesini araştırmaya gelen Bragin de halka aynısını yapmış; daha fazla bu gibi zorlamalara dayanamayan yerliler Bragin ve ekibini öldürmüştür. Bu olay bölge halkını cesaretlendirmiştir. 18 Mayıs 1755 tarihinde, İset Yolu’ndaki Sapsal posta istasyonunu ve Bragin’in evini darmadağın eden Başkurtlar bölgede Ruslara hizmette bulunan bölge halkı iş bırakmıştır. Orenburg valisi Neplyuyev, olayları bastırmak ve isyancıları cezalandırmak için Börcen’e Yarbay İsakov başkanlığında asker göndermiştir. Ayaklanmaya katılanlar aileleri, akrabalarıyla birlikte tutuklanmış, mal mülkleri müsadere edilmiştir. Bazı isyancılar Kazak bozkırlarına kaçmıştır. Tutuklananlar acımasız bir şekilde cezalandırılmış, bölgedekilerin büyük bir kısmı ayaklanmadan sonra çevredeki orman, dağlara sığınmış, bazıları ise komşu nahiyelere taşınmıştır. Böylece Neplyuyev ayaklanmayı bastırmış, bölge halkını “sakinleştirmiş” gibi gözükse de, bu isyan ilerideki isyanlar için cesaret ve ilham verecektir.

Börcen’deki ayaklanmadan haberdar olan Batırşa, birlikte ayaklanma fikrinden vazgeçmemiş, aksine işi daha da ciddiye alarak halk arasında propagandaya başlamıştır. Batırşa Börcen’e doğru hareket etmiş, burada bölge halkı ile görüşmüş, isyanın neden bastırıldığının sebeplerini anlamaya çalışmış ve birlikte hareket etmenin önemli olduğunu söylemiştir. Buradan Orenburg’a giden Batırşa, yolda da görüşmelerine devam emiştir. Orenburg’a İbrahim hazretin fikrini almak için gelmiştir. 2 gün süren görüşmeler sırasında İbrahim hazret, Batırşa’ya tüm dört yol halkının isteği olan “akhundluk” görevini teklif etmiş, fakat Batırşa bu teklifi “benim yerim şimdi cami minberi değil savaş alanıdır” diyerek kibarca reddetmiştir. Batırşa bir nevi Rus’a hizmet etmek istememiş olsa gerek, çünkü akhuntluk görevi resmi bir vazifedir ki, Batırşa da ne yapacağını çoktan kararlaştırmıştır. Orenburg’ta işi bittikten sonra Batırşa Kargalı’ya gelmiştir. Gabdesselam ahundun evinde misafir olarak kalan Batırşa, burada da bölge halkı ile fikir alışverişinde bulunmuştur. Sonra Batırşa Karış köyüne dönmüş ve ayaklanma hazırlıklarına girişmiştir. Nogay Yolu için 9 Ağustos 1755 tarihi, ayaklanma günü olarak belirlenmiştir. 9 Ağustos’ta patlak veren yeni ayaklanmalar Rusların hesabında olmamıştır. Rusların kurduğu kale ve fabrikaları ateşe veren, askerlerini öldüren, posta istasyonlarını ele geçiren isyancılar Orenburg valisi Neplyuyev’i çaresiz bırakmıştır. Daha önceden ayaklanmaları bastırmak için bölgeye 30 bin asker sevk eden vali, isyanı bastırmak için her yolu denemiştir. Askeri güç kullanmanın yanı sıra, hile, yalan dolan, satın alma, acımasız işkence gibi çarelere de başvuran Neplyuyev, Başkurtlarla Kazakların arasını açmak ve bir birine karşı kışkırtmak için kardeş millet arasına fitne fesat tohumlarını ekmekten çekinmemiştir. General Neplyuyev, tüm Müslümanlara Orenburg akhundu İbrahim adından Batırşa’ya karşı bir mektup yazdırmıştır. Mektupta, isyancı Başkurt-Tatarların Kazakların topraklarını, mal mülklerini yağmalamak istedikleri, Batırşa’nın yurdun huzurunu ve çariçenin kanunlarına karşı hareket ettiğinin altı çizilmiştir. Ayrıca, Batırşa’nın kendi çıkarları uğruna masum insanları ölüme sürükleyen bir hain olduğu yazılmıştır. Mektubun sonunda, isyancı Tatar-Başkurtların zalim olduklarını, bölgedeki birçok Tatar-Mişeri boğazladıklarını, sizin tarafa geçtikleri takdirde ilk kurbanların Kırgız-Kazaklar olacağını yazmış ve mektubu şöyle sonlandırmıştır: “Buradan kaçan kaçakları kabul etmeyiniz, Allah’ı ve Rus Çariçe’sini sinirlendirmeyiniz, kendinizi koruyunuz!” Neplyuyev’in Orenburg akhundu ağzından yazan bu mektubu işe yaramış olmalı ki, mektup dağıldıktan sonra Kazakların ayaklanmaya olan desteği azalmıştır. Neplyuyev, Ruslar için çalışan hainleri bolca ödüllendirmiştir. Konuyla ilgili Z.V. Togan’ın “Başkurtların Tarihi” başlıklı kitabında şu satırlar bulunmaktadır: “L.Meyer diyor ki, Neplyuyev’in entrikalarıyla Başkurtlarla Kazaklardan binlerce insan birbirine saldırdı. Kardeş kanı nehir gibi aktı. Başkurtlardan bilhassa 9.kanton (Üsergen) çok mutazarrır oldu. Bu iki cengâver kavmi, biri diğeri üzerine saldırmak büyük bir insaniyetsizlik idi. Fakat başka çare yoktu. Rusya bunun için çok para harcadı… Neplyuyev entrika ve desiselerinden muvaffakiyetle övünerek Çariçe Elizabet’e şu sözleri yazmıştır: ‘Benim tarafımdan Kazak-Kırgız ve Başkurtların arası öyle açıldı ki artık bunların birleşerek bir iş çıkaracağından korkulamaz.’” (Togan 2003: 94–95). İşte Orenburg valisi Neplyuyev’in itirafları bu yöndedir. Nogay Yolu’nda 9 Ağustos 1755 tarihinde başlayan ayaklanma Ekim ayının ortalarına kadar sürmüştür. Ufa’nın Usa Yolu’nun kuzeyindeki Geyne nahiyesi ise ayaklanmanın ikinci merkezi olmuştur.

1755 yılının 1 Eylül’ünde Çariçe Yelizaveta Petrovna manifesto çıkartmıştır. Manifestoda kendi isteğiyle teslim olanların affedileceği, Kazaklara kaçanların 6 ay içerisinde topraklarına geri dönmeleri mümkün olacağı kararlaştırılmıştır. Manifesto, 580 tane Rusça, 200 tane Tatarca yazılıp halka dağıtılmıştır. Bir taraftan af niteliğinde manifesto çıkaran Rus hükümeti, diğer taraftan isyancıları acımasızsa bastırmış ve cezalandırılmaları için emirler kabul etmiştir. 1755 yılının 3 Eylül tarihinde Çariçe yeni bir karar çıkarmış, bu karara göre Hıristiyanlığı kabul etmeyen Müslümanlar, Hıristiyanlığı kabul edenlere aynı köyde kalabilecektir, eskiden ise köyde bir tek Hıristiyanlığı kabul eden olsa dahi Hıristiyanlığı kabul etmeyenler köyden sürülmüştür. Çariçenin kabul ettiği kanunlardan da görüldüğü gibi Ruslar zorla Hıristiyanlaştırma işine kısa süreliğine de olsa ara vermek, geri adım atmak zorunda kalmıştır. 26 Eylül 1755 tarihindeki karar göre, Hıristiyanlığı kabul etmeyen Müslümanlara uygulanan zorunlu askerlik kaldırılmıştır. Tüm bu kararlar Batırşa Ayaklanması sonucu ortaya çıkmış olup, Batırşa’nın isteklerinin bir kısmı 1 ay gibi kısa bir sürede yerine getirilmiştir. Yeni ayaklanmalardan çekinen Rus hükümeti 23 Ağustos 1756’da daha da büyük bir adım atarak Kazan, Astrahan, Sibirya, Nijgar bölgesinde yaşayan Müslümanların cami yapmasına izin veren karar kabul etmiştir. Diğer taraftan da isyancılar avına çıkan Ruslar, 1755–1756 yılında Batırşa Ayaklanma’sına katıldığı gerekçesiyle 300 civarında erkeği sürgüne göndermiş, 150 kadar Tatar kadınını zorla Hıristiyanlaştırıp Ruslara köle olarak vermiştir. 1755 yılının 26 Eylül’ünde alınan sinsi bir karar Kazan Tatarlarını Başkurtlara karşı koymuştur. Bölgedeki isyanı bastırmak için Kazan’dan 5 bin Tatar Orenburg’a gönderilmiştir. Bir taraftan Rus hükümeti Türkler üzerindeki kirli oyunlarını oynarken, bölgedeki isyan bastırılmış, halk sakinleştirilmiş gibi gözükse de, isyanın lideri Batırşa henüz yakalanmadığı için içleri rahat etmemiştir. 1755 yılının 2 Ekim tarihinde, Çariçe yeni bir karar çıkarmış ve Rusya’nın “huzurunu bozan” lakabı Batırşa olan molla Gabidulla Mezgıtdin’i sağ yakalayıp getirene 500 Ruble mükâfat verileceği açıklanmış, fakat aradan nerdeyse 1 yıl geçmesine karşın yakalanamayan Batırşa için ödül 6 Ağustos 1756’dan itibaren 1000 Rubleye çıkartılmıştır.

Bir taraftan isyancılar Ruslara saldırılarını sürdürmüş, bölgedeki fabrikaları yakmış, kalelerini yıkmış, diğer taraftansa Ruslar isyancıları tek tek yakalayıp cezalandırmıştır. Bu arada Batırşa’nın eşi Zölhebire üç çocuğu ve refakatinde bulunan Batirşa’nın iki şakirdiyle birlikte yakalanmıştır. Zölhebire ve beraberindekiler 8 Ekim 1755 tarihinde sorgulanmıştır. Zölhebire sorgulandıktan sonra ayağına pranga vurarak çocuklarıyla Ufa hapishanesine kapatılmıştır. 18 Aralık 1756’de Zölhebire için bir karar daha çıkarılmış, bu karara göre onun elleri de zincirlenmiştir. 8 Şubat 1756 yılındaki Çariçe’nin yeni bir kararı Ufa hapishanesine ulaşmıştır. Kararda, hırsız Batırşa’nın eşi çocuklarıyla birlikte cezalandırılmadan köle olarak Moskova’ya gönderilmesi emredilmiştir. Kararda görüldüğü gibi, Zölhebire’ye “ceza” verilmemiştir! İnanılır gibi değil, soğuk kış gününde gözlem altında bir yerden diğerine sürmek ceza değil de nedir? Elleri ayakları zincire vurulmuş Zölhebire ve çocukları, üstü açık at arabasıyla kışın ortasında Moskova’ya gönderilmiştir. 6 Mart 1756’de Zölhebire’nin oğlu Tacetdin yolda donarak ölmüştür, zavallı anneye çocuğunu gömmeye bile fırsat verilmemiştir. Moskova geldiklerinde, onları Gizli Kalem (Taynıy Kantselyariya) Hapishanesi’ne kapatmışlardır. Zölhebire’yi gece gündüz sorgulayan Ruslar, istedikleri yanıtı alamayınca, 1756 yılının sonlarında onu zorla Hıristiyanlaştırmışlar ve bir Rus zenginine hizmetçi olarak vermişlerdir. Böylece Zölhebire Hesen kızı Mariya Aleksandrovna, Batırşa’nın büyük kızı Zöleyha – Vera, küçük Saliha ise Natalya olmuştur… Zölhebire kızlarıyla birlikte Sankt-Petersburg’a gönderilmiştir. Küçük Saliha 1759 yılında hastalıktan vefat etmiştir. Zöleyha ise 1763 yılında yeri ve adı belli olmayan bir kız manastırına yerleştirilmiştir. Batırşa’nın ailesiyle ilgili başka bir malumat bulunmamaktadır. (İslayev 2005: 114).

Orenburg valisi Neplyuyev başta olmak üzere Ruslar her yerde Batırşa’yı aramıştır. Sanki yer yarılmış da yerin deliğine girmiş, yoğun aramalara rağmen Batırşa hiçbir yerde bulunamamıştır. Batırşa Yahya adlı şakirdiyle çeşitli bölgelerde saklanmıştır. Yollarda kontrol artınca onlar Kazan’a gitmek isteseler de gidememişlerdir. Kış aylarında Bögelme’nin Neder nahiyesi civarında saklanmışlardır. Köylerde kendilerini Gabrerrahman mollanın şakirtleri olarak tanıtıp, kışı Eski Neder köyünün caminin bodrumunda kalmışlardır. Yaz aylarında Batırşa’nın şakirdi ortalardan kaybolmuştur. Batırşa da tek başına kendi köyüne gitmek için yola koyulmuş, fakat ne yazık ki varamamıştır. Batırşa başına konulan ödül 500 Ruble’den 1000 Ruble’ye çıktıktan iki gün sonra 8 Ağustos 1756’da Ufa’ya 159 kilometre uzaklıkta olan Ezekey adlı köyünde (şimdilerde Başkurdistan’ın Boray bölgesi) köy yöneticisi Söleyman (Süleyman) Divayev ve yardımcıları tarafından yakalanmıştır. Batırşa çariçeye yazdığı mektubunda “yakalanma” olayını şöyle anlatmıştır: “ ‘Bu gün burada kalayım. Akşam çıkıp İşnazar’dan durumu anlayıp Süleyman’a giderim.’ diye düşünüp caminin üst katında yatıp uyudum. Akşama doğru, güneş batmadan önce uyandım. Birçok kişi toplanmış, yüksek sesle bağrışarak geldiler. Camiyi iyi aramak gerektiğini söylüyorlardı. Ben şaşırdım. Benim oraya girdiğimi hiç kimse görmemişti ve buradaki Müslümanlardan kötülük geleceği de hiç aklıma gelmemişti. ‘Ben ne hikmettir? Eğer Müdür Süleyman, buradaysa hemen inip görüşeyim, yoksa kaçayım.’ diye yukarıdan baktım. Süleyman’ı göremedim. O anda caminin tavan arasının kapağını açıp beni gördüler ve ‘Buradaymış!’, diye bağırdılar. Ben çabukça atlayıp indim ve caminin penceresinden çıkıp kaçtım. Yirmi kadar kişi arkamdan kovaladı ama bana yetişemediler, çok geride kaldılar. Sonra bir baktım, beş altı kişinin atlara atlayıp silahlar alıp çıktığını gördüm. Onları görür görmez Süleyman’ın evine, aynı zamanda da onlara doğru yürüdüm. Tanımadığım kişilermiş. ‘Kimsin, nesin?’, dediler, ‘Müslüman’ım, Süleyman’ın evine gidiyorum, orada tanışırız.’ dedim. Birçok kişi toplandı. Süleyman da evinden çıktı ve karşıladı. Beni alıp evine soktu. Bütün vatandaşlar beni tanıdı ve ‘Ey hazretimiz, velinimetimiz, dinimizin ulusu, gönüllerimizin ışığı! Sen olduğunu bilmedik. Allah’ın takdiri işte. Ah, günahlarımızın uğursuzluğu…’ diye hayıflandılar. Ben de ‘Ben Allah’ımın hikmetine ve kazasına razı olup bu şekilde yakalandığıma göre üzülmeyin. Bin lira ödülü hak ettiğinize ve amacınıza ulaştığınıza göre niye yarım ağız hayıflanıyorsunuz ki?’, dedim. Süleyman, ‘Ey hazret, vallahi senin olduğunu bilmiş ve seni hedeflemiş değildik. Ancak köyümüzde bir kişinin arı kovanları parçalanıp balları çalındığı için köyü didik didik arayıp bitirdikten sonra, adamları camii de aramaları için göndermiştim. Bu Allah’ın bir takdiri, senin yakalanmana sebep oldu.’, dedi. Bunun üzerine ben de şunları söyledim: ‘Ey müdür, sana şunu söyleyeyim: Benim özel olarak çariçemiz hazretlerine söylemem gereken sözlerim ve görevim var. O sözlerim ve görevimi çariçemiz hazretlerine ulaştırmaya hiçbir yol ve imkân bulamadığım için, buraya, sen beni kendi isteğimle Ufa’ya götüresin diye gelmiştim. Ancak senin evde olup olmadığını, evinde kimlerin olduğunu bilmediğim için evine gelmeye cesaret edemedim. Camide kalırım, akşama da İşnazar’dan senin durumunu öğrenip sana gelirim diye düşünerek caminin üstüne çıkıp uyumuştum. Kalabalık beni caminin üst katında buldu. Onların arasında seni göremediğim için, daha sonra kendi isteğimle gelip sana anlatırım diye düşünüp onlardan kaçtım. Allah’ın takdiri buymuş, onlardan kurtulmak mümkün olmadı. Şimdi sizlerden arzumuz şudur: Benim ne şekilde kaçtığımı, ardından nasıl yakalandığımı; aynı şekilde, yakalandıktan sonra çariçemiz hazretlerine söylemem gereken sözlerim olduğunu sizlere ne şekilde anlattığımı da sizler, eksiksiz olarak Ufa idaresine bildireceksiniz.’, dedim. Süleyman da ‘Sizi yakalayan kişiye, siz çariçeye bu kadar lazım olduğunuz için bin lira ruble ödül ayrıldı. Yakalandığınız bu kadar halk tarafından bilindiği için benim sizi saklamam elbette mümkün değil. Sizi Ufa’ya götürürüm, orada kendi sözünüzü kendiniz eksiksiz söyleyip açıklarsınız.’, dedi. Ben de ona ‘Ben sizden beni saklamanızı istemiyorum. Ancak her işi yerli yerinde yapmak gerekir. Nitekim ben size çariçemiz hazretlerine söylemem gereken sözlerim ve görevim olduğunu, Ufa idaresine bildirmenizi isteyerek size şu anda açıkladım. Şu anda açıkladıklarımı da hiç değiştirmeden Ufa idaresine iletmek sizlerin borcudur.’, dedim. (Öztekten 2010: 140–142). Ne acıdır ki, Batırşa Mişer Tatarı, fakat Rus memuru olan hain Söleyman Divayev[2] tarafından Ruslara teslim edilmek üzere alıkonmuştur. Söleyman, Batırşa’yı yakalaması ile ilgili raporu oğlu Davut ve kâtip Muksin aracılığıyla Ufa’ya yollamıştır. El ve ayakları zincire vurulan Batırşa’yı Söleyman Divayev aynı gün özel korumalar eşliğinde Ufa’ya götürmüştür. Yolculuk sırasında tüm derdi para olan Söleyman Divayev Batırşa ile beklenmedik bir görüşme yapmıştır: “Ardından yolculuk sırasında Kurmaş köyündeyken, beklemedik bir şekilde Müdür Süleyman, nöbetçileri dışarı çıkarıp yalnız kendisi kalıp bir şeyler söyledi: ‘Velinimet, üzülmeyin. Bizim size bir kötülük yapmaya niyetimiz yok. Sizin geçen akşam gelip camide azıksız bir gün geçirerek ertesi akşamı bekleyeceğinizi İşnazar’ın annesi bana gelip söylediği için, sizin o gece camiye girişinizi takip ettirdim. Sözleriniz, şüphesiz, doğrudur. Ancak bildiklerimizi söylemeyeceğiz, meraklanmayın. Sizi yakalayan kişiye bin lira ödül konduğu için – siz zekisiniz, anlarsınız – “kendisi geldi diye” söylemekten bize de size de bir fayda gelmez. Bu yüzden sizin isteğinizi yerine getiremeyiz. Sizin bu kadar önemli sözlerinizi biz iletmezsek de ayağa düşmez.’, dedi ve ekledi: ‘Biz sizi buradadır diye düşünmüyorduk. İslam ellerinde çalışıyor diye düşünüyorduk. Benim ekibimden Selimcan’la Aynullah da oralara gittiler. On yıl oluyor, cehennemden çıkıp cennete gitmiş gibi rahat yaşayıp gidiyorlar. Senden de artık hiçbir haber gelmiyordu. Sizin boş durmayacağınızı bildiğimizden buralarda olmadığınızı düşündük. Ey, hazret, korkmayın ve ümidinizi kesmeyin. Çariçemiz hazretleri merhametlidir. Eğer çariçemiz hazretlerine ulaşabilseniz, Müslümanların ne gibi eziyetler çektiğini anlatın. Kendileri adalet ve merhamet madenidirler. Ola ki, merhametlerinden mahrum olmazsınız.’, dedi.” (Öztekten 2010: 142). 12 Ağustos 1756 tarihinde Batırşa’nın yakalanması haberini alıp sevinen Neplyuyev, Batırşa’nın Orenburg’a getirilmesi emrini vermiştir. Batırşa, Ufa’dan Orenburg’a 60 dragon, 40 kişilik kazak asker eşliğinde getirilmiştir. Bu kadar güvenlik önlemlerinin alınması hiç kuşkusuz Batırşa’nın Rus hükümeti için “tehlikeli düşman” olmasından ileri gelmektedir. 23 Ağustos 1756 tarihinde Orenburg valisi Neplyuyev Batırşa’yı sorgulamış, fakat soruları yanıtsız kalmıştır. Batırşa, çariçeden başka kimseye bilgi vermeyeceğini söylemiştir. Tutsak birisinin bu şekilde davranması Neplyuyev’in sinirine dokunmuş ve o Batırşa’yı dövmüştür. 25 Ağustos 1756’da Batırşa’nın tutuklanmasından haberdar olan Çariçe Yelizaveta Petrovna, Batırşa’yı derhal Sankt-Petersburg’a getirilmesini emretmiştir.

Batırşa’nın Arz-Namesi.

1756 yılının 16 Eylül’ünde yüzbaşı knyaz İvan Bolhovskiy, poruçik (eski Rus ordusunda mülazım rütbesinde subay) Levaşov, 1 erbaş, 1 onbaşı ve 36 dragon eşliğindeki ekip Batirşa’yı Sankt-Petersburg’a doğru götürmek üzere yola koyulmuştur. Orenburg-Samara-Arzamas-Murom-Vladimir-Moskova üzerinden Sankt-Petersburg’a uzanan bu uzun yolculuk güçlü güvenlik önlemleri altında gerçekleşmiştir. Samara’da ekibe 20 dragon ve 6 atlı kazak askeri daha eklenmiştir. Yola çıkmadan önce Batırşa’ya üst baş almışlardır. İsyana katılan 15 kişi de Batırşa ile aynı gün Sankt-Petresburg’a gönderilmiştir. Bazı tarihçiler bu 15 kişiyi Batırşa’nın şakirtleri olarak yazsa da, bazı tarihçiler sadece 8’inin Batırşa’nın şakirdi olduğunu yazmaktadır. Gönderilen isyancılarla ilgili de çeşitli malumatlar mevcuttur ki, bazı kaynaklara göre bu sayı 15’tir, bazı kaynaklara göre önce 15 kişi tutuklanmış sorgulama sırasında 4’ü hayatını kaybettiği için bu sayı 11’e inmiştir. Batırşa’nın eli, ayakları zincire vurulmuş vaziyette üstü kapalı at arabasında götürülmüş, iki yanında iki tane silahlı ve silahları tetikte olan dragonlar bulunmuştur. 1 Ekim 1756 tarihinde Murom civarında Batırşa 100 kişilik korumayı atlatıp kaçmayı başarmıştır, ancak yine yakalanmıştır. Batırşa kaçışı önceden planlamış olduğundan Çariçe’ye yazdığı ‘Arz-Name’sinde şöyle bahsetmiştir: “Gelirken, beni getiren kişilerin boş bulunduklarını gördüm ve kendi kendime ‘Böyle zorla ve istemeyerek gitmemden, bunların elinden kurtulup kendi rızam ve isteğimle gidip çariçemiz hazretlerine meramlarımızı anlatıp açıklamam daha yeğdir. Önceki niyet ve arzuma uygun olarak özellikle gitmiş olurum’, diye düşündüm. Bunun üzerine, bir tokmak demiri bir de bıçak buldum. On günde ayağımdaki zinciri, iki günde de ellerimdeki zinciri açtım, arabadan atlayıp ormana kaçtım. Bir ok atımı kadar gitmiştim, önüme çok açık bir alan ve de büyük bir nehir çıktı. Düşümde gördüğüm nehrin o nehir olduğunu düşündüm ve ‘Kaçmak mümkün değil’ diyerek kaçmadım. Peşimden gelen kişileri beklemeye koyuldum. Ne kadar düşünüp planladıysam da kendi düşünceme ve planlarıma uygun olarak buraya gelemedim.” (Öztekten 2010: 142–143). Batırşa’nın çariçenin karşısına kendi rızasıyla gitmek istemesi, onun fikirlerinin ve yaptığı işlerinin arkasında olduğunun bir göstergesidir. Batırşa’yı yakalayan askerler tekrar el ve ayaklarına zincir vurmuş, onu öldüresiye dövmüştür. 6 Ekim 1756’da Vladimir şehrine vardıklarında Batırşa bilincini yarım yitirmiş bir durumda ateşler içinde yanmıştır. Moskova’da Gizli Kalem Odası Hapishane’sine kapatılan Batırşa’nın hasta olduğundan burada uzun süre kaldığını birçok kaynak desteklemektedir. Hapishanede, Mihail Hruşçev tarafından sorgulanan Batırşa’nın sözlerini Hıristiyanlığı kabul eden Tatar mirzası İlyas Muratov çevirmiştir. Batırşa söylediği sözlerini tekrarlamış ve ‘çariçeden başka kimseye bilgi vermeyeceğini’ söylemiş ve açlık grevine başlamıştır. 24 Ekim 1756’da doktor Batırşa’nın durumunun iyi olduğunu, sadece yüzünde şişlik olduğunu belitmiş ve yola çıkabileceğini söylemiştir.

Batırşa’nın ağzından söz alamayan yetkililer, durumu 28 Ekim 1756 tarihinde çariçeye bildirmek zorunda kalmıştır. Fakat Yelizaveta Petrovna bu isteği reddetmiş, Batırşa’nın anlatmak istediklerini yazılı olarak iletebileceğini söylemiştir. 3 Kasım tarihinde Mihail Hruşçev çariçenin sözlerini Batırşa’ya iletmiştir. Bu teklif karşısında önce tereddüt etse de, Batırşa bölge halkının durumunu, yaşananları yazmadığı halde haberdar olamayacağını düşünerek bildiklerini yazılı olarak çariçeye iletmeyi kabul etmiştir. Batırşa’nın mücadeleci ruhu burada da ön plana çıkmış ve o Moskova zindanında, taş duvarların arkasından çariçeye mektup yazarak baskı ve zulüm gören milletinin sözcüsü olmuştur. Ancak bu yazdıklarının çariçe dışında kimsenin okumayacağına dair söz almıştır. Ve böylece Batırşa’nın o ünlü tarihi bir belge niteliğini taşıyan Arz-Name’si yazılmıştır. Batırşa çariçeye mektubu 4 Kasım’da yazmaya başlamış ve 21 Kasım 1756’da tamamlamıştır. Mektup yazması için Batırşa’ya mürekkep, 7 tane kalem, bir rulo kâğıt ve onun isteği üzerine mektubun karalamasını yazmak için sarı saman kâğıt verilmiştir. Batırşa mektubunu sorulara yanıt şeklinde önce karalamasını yazmış sonra temize çekmiştir. Temize çekilen her sayfayı çevirmen İlyas Muratov Rusçaya çevirmiştir. İlk günlerde günde bir sayfa karalamayı yarım sayfa temize çeken Batırşa ilerleyen günlerde sayfa sayısını önce 2’ye sonra 4’e kadar çıkarmıştır. Üzerene aldığı vazifenin kendine büyük bir sorumluluk getirdiğinin farkında olmuştur ki, Batırşa her kelimesini, her cümlesini ve her satırını inceden inceye düşünerek, ölçüp biçerek yazdığı gözlemlenmektedir. Batırşa, bilhassa ilk satırlar ve ilk cümleleri yazarken zorlanmış, bir yazdığını çizip tekrar tekrar kaleme almıştır. Yaklaşık 2 haftada tamamlanan bu mektup 33 sayfadan ve 981 satırdan ibaret olup Arap harfleriyle yazılmıştır. (Öztekin 2010: 22)Yalnız burada şu bir gerçeğin altını çizmekte yarar vardır ki, bu mektup Moskova zindanlarında, gözetim altında, esarette yazılmıştır.

“Yönetim altında Rus ülkesi ve başka ülkeler olan aziz ve devletli yüce çariçemiz hazretlerine! İsyan denizinde boğulan bu aciz kulu, Orenburg eyaletinde kendisinden kaynaklanan asilik ve serkeşlik gibi maceraların hangi nedenden ve hangi illetten ortaya çıktığını beyan edip açıklar.” (Öztekten 2010: 105) şeklinde başlayan mektubunda Batırşa önce kendinde bahsetmiş, hangi medreselerde eğitim aldığını, nerelerde imamlık ve müderrislik yaptığını yazmıştır. Batırşa mektubunda bölgede yaşayan Müslümanların vahim durumunu kaleme alırken, bölge halkına hayatı zindan eden yöneticilerin yerlilere uyguladıkları eziyet, zulüm, baskı, vurgun, yağma, talanlarından bahsetmiştir. Halkın dini, milli baskı altında olmanın yanı sıra ekonomik zorluklar yaşadıklarını, Hıristiyanlığı kabul etmek isteyenlere ağır vergiler uygulandığını detaylı bir şekilde anlatmıştır. Yerlilerin bu durumdan hoşnutsuz olduğunu yazan Batırşa, ayaklanmanın en önemli nedeninin milli ve dini baskı olduğunun altını çizmiştir. Batırşa mektubunda olayların en ufak ayrıntılarına kadar kaleme almıştır. Tüm yaşananların canlı tanığı olan Batırşa, mektubu yazarken Rus zulmünü âdete yineden yaşamıştır… Batırşa’nın çariçeye yazdığı mektuptan bazı parçalara bir göz gezdirelim:

“Müslümanların dinine ve yaşamlarına zararlar vererek onları çaresiz ve güçsüz edecek kadar iğrenç ve kötü işler… O işlerin birisi şu: Çevredeki dindaşlarımızı, yani Kazan, Orenbug ve Tobol eyaletlerindeki Muhammedi müminleri; Rus toplumunun metropolitleri, papazları veya başkaları tehdit ve gözdağları ve de hile ve korkutmalarla, nasıl olabiliyorsa, İslam dininden çıkarıp şiddet ve zorlamayla Rus dinine sokarak, kendilerinin de rızası varmış gibi dilekçeler yazdırıp imzalattılar. Hatta o zavallılar, bu tür zorlamalar yüzünden, hukuki makamlara çıkıp durumlarını arz ederek, yine İslam dinine kalmayı ve de kendilerini mecbur eden o zalimlerin yargılanmalarını istediklerinde, hiçbir sözleri dinlenmedi. Sonsuza kadar mahrum edilip aldatıldılar. İslam dininden o çıkarılanların vergilerini ve diğer hizmetlerini de kalan Müslümanların üstüne yüklediler. O Müslümanları kendi dinlerinde kaldıkları için aşağılayıp, önceki anlaşmalara göre sorumlulukları olmayan yükleri, dinlerinde ve yaşamlarında sıkıntılar ve eksiklikler olmasın için, onların üstlerine yüklediler. Ayrıca çok önceki dönemlerden beri Allah’ın hazinesinden, yani dağlardan ve göllerden alınmakta olan tuzları almayı vatandaşa yasaklayıp, tuzu şehirlerden satın almayı mecbur ettiler. Buna Orenburg eyaletindeki büyük küçük hiçbir Müslüman’ın rızası olmadığı halde; dinlerini din gibi yaşamayan ve halkla dayanışmayan, başına buyruk dört beş dalkavuk bucak yöneticisinin bu yasaklamaları kabul etmesini, bütün eyalet halkının kabulüymüş gibi gösterdiler.” (Öztekten 2010: 106).

Kimileri, ‘İçmekte olduğumuz tuzlarımız ve avlamakta olduğumuz hayvanlarımız yasaklandı, ah kader. Kâfir Rus, bucağımızdan birçok Müslüman kardeşimizi dinden çıkarıp zorla Hıristiyanlaştırarak harap etti. İdarecilerimiz ve general merhamet etmedi. Bu çariçemizin döneminde, karışıklıklar ve eziyetler çizgiyi çoktan aştı. Nihayet, hiç takatimiz kalmadı. Doğruluğu kabul edilip inanılan hak dinden çıkıp, doğruluğu kabul edilip inanılmayan dine girilmesinden daha kötü bir iş olur mu? Hâlbuki her din ehlinin kendi dini kendisine sevgilidir.’, kimisi ‘Dinden çıkarmak ferman ile yasaklandı, diye duyuluyor.’, ‘Adaletle uygulanmadıkça o yasaklamadan bize ne fayda?’, dedi ve ekledi: ‘Şöyle ki: Bizim Müslümanlarımızdan birkaç kişi, Rusları zorla İslam dününe soksalar ve kiliseleri yıksalar, çariçe o Müslüman kullarının günahını akıl terazisinin bir kefesine, adalet ölçeğini de terazinin ikinci kefesine koyduğunda o Müslümanların günahı adalet ölçeği karşısında nasıl ağır gelip hüküm ve ceza gerektirirse; çariçenin Rus kulları, Müslümanları din için zorlayıp camilerini yıktığında da, yukarıda söylendiği gibi akıl terazisindeki adalet ölçeğiyle ölçülüp, benzer şekilde hükümler ve cezalar gerektirirdi. Çünkü hepimiz, çariçenin kullarıyız ve canı gönülden çariçemizin selametini istiyoruz. Hepimiz çariçemizin devlet ve saltanatının mükemmelliğiyle mutlu olup övünüyoruz. Hepimiz sıkıntı ve kötülük zamanlarında da çariçemize şikayetlenip ona sığınıyoruz. Çariçe kullarına merhamet bakışlarıyla bakmazsa ve zalimlerin cezasını gerektiği gibi vermezse ve de kendisiyle dindaş olmadığı için halkına hakaret bakışıyla bakıp onların din ve dünyalarına zorluklar verirse, anlayışı kıt kimse bile bu işin sonunun ne olacağını anlar.’. Kimisi, ‘Kendi tebaasıyla oynayan, kendi kanatları altındakilere zulmeden yurt, onmaz olur. Halkın diline düşen asılsız değildir. Bu acımasızlığın elbette bir sonu vardır.’, dedi. Kimisi, ‘Zalimlik, idarecilerimizde ve generallerimizdedir. Görüyorsunuz, bu melun ve akılsız general, “çariçeye yaranayım, sevimli görüneyim ve yüksek makam elde edeyim” diye hükmü altındaki vatandaşları karıştırıp türlü hallere sokarak önceki anlaşmalara göre sorumluluklarında olmayan yükleri yüklemeye uğraşmaktadır. Razı olmamalarına rağmen razı olduklarına dair belgeler yazdırıp imzalamaya mecbur etmek gibi türlü hilelerle ibadet ve yaşayışlarına zorluklar vererek, vatandaşlara sıkıntılar vermekte ve onları nefret ettirmektedir. Yani vatandaşları, çariçe hakkında kötü hayallere kapılarak karşı gelip kaçmalarına sebep olmaktadır. Aklını kullanamayan birçok kişi de çariçe hakkında zanna ve şüpheye kapılarak “bütün bu fitne ve cefalar çariçedendir” diye kaçmaya yeltenmektedir. Kimisi, “Çariçeye ‘zalim’ diyebilir. Belki adildir”, ama kendi koynundan çıkamayan, bize kadar ulaşmayan adilliğinden bize ne fayda?’ dedi. Kimisi, ‘Onlar bizim dinimizi aşağılıyorsa, bizi kendi dinlerine geçmeye zorluyorlarsa ve önceki çarlarımızın anlaşmalarındaki hizmetlerimizi değiştirip değiştirip malımızı, mülkümüzü telef ediyorlarsa bizim için niye yalnızca öfke olsun? Biz de onların dinlerini aşağılayıp kendi dinimize çağıralım, mallarını telef edelim. O zaman, haberlerimiz çariçeye ulaşır ve durumumuz her yönden mükemmellik ve adillikle araştırılır.’, dedi. (Öztekten 2010: 109–111).

‘Ben fakir kul, açıkça görüp bildim ki yukarıda söz edilen ve yeni ortaya çıkmış iğrenç ve bozuk işlerden Müslümanlar ezik ve çaresizler. Tine açıkça görüp bildim ki İslam ehilleri bu işlere razı değil ve de o işler razı olunacak gibi değil’ (Öztekten 2010: 113).

Batırşa mektubunda, Yanış gibi bölge yöneticilerinin ikiyüzlülüğünü açıkça dile getirmiş ve şöyle demiştir: “Ben de şöyle söyledim: ‘Eğer çevremizdeki bozkırlı ve ormanlı vatandaşlar, dinimiz uğruna mücadele etmek ve dinimizi horlayan ve bizi zorlayan zalimlerden öcümüzü almak bu gün bize farzdır ve gerekir.’, diye mücadeleye başlarlarsa ve yalnızca biz Mişer grupları kalsak yine yerimizi yurdumuzu terk etmekten başka bir çare bulmayız. Ayrıca o çok gruplu Müslümanlara çatışmayla karşılık veremeyiz. Onlarla karşılıklı kan dökmenin helalliğine dair kitaplarımızdan da bir yol ve delil bulamayız.’ dedim. Yanış da ‘Eğer bizim Müslümanlarımız o şekilde din uğruna mücadele edip güçlenirlerse, başka bir yerden de askerler gelmediğinde, bizim ne zorumuz var, o zaman birleşmek daha doğru olur. Biz de birleşir ve kan dökmeyiz. Ancak şu an öyle durumlar olmadığına göre haber vermek gerekir.’ dedi. Bunun üzerine ben de ‘Doğruyu söylemek lazım, sizin bu haliniz hilesi bitmiş, tüyü dökülmüş tilkiye benziyor. Arkasından köpek yetişince, kuyruğunu “Selamet öyle mi olur, yoksa böyle mi olur?” diye kuyruğunu bir sağa bir sola sallar. Yurdun selameti uğruna mücadele edip vatandaşların ihtiyaçlarını ve isteklerini üst yöneticilere ileterek erkek gibi sağlam durmanın gerekli olduğu bir zamanda, kahpe kadınlar gibi çirkin yüzünüzü güzel gösterip idarecilere sevimli gözükmek için dalkavukluklar ederek vatandaşların üzerine sıkıntılar yüklüyorsunuz. Vatandaşları nefret ettirip karıştırıyorsunuz. Neticede iki yüzlülük niyetiyle itibarsızlık ediyorsunuz...’ dedim.” (Öztekten 2010: 123–124).

Batrışa, mektubunun büyük bir kısmını ayaklanmaya hazırlıkla ilgili malumat vermeye ayırmıştır. Müracaat yazması, bu müracaatın şakirtleri tarafından bölgelere dağıtılması, bölge halkı ile görüşmeleri, konuşmaları, Orenburg ve Geyne’ye gitmesi vs. detaylı bir şekilde kaleme alınmıştır. Batırşa tüm yaşanan olayları kronolojik sırayı takip ederek yazmıştır. Zamansız başlayan ayaklanma Batırşa’yı zor durumda bırakmış olup, ailesinin ve şakirtlerinin Ruslardan kaçması, kendisinin de bir yıl kadar halk arasında dolaşması, büyük sıkıntılar yaşaması, bu süre içerisinde çelişkili duygular yaşamasının altını çizmiştir. Batırşa mektubunda çaresizliğini şu satırlarla ifade etmiştir: “Bütün bu anılan süre içerisinde düşüncemin kuşunu birçok kez ‘Müslümanlarımızın çaresiz hallerini çariçemiz hazretlerine ulaştırmak ve anlatmak için uğraşsam mı, yoksa bu ülkeyi terk edip gitsem mi?’ diye ümitsizlik ve nefret kırlarında ve de ümit ve iyilik kırlarında uçurup, bu iki kırın yollarını ve duraklarını gözden geçirdim. Ayrıca, çariçeme karşı bu asi ve hain halimle, benim sözlerim ve anlatacaklarım nasıl kabul görür de çariçemizin affına layık olurum diye de düşündüm. Müslümanlarımızın gönüllerinde ebediyen sağalmaz yaralar açan kötü uygulamaların üç tür olduğunu ve bu üç tür uygulama tamamen ve ebediyen dinip bitmedikçe, Müslümanlarımızın yaralarının tamamen ve ebediyen dinip bitmeyeceğini de düşündüm. O kötü uygulamaların birinci türü, istemedikleri ve razı olmadıkları halde İslam dinini bırakıp Rus dinine girmeye ve de isteyip razı olduklarına dair dilekçeler vermeye mecbur edilen Müslümanların, önceden olduğu gibi İslam dininde kalmalarına izin vermemek ve onları mecbur eden zalimler hakkında da gerektiği gibi, yargılamalar ve cezalar uygulamayıp bu işi tamamen bitirmemektir. O kötü uygulamaların ikinci türü; önceki çarlarımızın antlaşma ve şartnamelerinde gerekli sayılmayan sorumlulukları, şimdi Müslümanlarımız üzerine yüklemek ve İslam dininden çıkmaya mecbur edilenlerin sorumluluklarını da din değiştirmeyen Müslümanların üzerine geçirmek gibi, askeri olan Mişerlere yirmi beşer kuruş vergi koymak gibi, vergi ödeyenlerin vergisini arttırmak gibi, askeri olan Müslümanlara askerlik hizmetinden başka iki kişilik iş yaptırmak gibi olaylardır. İki kişilik iş dediğimiz de şudur: Her yıl, yıl içerisinde belirlenen bölgelerde nöbetçilik yapmak üzere askerlerin sefere çıkmaları için resmi emir gelir. O resmi emir uyarınca, asker kişiler sefere çıkıp nöbetçilik görevlerini yerine getirirler. Aynı emre göre bu kişiler, nöbetçilik görevinden başka, yaz mevsimi boyunca ağaç kesmek, odun kırmak, padavra yarmak, ağaçtan ev yapmak ve atlarıyla bu adı geçenleri taşımak, atlarını katarlara dâhil etmek gibi türlü işlere de mecburdurlar. Bu eziyetli işler yüzünden atları ölür ve kendileri sıkıntı ve eziyet çeke çeke dönerler ve ‘Vergi ödeyenlerin her biri tek kişilik saraçlık işi yapıyorlar. Biz ise askerlik hizmetinden başka atlarımızla beraber iki kişi gibi iki saraç kadar iş yapıyoruz’, derler. O üç kötü uygulamanın üçüncü türü; Allahu Teala, tuz hazinelerini hiçbir yasak koymadan ve hiç esirgemeden, kullarına cömertlik ederek dağlarda ve göllerde yaratmıştır. Üçüncü tür, Allah’ın, üstü açık ve serbest bıraktığı bu hazinelerini, onun kullarından esirgeyip yasaklayarak şehirlere kapatmaktır. İşte üç kötü uygulama, yani yeni ortaya çıkan bozuk işler bunlardır. Bunlardan başka, adı geçen ve ortaya yeni çıkmış bu kötülüklerin Müslümanlarımızın üzerine yüklenmesi birkaç yıldır devam ettiği için, o zalim vekillerin, bu uygulamaların Müslümanlarımızın sorumluluğunda olduğunu kendilerine adet ve din edindiklerini ve henüz bu adetlerini terk etmeyip, hâlâ canlı tutmaya çalıştıklarını düşündüm. O halde galip olan zalimlerin bu çabaları varken, bizim uğraşlarımız nasıl devam edip güçlenebilirdi? Anılan bu istikametlerde etraflıca düşündükten sonra, düşüncemin kuşuna ‘Ümitsizlik ve nefret kırlarında dolaşıp bunca yollar ve duraklar gördün. Şimdi de ümit ve iyilik kırlarında dolaş ve neler göreceksin, anlat!’ dedim.” (Öztekten 2010: 135–136).

Batırşa mektubunda 1756 yılının Ağustos ayında yakalanmasını ve Ufa, Orenburg üzerinden Moskova’ya getirilmesi ile bilgi vermiş ve mektubunu şöyle sonlandırmıştır: “Yönetimi altında Rus ülkesi ve başka ülkeler olan çariçemiz yüce imparator hazretlerine! Bu fakir kulun, ölüm korkusu ile merhamet umudu arasına baş eğip gelerek açıklama mektubunda anılan durumları anlatıp açıklamaktaki meramı, ricası ve arzusu şudur:

Ülkemizin koruyucusu çariçemiz, bu fakir kulundan merhamet bakışını ve anlattığı sözlerinden de insaf kulağını esirgemeyip, genel olarak İslam dinli kullarına, özel olarak da Orenburg eyaletindeki Müslümanlara merhamet edebilse ve bu merhametini şunlarda gösterebilse:

Açıklama mektubunda söz edildiği gibi, çariçemiz hazretlerinin emri ve Müslümanlarımızın rızası ve kabulü olmadan, zalimlerin hile ve zorlamalarıyla Müslümanlarımızın üzerine yüklenen üç uygulamayı durdurup, onların önceki anlaşmalara göre ve eskisi gibi yaşamalarına izin vermekle.

Şehirlerimize çok gayretli ve adil idareciler göndermekle.

Din ve şeriat işlerimizde hüküm veremeyen cahil müdürleri men ederek, özellikle ahundlarımıza ve ahundlar nazarında hükümleri makbul âlimlerimize görev vermekle.

Zalimlerin, tahammül sınırlarını aşan eziyetlerinden güçleri tükendiği için o zalimlerden kurtulmak ve salimen dinlerinde kalmak için çabalayıp birlik oluşturarak hareket etmiş ve bu yüzden de, çariçemiz hazretlerine karşı isyan niyetleri olmadığı halde, asi ya da baş kaldırmış olarak kabul edilen, yani şu Orenburg eyaletindeki asi sayılan kullarına, bilinenlerine, bilinmeyenlerine ve onlarla birlikte hepimize, bu fakir kuluna da af ve mağfiret elini uzatmakla.

Bu tür af ve mağfiretlerle, yoğun eziyetler yüzünden ümitleri kesilmiş kulların ümitlerini sağlamca kendine bağlamakla.

Bu fakir kulun ‘Müslümanların rızası yok’ dediği sözleri, görünüşte yalan gibi görülebilir; çünkü razı olmayanlar da razı olanlar gibi dilekçeler vermeye mecbur edilmişlerdir. Ancak sözümün doğruluğu şu yolla ortaya çıkıp anlaşılabilir.

Çariçemiz hazretleri, gerçek merhamet bakışını yöneltip o kullarına; ‘Razı olmadan ve istemeden İslam diniden çıkmayı, önceki antlaşmalarda bulunmayan sorumlulukları yüklenmeyi ve ilahi hazinelerden alınmakta olan tuzlardan men edilmeyi kabul ettiklerine dair dilekçeler vermeye zorlanan kullar, eskisi gibi yaşamak üzere ve kendi rızalarıyla kabul edenlerse kabul ettikleri gibi yaşamak üzere bağışlandılar.’ diye buyururlarsa ve adil kimseler bu şekilde hilesiz ve gözdağı vermeyerek, gönüllerinden de zerre kadar art niyet olmadan ve de zalimleri araya sokmadan ihlâsla araştırırlarsa, elbette ve elbette işin gerçeği açığa çıkar ve anlaşılır. Bu sayede, kulların da kavga ve nefret ateşleri söner ve onlar çariçemiz hazretlerinin sonsuz adalet ve merhametini alkışlayıp överek devletinin devamını ve ülkesinin ayakta kalması için dualar edeceklerdir.” (Öztekten 2010: 143–144). Bu satırlarla tamamlanan mektup, karalamalarla birlikte paketlenmiş, paket Batırşa tarafından mühürlenmiş ve çariçe Yelizaveta Petrovna’ya gönderilmek üzere teslim alınmıştır. Bu mektubun çariçeye ulaşıp ulaşmadığı veya tarafından incelenip incelenmediği bilinmemektedir. Batırşa’nın Arz-name’si günümüze kadar Gizli Kalem Odası arşivinde saklanmıştır. Batırşa çariçeye mektubunu tamamlar tamamlamaz onu Sankt-Petersbug’a gönderme hazırlıklarına başlanmış ve Batırşa 30 Kasım 1756’da Moskova’dan Sankt-Petersburg’a gönderilmiştir.

Batırşa’nın yaklaşık iki haftada yazdığı mektup, tarihte “Arz-Name” adıyla anılmaktadır. Mektup sadece bir tarihi belge olmasının dışında XVIII. yüzyıl ortalarının Tatar edebi dilinin özelliklerini de yansıtmaktadır. Birçok filolog tarafından incelenen bu mektup, araştırmacılar tarafından iyi yorumlar almıştır. Örneğin, filolog ve tarihçi Mesgut Gaynetdinov Batırşa mektubu ile ilgili 1985 yılında yayınlanan “Batırşa’nın Arz-Name’si – XVIII. Yüzyıl Tatar Edebiyatı’nın Bir Anıtıdır” başlıklı makalesinde şunları yazmıştır: “Arz-Name – XVIII. yüzyıl Tatar Edebiyatı’nın en değerli eserlerinden birisidir. XVIII. yüzyıl ortaları karanlığında Batırşa edebiyatımıza gerçekçi siyasi yazı, önemli olaylarla ilgili tarihi-edebi araştırma, siyasi mücadele eserini ortaya koymuştur. Onun bu eseri, Tatarların içtimai fikrini, orta çağdan alıp yeni aydınlık çağına taşımıştır. ‘Arz-Name’ eski tarihimizin yenilenmesinin dönüm noktasının yol ayrımındaki bir semboldür.” (İslayev 2005: 106–107). Değerli hocam filolog Prof. Dr. Fehime Hisamova 1999 yılında yayımlanan “Rusya’nın Doğu Diplomasisi’nde Tatar Dili (XVI. yüzyıl-XIX. yüzyılın Başları)” başlıklı kitabında Batırşa’nın mektubunu dil bakımından incelemiş ve mektubun fonetik, morfolojik ve fonksiyonel üslup yönünü kaleme almıştır. Bu yazıda Arz-Name’nin dili üzerinde durmadığımızdan Hisamova’nın sadece bazı tespitlerine yer vermekle yetineceğim: “ Araştırmakta olduğumuz mektubun dili, kuru resmi dilden farklıdır ki, ilk önce edebi esere yakın incelik ve canlılık hissedilmekle birlikte gayet basit ve anlaşılır… Arz-Name’nin esasını o dönemin Tatar milli dili oluşturmaktadır… Arz-Name’nin dilinde genellikle Tatar dili üstünlüktedir, Arap-Fars dilinden alınan kelimeler ise, mektubu yazanın bilgi sahibi ve çok okumuş birisi olduğunun bir göstergesidir.” (Hisamova 1999: 289, 291). Batırşa’nın Çariçe Yelizaveta Petrovna’ya yazdığı mektup birçok araştırmacı tarafından hem tarih hem de dil bakımından incelenmiş, araştırılmıştır.

Batırşa Sankt-Petersburg’ta.

30 Kasım 1756’da elleri ayakları zincire vurulan Batırşa Sankt-Petersburg’a götürülmüştür. Aralık ayının ortalarında Sankt-Petersburg’a getirilen Batırşa, Neva Nehri’nin sağ tarafındaki adada bulunan Petropavel Kale’sine hapsedilmiştir. Savunma amacıyla Neva Nehir ağzına 1703 yılında yapılan bu kaleden kaçmak imkânsızdır. Önce kalenin dış surları kerpiçten, daha sonra 1706 yılında taştan örülmüştür. Batırşa ve 11 silah arkadaşı bu kalenin hapishanesine atılmıştır. Her tutuklu isyancının başında 3 asker nöbet tutmuştur. 1747 yılında çariçe tarafından hapishane başkanlığına atanan kont Aleksandr İvanoviç Şuvalov, Batırşa’yı bizzat sorgulamıştır. Aynı zamanda sorgulama esnasında konuşmaları Rusçaya çevirmesi için Türk, Tatar dillerini iyi bilen çevirmen Aleksandr Turçaninov da hazır bulunmuştur. 1757 yılının ilkbaharında Batırşa’nın Hıristiyan dini hakkında bilgi almak ve konuşmak için bir ruhani ile görüşmek istediği bilinmektedir. Bazı tarihçiler bunu Batırşa Hıristiyan dinine geçmek istemiş diyerek yazsalar da, bunun gerçekleri yansıtmadığı aşikârdır. Batırşa’nın 24 Mart 1757 yılında Petropavel Kilise’si papazı İtero Lepitskiy ile konuşması, karar öncesi zaman kazanmaktan başka bir şey değildir. Papaz ile görüşmesi sırasında, Batırşa çariçeyle bizzat görüşmek istediğini söylemiştir. Arşivlerde bu görüşmenin tutanağında, Hıristiyan dini İslam’dan daha üstün olduğuna inanırsa, ölmeden önce Hıristiyanlığı tercih edeceği ve papazla bir kez daha görüşmek istediği yazılmıştır. Fakat Batırşa’nın papazla ikinci kez görüşüp görüşmediği bilinmemektedir. Batırşa’yı her ne kadar Hıristiyanlığa geçmeye ikna etmeye çalışsalar da bunu başaramamışlardır. Sorgulamalar yarım yıl kadar sürdükten sonra 1757 yılının ortalarında ( bazı kaynaklara göre 1758 yılının Aralık ayında) Batırşa hakkında karar çıkmıştır. Batırşa, çar hükümetine karşı fesat karıştırmak, müracaat yazarak iftira atmak, Türkleri Ruslara karşı kışkırtmakla suçlanmış, yani “devlet için büyük bir tehdit oluşturan düşman” olduğu onaylanmıştır. Bu karara göre, Batırşa müebbet hapse mahkûm edilmiş ve kırbaçlanma, burun ve dilini kesme cezasına çarptırılmıştır. Karar birkaç gün içinde yerine getirilmiş ve Batırşa Sankt-Petersburg yakınındaki Neva Nehri’nin Ladoga Gölü’ne döküldüğü yerde küçük bir adada bulunan Schlüsellburg Kale’si hapishanesinin tek kişilik hücresine el ayakları zincirli olarak kapatılmıştır. Rus hükümeti bu zindana en korkunç devlet düşmanlarını atmıştır. Schüsellburg Kale’si zindanına kapatılanlar bir daha geri dönmemiştir. Tek kişilik hücrelerde tutulan mahkûmlar bir birlerini görmemiş, her mahkûmun başında 3–4 asker nöbet tutmuştur. Kuş uçmaz kervan geçmez etrafı sularla çevrili olan bu hapishanede Batırşa 5 yıl kalmıştır. 24 Temmuz 1762 tarihinde Batırşa başında nöbet tutan onbaşı Danila Nikitin, askerler Maksim Homutov, Grigoriy Yepifanov ve Andrey Lazarevleri öldürerek kaçmaya çalışmış fakat başarılı olamamış, şehit olmuştur. Olay şöyle gerçekleşmiş, Batırşa muhafızların bir anlık dalgınlıklarından yararlanıp, Homutov’un baltasını almış ve kendini korumak amaçlı baltayı sağa sola savurmuştur. Bu sırada önce onbaşı Nikitin’in kafasını ortadan yarmış, asker Homutov’un kafasının sol tarafından kesmiş, Lazarev’i karnından, Yepifanov kafasından yaralamış ve muhafızların hepsi olay yerinde ölmüştür. Daha sonra el ve ayaklarına vurulan zincirleri kıran Batırşa kalenin avlusuna koşarak çıkmış ve kalenin duvarına tırmanmıştır. Cesedi kale dibinde bulunan Batırşa Schlüsellburg Kale’sinden kurtulup güneşi görebilen, birkaç dakika dahi olsa özgür kalabilen tek mahkûmdur. Destansı bir ömür geçiren Batırşa adını tarih sayfalarına altın harflerle yazdırmış ölümsüz bir kahramandır.

Batırşa çok istese bile Çariçe Yelizaveta Petrovna ile görüşememiş, milletinin dertlerini anlatamamıştır. Bunun aksine, Batırşa’yı “yakalayıp” teslim edenler, 24 Aralık 1756’da çariçe tarafından kabul edilmiş ve ödüllendirilmiştir. Kime niyet, kime kısmet… Batırşa’yı ele veren Orenburg vilayeti Ezekey köyü yöneticisi 80 yaşındaki Süleyman Dibayev çariçe tarafından cömertçe ödüllendirilmiştir. Batırşa’yı yakalayana konulan 1147 Ruble 5 Kuruş para ödülünün yanı sıra, bordo renkli kadife kaftan, altın ve gümüş yaldızlı yarım kaftan, samur kürkünden yapılan kadife börk, Çariçe adına teşekkür yazılı gümüş kılıç ve Rus armalı gümüş kepçe Süleyman Dibayev’a hediye olarak verilmiştir. Orenburg vilayeti Çurtanlıkül köyü yöneticisi 73 yaşındaki Yanış Abdullin da Batırşa’yı yakalama aşamasında, bir yıl boyunca Batırşa’yı takip eden, Batırşa’nın eşini, çocuklarını ve silah arkadaşlarını hükümete teslim ederek gösterdiği “başarılarından” dolayı ödüle layık görülmüştür. Çariçe Yanış’a para ödülünün yanı sıra teşekkür belgesi, Çariçe adına teşekkür yazılı kılıç ve gümüş kepçe, kaftan ve çuha hediye edilmiştir. Ayrıca Batırşa’yı yakalama sırasında yardımda bulunan Ezekey köyünün ezancısı İsmail, Resul, İshak 100’er Ruble, kâtip Muksin Gabdesselam, Abduk ve Bakıy 50’şer Ruble para ile ödüllendirilmiştir. Alma mazlumun ahını gelir aheste aheste, derler ya. Bu millet hainlerinin adlıkları ödüllerinin hayrını görememiştir. Süleyman Dibayev, köyüne bir daha dönememiş, 14 Şubat 1757’de Sankt-Petersburg’ta ölmüş ve şehrin Müslüman mezarına defnedilmiştir. Ölmeden önce oğlunun yerine yönetici olmasını isteyen Süleyman’ın oğlu Davut onun yerine atanmıştır. Yanış Abdullin de köyüne dönmek için yola koyulmuş, ancak yolda soğuktan donarak ölmüştür. Mezarının nerede olduğu bilinmemektedir. Yanış’ın yerine oğlu Sultanbek Senato tarafından köy yöneticisi olarak atanmıştır. Batırşa nasıl milleti için bir kahramansa, Yanış, Süleyman gibi insanlar da bir haindir. Bir Batırşa ölmüşse, bin Batırşa doğmuştur. Atalarımız “Ah alan onmaz” demiştir. Hainlerin ise oğulları da onların çizdiği yoldan Rus çarlarına hizmet ederek milletinin ahını almış ve bugünlerde nefretle anılmaktadır.

SONUÇ

Batırşa’nın hayatı hazinle sonuçlanmış olsa da, onun yükselttiği milli bağımsızlık savaşımı kendi döneminde, ondan sonraki yıllarda ve bugün de nice acı, işkence, sürgün, hüzün ve ölümlerin tanığı olan İdil-Ural Türklerine cesaret ve ilham vermektedir. XVIII. yüzyıl ortasında Çar’a karşı kılıcını çeken Batırşa, Rus hükümetinin bir dönem geri adım atmasına, milletinin bir nebze olsun rahat nefes almasına neden olmuştur. Aslında Batırşa amacına tam olarak ulaşamazsa da, milletinin çektiği zorlukları yazarak tarihte bırakmıştır. Batırşa Ayaklanma’sının sonucu ile ilgili Zeki Velidi Togan şunları yazmıştır: “Batırşa hareketi zahiren muvaffak olmuş görünse dahi, müspet neticeler vermiştir. Bundan sonra Müslüman camilerinin yakılması, subaylar refakatinde Müslüman köylerine gidip dinde ‘ikrah’ işini açıkça tatbik eden papaz ve misyonerlerin çalışmaları son bulmuştur. Bu iş bir sene sonra Başkurt ve Tatarlar için özel bir ‘Orenburg Mahkeme-i Şeriyesi’ tesisi ile neticelenmiştir.” (Togan 2003: 97). Batırşa Ayaklanması yenilgiyle sonuçlanmış olsa dahi, bu isyan Rus Hükümeti’ni tedirgin etmiş, korkuya kapılmasına neden olmuş, ayrıca büyük maddi zarara uğratmıştır. Diğer yandan bölgedeki Türklere cesaret aşılamış, içlerinde sönmek üzere olan milli ateşi yineden alevlendirmiş, canlandırmıştır.

Batırşa Ayaklanma’sı ve ayaklanmanın önderi Batırşa birçok tarihçi tarafından araştırılmıştır. Bazı tarihçilere göre 1755 yılındaki ayaklanma “çiftçi ayaklanması” olarak nitelendirilmiş olup, bu olay sadece ekonomik zorluklarla sınırlandırılarak ayaklanma basitleştirmek istenmektedirler. Bilhassa Rus tarihçiler, Batırşa’yı kararsızlık, beceriksizlikle suçlamış ve aşağılayıcı tespitlerde bulunmuştur. Bertolt Brech’in “Mücadele eden yenilgiye uğrayabilir, mücadele etmeyen zaten yenilmiştir.” şeklindeki sözleri bunlara en iyi yanıttır. Ayaklanmanın başarısızlığını tamamıyla Batırşa’nın üzerine atan bu tarihçiler o dönem yaşananlardan söz etmek istememiştir. Söz konusu ayaklanma, yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olan bir milletin var olma, milli benliğini koruma mücadelesidir; devlet, millet ve din için ortaya çıkan bir savaşımdır. Bu nedenle bölge Türkleri için Batırşa, kararlılığın, dik ve vakur duruşun simgesi haline gelen bir milli kahramandır. Dayanılmaz acı içinde kıvranan milleti uğruna ateşten gömlek giymekten çekinmeyen Batırşa, Türk-Tatar tarihçilerinin araştırmalarına da konu olmuştur. Batırşa Ayaklanması ve Batırşa ile ilgili, yazar ve gazeteci Rizaeddin Fahreddin (1858–1936), tarihçi Gaziz Gobeydullin (1887–1938), Abdullah Battal Taymas (1882–1959), Zeki Velidi Togan (1890–1970), Sovyet Dönemi tarihçileri Selam Alişev, Mesgut Gaynetdinov, Raif Emirov, günümüzde Mesgut Gaynetdinov, Feyzelhak İslayev (1946) vs. tarihçiler bunlardan bazılarıdır. Tarihçi Mesgut Gaynetdinov, 1970’li yıllarda arşivlerde yoğun çalışmalar yapmış ve Batırşa’nın Arz-Name’sini Tatarlara kazandırmıştır. Arz-Name’yi dil bakımından da inceleyen Gaynetdinov, 1985 yılında “Batırşa’nın Arz-Name’si – XVIII. Yüzyıl Tatar Edebiyatı’nın Bir Anıtıdır” başlıklı makalesini Kazan’da yayınlamıştır. Ayrıca Gaynetdinov Arz-Name’yi günümüz Tatarcasına uygun olarak hazırlamış ve ‘Miras’ Dergisi’nin 2000 yılının 11.ve 12. sayılarında ve 2001 yılının 1.sayısında yayımlayarak geniş okuyucu kitlesine ulaşmıştır. Arz-Name 2004 yılında “İman” yayınevi tarından ayrı kitap olarak basılmıştır. Mesgut Gaynetdinov’un 1997 yılında yayınlanan ‘Batırşa’ adlı eserinde Batırşa’nın yakalanması sırasındaki tutanaklar, eşinin ve yakınlarının sorgulanması ile ilgili bilgiler ilk kez gün ışığına çıkartılmış ve okuyucunun beğenisine sunulmuştur. Gaynetdinov bu eserinde siyasi yorumlarına da yer vermiştir: “Görünen o ki, Rusya’nın imparatorluk olarak oluşmasında Tatarları yok etme siyaseti tüm keskinliğiyle genel devlet siyaseti şeklinde tekrar gündeme gelmiştir. Batırşa, milletinin bu tarihi cinayet-soykırım ve alçaklığın acıklı protesto sesi ve göstergesi olarak tarih meydanına çıkmıştır.”

Batırşa ile ilgili kapsamlı çalışmalar yapan diğer isim de tarihçi Feyzelhak İslayev’dir. O, Batırşa ayaklanması konusunda birçok bilimsel makale hazırlamıştır. Örneğin ‘Argamak’ dergisinin 1997 yılının 12.sayısında yayımlanan “Bahadurşah”, ‘Yüzyılların Yankısı’ (Gasırlar Kaytavazı) dergisinin 1999 yılının 1. ve 2. sayılarında yayımlanan “Batırşa’nın Silah Arkadaşı – İsmail Apkin’ gibi yazıları bunlardan bazılarıdır. Tarihçi İslayev, arşiv kaynaklarını incelemesi sonucu edindiği bilgileri kitap haline getirmiştir. Bu yazımı yazarken İslayev’in 2005 yılında Kazan’da yayınlanan “Batırşa Ayaklanması 1755.yıl” adlı kitabı kaynaklarımdan biri olmuştur. İslayev kitabında Batırşa ve ayaklanmayı bir tarihçi olarak yorumlamıştır. Batırşa’nın millete müracaatında Türk Birliği fikrinin temellerini tespit eden İslayev, ayaklanmanın programında milli bağımsızlık düşüncelerinin bulunduğunu vurgulamış ve şöyle demiştir: “ Rusların sömürgeciliği var olduğunda, talepleri yerine getirmenin olanaksız olduğu açıktır ve daha iyi düşündüğümüzde, bu taleplerin gerçekleşmesi için Müslümanların Rus Emperyalizmi’nden bağımsız olması gerektiğini anlatmaktadır.” (İslayev 2005: 77). (Çev. R.K.). Batırşa’nın İslam dinini güçlendirme, zorlama ve kısıtlamalardan kurtarma gibi din özgürlüğünü savunma fikrinin Fransızların özgürlük arzusu fikri ile örtüştüğünün altını çizmiştir.

Bunların dışında Batırşa’yı konu edinen romanlar, şiirler ve rivayetler de bulunmaktadır. Cemit Rehimov’un “Batrışa” (1992) romanı, Tatar şairi Eduard Mostafin’in “Batırşa” şiiri, destanların yanı sıra Batırşa’nın adı ninnilere de konu olmuştur. Örneğin Sibirya Tatarları arasında yaygın olan bir ninni:

Nuh Peygamber’in soyundansın sen, Batırşah!

Sahabelerin neslindensin sen, Batırşah!

Evliyalar zatındansın sen, Batırşah!

Kahraman Tatar evladı, Batırşah!

Milletine özgürlük ver, Batırşah!

Bağımsız devletini kur, Batırşah! (Çev. R.K.).

Batırşa ile ilgili yapılan araştırmalar, yazılan kitaplar, romanlar, şiirler, rivayetler, ninniler dışında ilmi toplantılar gerçekleştirilmiş, broşürler hazırlanmıştır. Batırşa’nın destansi hayatı ressamların da ilgisini çekmiş ve N.Haciehmetov’un “Batırşa”, T.Haciehmetov’un “Batırşa”, K.Nefiyev’in “Batırşa’nın Son Günü”, R.Şemsetdinov’un “Batırşa” gibi resimleri ortaya çıkmıştır.

Başkurdistan’ın Baltaç bölge merkezinde Batırşa’nın müze evi açılmıştır. Müzede o dönemin tarihi ile ilgili önemli belgeler mevcuttur. Batırşa’nın millete müracaatı ve Arz-Name’sinin tıpkıbasımı bu belgelerden bazılarıdır. Müzede bulunan 80 ciltten ibaret olan kütüphanenin Batırşa’nın kitaplarından oluştuğu tahmin edilmektedir. Kitapların her biri 600–700 sayfa el yazmasıdır ki, bunlar bugüne kadar araştırılmamıştır. Batırşa’nın adı, kitaplarda, müzelerde ve en önemlisi milletinin kalbinde yaşatılmaktadır. Kim bilir belki bir gün Batırşa’nın köyü Karış’ta da böyle bir müze açılır…

2012 yılı, Batırşa’nın şehit olmasının 250. yıl dönümüdür. ‘Azatlık’ Kazan Tatar Gençleri Birliği 2012 yılını “Batırşa Yılı” ilan etmiş ve bir takvim hazırlamıştır. Takvimde 2012 yılının önemli tarihi olaylarına yer verilmiştir. “2012 Yılı – Batrşa Yılı” başlığı altındaki takvimde şu ifadeler bulunmaktadır: “ Dilsiz bırakılan Batrşa’nın (Gabdulla Aliyev) Schlüsellburg Kale’sinde, zincire vurulmuş elleriyle dört muhafızı öldürdükten sonra kahramanca şehit olmasının 250.yıl dönümüdür. 1755 yılının 15 Mayıs’ında milli bağımsızlığı ve dini menfaatleri savunmak için Tatarları isyana çağıran ve Rusya’daki zorla Hıristiyanlaştırmanın durdurulmasına, Müslüman Tatarların Dini Nezareti’nin kurulmasına vesile olan Batırşa Hazret’e şan ve şerefler olsun! Amacımız Batırşa’ya heykel!” (Çev. R.K.).

İnsanlık tarihi savaşlar, acılar, kıyam ve kıyımlarla doludur. Mücadelede liderlik üstlenen şahıslar ise yüzyıllar geçse de unutulmamaktadır. Onların adı tarihte “milli kahraman” olarak anılmaktadır. Batırşa da bir milli kahramandır ki, milleti var olduğu müddetçe yaşamaya devam edecektir. Tıpkı Moğol imparatoru Cengiz Han’ın (1155/1162–1227) ‘Ulusum yaşadıkça, kendi ölümümden korkmuyorum’ sözünü kanıtlarmışçasına. (Kurban 1995: 41). Batırşa, canından çok seven milletini uçurumun kenarından çekip almak, milletinin kaderini değiştirmek için mücadele etmiştir. İdil-Ural Türklerinin gasp edilen haklarını arayan, güneşin peşinden giden, özgürlüğü ve cesareti yücelten Batırşa, geleceğe bir destan bırakmıştır. Millet için savaşım veren bağımsızlık savaşçılarının sonu ya ölüm, ya zindan ya da sürgündür. Batırşa ve silah arkadaşlarının sonu da hazin olmuştur. Sonunu düşünen kahraman olamaz derler, Batırşa milletinin girdaba kapılmasına göz yummamış, hayatı pahasına Rus zulmü ile mücadeleye girmiştir. İnat ve inancın getirdiği cesareti Batırşa’yı millet kahramanı yapmıştır. Batırşa’nın ödünsüz duruşu, bağımsızlık ve Türk Birliği fikri İdil-Ural Türkerli için bugün de günceldir. Zulüm ve zalim günümüzde de değişmemiştir. İdil-Ural Türkleri dün olduğu gibi bugün de “dilsiz” bırakılmaya çalışılmaktadır. 1755 yılındaki kanunlar Putin Rusya’sında da mevcuttur. Tatar okullarının yasaklanması, kapatılması, okullarda zorunlu Hıristiyan dini derslerinin Türklere okutulması, küçücük çocukların papaz tarafından okullarda vaftiz edilmesi, lise ve üniversite sınavlarının Rus dilinde yapılması, Latin alfabesine geçişin yasaklanması bunlardan bazılarıdır. Gün geçtikçe daha da çekilemez hale gelen durum karşısında İdil-Ural Türkleri çaresiz, fakat umutsuz değildir. Batırşa gibi milli kahramanlar bu savaşımda milletine ilham kaynağı olmaya, 1755 yılında Batırşa’nın yükselttiği bayrak yere inmeden dalgalanmaya ve Türk-Tatar milletçilerini bayrağı altında birleştirmeye devam etmektedir. Batırşa, milli kimliği, dik duruşu, değerleri ve temsil ettiği ölümsüz düşünceleriyle milletinin belleğinde saygın yerini almıştır. Değil Ruslar, yüzyıllar bile Batırşa’nın anıları karşısında çaresizdir. Çünkü adı asla silinmemek üzere kalplere yazılmış bir kere…

Kaynakça:

1. Abzalova-Salmanova, Roza, Ahmet Timer: Vozvraşçeniye, Kazan 2012.

2. Hisamova, Fagima, Tatarskiy Yazık V Vostoçnoy Diplomatii Rossii (XVI-naçala XIX vv.), Kazan 1999.

3. Hudyakov, Mixail, Kazan Hanlığı Tarihine Özgü Araştırmalar, Rusçadan Türkçeye çeviren Roza Kurban, İklil Kurban, Berlin 2009.

4. İslayev, Feyzelhak, Batırşa Vosstaniyese 1755 yel, Kazan 2005.

5. Öztekten, Özkan, Bahadur Şah’ın Arz-Namesi (Batırşa Aliyev’den Çariçe Elizaveta Petrovna’ya), Konya 2010.

6. Kurban, İklil, Yaşlı Tarihin Yankısı: Bulgar-Tatar Tarihi ve Medeniyeti, İstanbul 1998.

7. Kurban, İklil, Doğu Türkistan İçin Savaş, Ankara 1995.

8. Rudenko, Sergey, Başkurtlar, Rusçadan Türkçeye çeviren Roza Kurban, İklil Kurban, Konya 2001.

9. Togan, Zeki Velidi, Başkurtların Tarihi, Ankara 2003.

10. Vafin, Tafkil, Otpavşiye, ili Nasilstvennoye Kreşçeniye Tatar, Kazan 2011.



[1] Nogay Yolu, Rusçada ‘doroga’ olarak yazılmaktadır. Özkan Öztekten, bu kelimenin Moğolcadan alınan vilayet anlamına gelen ‘daruga’ kelimesi olduğunu yazmıştır.

[2] Söleyman Divayev, Orta Asya Türk etnografyasına ait birçok eser neşreden Rus ordusu miralayı Ebubekir Divayev’in büyük babasıdır. (Togan 2003: 89, 96)