Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1831
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10743
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 755
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Okuyucularımıza Sunduğumuz Temel Bilgiler
OSMANLIDAN CUMHURİYETE TÜRKİYE`DE KÜRTÇÜLÜK VE TARİKATLAR

OSMANLIDAN CUMHURİYETE TÜRKİYE’DE KÜRTÇÜLÜK VE TARİKATLAR

 

19. Yüzyıl Osmanlı Türkiye’sinde devletin merkezileşme politikalarının bir sonucu olarak aşiret liderlerinin kendi toprakları üzerindeki kontrolünü kaybettiklerini görüyoruz.

ABD-Chicago Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Hakan Özoğlu’na göre, bu iktidar boşluğu siyasi liderlik iddiasında bulunan dini şahsiyetler tarafından dolduruldu.

Dini şahsiyetlerden maksat Nakşibendî tarikatı mensubu Kürt şeyhler.

Bu tarikat, bölgede Nakşibendî tarikatının müceddidi- Halidi kolunu kuran Mevlana Halit vasıtasıyla 19. yüzyılda yayıldı.

Osmanlı-Türk devleti ile Rusya arasındaki savaşlar, Ermeni isyan ve katliamları Nakşibendî şeyhlerine aşiretler üstü bir otorite sağladı.

“Nakşibendî ağıyla birbirine bağlı olan bu tarikatların lider ya da şeyhleri Kürtlere sadece dini değil, aynı zamanda siyasi olarak ta yol gösterdiler. Nakşibendî seçkinleri Kürt milliyetçisi örgütlerde liderliği üstlendiği zaman İslami karizmalarını kullanarak aşiret üstü bir gücün temsilcisi haline geldiler.”

Özoğlu’na göre, Nakşibendî şeyhler, aşiret ötesi etkileri vasıtasıyla mahalli Kürtler üzerinde büyük bir otoriteye sahip oldular.

Nakşibendîlik en politik tarikattır. Eskiden beri politik çevrelerle iç içe olması bakımından dikkat çeken Nakşibendî tarikatı, özellikle 8. Cumhurbaşkanı Özal döneminde Türk kamuoyunda daha bilinir hale geldi.

Nakşibendî tarikatının kurucusu olan Bahaeddin Nakşibendî’nin külliyesi Özbekistan’ın Buhara şehrinde bulunuyor.

Atatürk’ün silah arkadaşlarından Mareşal Fevzi Çakmak’ın dedesi, Tophane Müftüsü Hacı Bekir Efendi de ünlü bir Nakşibendî şeyhiydi.

Atatürk’ün meşhur Nakşibendî Şeyhi Küfrevizade Abdülbaki Efendi’ye mektuplar yazdığı ve mektupta milli mücadeleye verdiği destekten dolayı kendisinden övgüyle bahsettiği biliniyor.

Cemal Kutay’ın “Cumhuriyet’in Manevi Mimarları” kitabında ilk meclisteki milletvekillerinden en az yarısının din adamı olduğu belirtiliyor.

Tekke ve zaviyelerin kapatılması, eğitim birliğinin ilanı ve uygulaması, cumhuriyet döneminde Türkiye’de, devlet güçleriyle Nakşibendîlik tarikatını diğer bütün tarikatlardan daha çok karşı karşıya getirdi.

O dönem Nakşî büyüklerinden Abdülhakim Arvasi’nin şu yorumu ilginçti.

“Hükümet tekkeleri değil, boş mekânları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı.”

Bu yorumda, tekkelerin hem fonksiyonlarını yitirdiği hem de çağa göre kendisini ayarlayamadığı iması ile tekkeler kapansa da eğer misyonu bitmediyse tarikatın yaşayabileceği anlatılıyor.

Nakşibendî tarikatı, bütün tarikatlar arasında en kolay olanı olarak ifade ediliyor.

Dünyevi işleri unutmuyorlar.

Bu tarikatta, müritten fazla mürşid çalışıyor.

Nakşibendî tarikatında mürşid görevini üstlenen kişi, tarikata yeni giren birine, kalbindeki bütün üstünleri aktarmak mecburiyetinde.

Tarikatın temeli, tövbe, uzlet, zühd, takva, kanaat ve teslimiyete dayanır.

Bir kısım Batılı bilim adamı, İslam’daki tarikat yapılanmasını Masonik bir yapılanmaya benzetmektedir.

Kürt Nakşibendîliği:

Araştırmacı yazar Müfit Yüksel, Kürt Nakşibendîliği ile ilgili şu bilgileri veriyor:

“1800’lü yılların ilk çeyreğinde Güneydoğu Anadolu’da önemli sosyal değişmeler yaşandı. Bu bölgede daha önce toprak ağalığı ve aşiret reisliği vardı.

Tarihte bu bölgedeki 25 mahalli yöneticiden 24’ü Şah İsmail’e karşı Yavuz Sultan Selim’in yanında yer aldı.

Daha sonra bu yöneticilerin statüleri saray tarafından Tanzimat’ın ilanına kadar korundu.

1843’te Bitlis Bey’inin konumuna son verildi. Bu, bütün statülerin sonu oldu ve mahalli otorite boşluğu ortaya çıktı.

Bu arada Halidi Nakşîliğinin bölgede yükselişe geçmesi sonucunda, orada bulunan Nakşî şeyhleri, bölgenin gerçek mahalli otoriteleri haline geldi.”

Halidi Bağdadi’nin Kürt olması, Halidi Nakşîliğinin daha çok Kürt merkezli bir tarikat olarak gelişmesine yol açtı.

Başlangıçta, yani Osmanlı Türk devletinin dağılma sürecinde ortaya çıkan Kürtçülük iki ana koldan beslendi.

Birincisi, medrese ya da tekke kökenli dini mesleklere sahip Kürtlerin başını çektiği ÖZERKLİK yanlısı NAKŞİBENDÎ tarikatı mensubu Kürt şeyhlerin liderliğindeki grup.

Nakşibendî Kürt şeyhlere göre, Özerklik İslami birliğe halel getirmiyor olsa da bağımsızlık getirirdi.

Bu grubun önde gelen liderlerinden biri, Seyyid Abdülkadir (1851–1925) Hakkâri’nin Şemdinan kazasında,“Nehri” olarak ta adlandırılan bölgede doğdu.

Özoğlu’nun 19 Kasım 1996’da İstanbul Suadiye’de Seyyid Abdülkadir’in torunu, Geylani aşiretinden Hızır Geylan ile yaptığı röportajdan öğreniyoruz ki, Seyyid Abdülkadir babasının gözetiminde Nakşibendî tarikatının seçkin bir mensubu olarak eğitim gördü.

Babası Ubeydullah’ın başını çektiği Kürt ayaklanmasından sonra, Osmanlı Türkiye’sinde devlet Abdülkadir’i 1881’de Hicaz’a sürdü. İstanbul’a döndükten sonra kendisini bu kez II. Abdülhamid’e karşı yapılan bir suikastçı grubun içinde görüyoruz.

1896’da bu kez Mekke’ye sürüldü.

2 Ekim 1908’de İstanbul’da kurulan Kürdistan Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin kurucularından biri oldu.1910–1920 yılları arasında Osmanlı üst meclisi olan, Ayan meclisi üyeliğine atandı. Şura-yı Devlet’in başkanı oldu. Osmanlı devlet bürokrasisinde önemli bir yer edindi.

Bu durumun Cumhuriyet Türkiyesi’nin bir kısım bürokrasi kadrosuna benzerliği var mıdır?

İstanbul’da, özellikle Ermeni hamal nüfusun yerini alan Kürt işçilerin desteğini arkasına aldı.

Gücünü, Osmanlı Türkiye’sinin devlet bürokrasisi içindeki konumundan ve Nakşibendî tarikatı şeyhi olmasından alıyordu.

1918 yılında, Kürt Teali Cemiyeti başkanı olan Seyyid Abdülkadir, özerk bir Kürt devleti kurmak için İngiliz desteği arayışına girdi.

Onun bu yöndeki faaliyetleriyle ilgili, bilgiler İstanbul’daki İngiltere Yüksek Komiseri Mr. Ryan’ın 1920 tarihli bir notunda görülebilir.

Konuyla ilgili daha geniş bilgi, Ahmet Mesut, İngiliz Belgelerinde Kürdistan: 1918–1958, İstanbul: Doz Yayınları, 1992’de yer almaktadır.

1919 yılındaki Paris Barış Konferansı’nda İngiliz, Fransız ve ABD desteği için çalışan Abdülkadir, Amerikalılardan gerekli desteği bulamadı.

Zira Amerikan politikası o günün şartlarında Kürdistan pahasına bağımsız bir Ermenistan devletinin kurulmasından yana idi.

Peki, özellikle Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra hızlanan Irak’ın işgaliyle iyice ivme kazanan “Kürt devleti” projesinin arkasındaki esas unsur, ABD-İsrail-İngiltere ve AB’nin zaman zaman birlikte, bazen da ayrı olsa da, “Büyük Ermenistan Devleti” projesi olabilir mi?

İngiltere 1920 Sevr Anlaşması’na Türklerin Kürt milli haklarının tanıması şartını koydu.

Kürtler, Sevr’in 62. ve 64. maddelerine göre, kendi kendilerini yönetebileceklerini Milletler Cemiyeti’ne ispatlayabilirlerse Türkiye onların egemenliğini tanıyacaktı.

1923 yılında imzalanan Lozan Anlaşması, Sevr’i ve “Bağımsız Kürdistan” projelerini, Batı’nın rafa kaldırmalarına sebep oldu.

 O günün şartlarında Kürt aşiretler arasında bir birliğin sağlanamaması, Osmanlı Türkiyesi’ndeki Kürt ahalinin devletine bağlı olması, Kürtçülük hareketinin özellikle Diyaspora arasında kalması gibi sebeplerle Batı ve özellikle İngiltere bir “Kürt Şerif Hüseyin” bulamadı.

Günümüzde de Abdullah Öcalan’a Batı’nın biçtiği rol “Kürt Şerif Hüseyin” olmasıdır.

Seyyid Abdülkadir, 1919–1925 yılları arsında da Atatürk’ün liderliğindeki Türk İstiklal Harbi ve Cumhuriyet Türkiye’sini yıkmak için İngiltere’yle işbirliği yaptı.

Bir Nakşibendî Şeyhi olan Şeyh Sait, Seyyid Abdülkadir’in de desteği ile 8 Şubat 1925’de Cumhuriyet Türkiye’sine isyan etti.

Diyarbakır İstiklal Mahkemesi’nin vatana ihanet suçundan idam cezası verdiği Seyit Abdülkadir ve oğullarından Mehmet, 27 Mayıs 1925’te idam edildiler.

Öteki oğlu Abdülkadir İran’a kaçtı.

Melik Fırat’ın 26 Ekim 1996’da verdiği mülakata göre, Seyyid Abdülkadir’in North Caroline Üniversitesi’nde eğitim görmüş bir mühendis olan torunu Hızır Geylan herhangi bir Kürtçü olaya katılmaktan kaçınmakta olup bir Türk soylu hanımla evlidir.

Hızır Geylan’ın söylediğine göre de, çocuklarından hiçbiri “Kürtçe” bilmemekte. Şeyh Said’e gelince. Melik Fırat’ın “Kürt Şehidi” saydığı bu Nakşibendî Şeyhi vatana ihanetten 29 Haziran 1925’te idam edildi.

Özoğlu’na göre, Şemdinan ailesinin bir ferdi olarak Nakşibendî Seyyid Abdülkadir her ne kadar rakipleri Berdirhan aşireti gibi doğrudan bağımsızlığı savunmayıp özerkliği savunuyorsa da, iki açıdan bütün Kürtçü hiziplerin liderlerinin bir simgesidir.

Birincisi, Osmanlı Türk devleti çökerken faal olarak Kürtçülük faaliyetlerine başlamıştı.

İkincisi, bölünmez bir Türk milli devletini savundukları için Atatürk veTürk milliyetçilerine karşı çıkmıştı.

Nakşibendî Tarikatı Şeyhlerinden bir başka isim, Şeyh Şefik Efendi, yani bir başka isimle Şeyh Şefik Arvasi.

Van’ın Arvas köyünde doğan ve 1971’de ölen Şefik Arvasi soyadı kanunu çıktıktan sonra, Handan Arvas’ın ifadesine göre, nüfus memurunun yaptığı bir yanlışlık sonucu “Eryuvası” soyadını almıştır.

Şeyh Şefik Arvasi-Eryuvası’nın torunlarından biri olan Didar Hanım, kendisi de bir Nakşibendî tarikatı mensubu olduğu söylenen ve Nakşibendî tarikatının destekçisi Eski Cumhurbaşkanlarından Turgut Özal’ın ve AKP’nin organizatörü eski bakanlardan Korkut Özal’ın kardeşi eski DPT müsteşarı ve bakanlardan Yusuf Bozkurt Özal’ın oğlu İbrahim Özal ile evlendi.

AKP İstanbul milletvekili olan İbrahim Özal, 22 Ekim 2005 tarihli Hürriyet gazetesinde yer alan bir habere göre, Gülümser Didar Hanım’dan boşanıyor.

Boşanma gerekçesi de, İbrahim Bey’in eski danışmanı Ayşe Muhtaroğlu ile duygusal bir ilişki yaşaması.

23 Ekim 2005 tarihli Ortadoğu gazetesinde ise değerli gazeteci Orhan Tahsin’in yazdıkları özetle şöyle:

“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın prensleri arasında yer alan, AKP İstanbul milletvekili İbrahim Özal’ın eşi Gülümser Didar Özal, boşanmak için mahkemeye başvurdu.

Sarıyer adliyesine dilekçe veren Didar Özal, üç çocuğunun velayetinin de kendisine verilmesini istedi.”

“Yusuf Bozkurt Özal ve Alman asıllı Elisabeth Heidi Özal’ın oğlu olan İbrahim Özal, 1965’te Londra’da doğdu. İlköğretimini İstanbul’da, orta ve lise öğrenimini ABD’de tamamladı. Kanada Mc Gill Üniversitesi’nde bir yıl eğitim gördü. Üniversiteyi bitirince Kuveyt Türk Evkaf Finans Kurumu’nda, Cüneyt Zapsu’nun sahibi olduğu Azizler Holding’de çalıştı. Sonra ticarete atıldı, dört yıl döviz bürosu işletti. 2002’de AKP’den milletvekili seçildi.”

Bu “dipnot”tan sonra tekrar Şefik Arvasi’ye dönelim.

Şefik Arvasi’nin Said Nursi’nin yakın arkadaşı olduğu belirtilmekte. Arvasilerin Hakkâri’nin Arvas’ta toprağının olduğu ve Nakşibendî tarikatının bölgedeki en önemli temsilcilerinden Hakkârili Şemdinan ailesiyle de ilişkileri var.

Kürdistan Teali Cemiyeti’nin (KTC) kurucu üyelerinden olan Şefik Arvasi 1919 yılında, KTC yayın organı olan Kürdistan gazetesinin başyazarlığını yapmakta ve makalelerinde Kürt kimliğini desteklemektedir.

Cumhuriyet Türkiyesi’nde, önce Eyüp’te bir Nakşibendî tekkesi kurmakla meşgul oldu. 1971 yılında, ölmeden önce daha önce amcası Aldülhakim’in oturduğu makama, Sultan Ahmet Camisi’ne baş imam olarak atandı.

Şeyh Şefik’in yeğenlerinden olan Abdülhakim Arvas, Cumhuriyet Türkiyesi’nde milletvekilliği yaptı.

Arvasi ailesinden farklı bir ses, Seyyid Ahmet Arvasi, Kürtlerin Türklerden ayrı bir millet olmadığını söyler. Kürtçü iddiaların meşrutiyetinin bulunmadığını söyleyen Ahmet Arvasi, vatansever ve derin İslami bilgi sahibi kimliği ile Türk milliyetçileri-ülkücüler tarafından oldukça sevgi ve saygı gören bir eğitimciydi.

Nakşibendî Şeyhlerinden en şöhretlisi, Fetullah Gülen’e kadar herhalde Bediüzzaman Said Nursi’dir.

Said Nursi (1876–1960) Bitlis’in Nurs köyünde doğdu. Hakan Özoğlu’na göre, 1920’lere kadar yani 44 yaşına kadar Said-i Kürdi olarak tanındı.

Prof. Şerif Mardin’in yazdığına göre, Said Nursi, anneannesinin soyunu peygamberimiz Hz. Muhammed’in ailesine dayandırıyor.

İçtimai Reçeteler sayfa 52’de, Said Nursi, İstanbul’daki Kürt hamallara hitaben: “Bir buçuk senedir burada Kürdistan’ın neşr-i maarif için çalışıyorum, ben bir hamalın oğluyum…” diye ifade eder.

Dr. Hakan Özoğlu’nun ifadesiyle;  “Said Nursi, bir Kürt önderi olarak otoritesini çoğunlukla kendi dini kimliğinden aldı”.

Said Kürdi-Nursi Osmanlı Türkiye’sinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne de(İTC) katıldı.

1914 yılında, Enver Paşa tarafından oluşturulan Teşkilat-ı Mahsusa (Eski MİT) da görev aldı.

Diğer taraftan Said Nursi Kürt Teali Cemiyeti’nin de faal bir üyesiydi.

Yine Chicago Üniversitesi’nden Dr. Hakan Özoğlu’nun “Kurdish Notables and the Otoman State: Evoling Identities, Competing Loyalties, and Shifting Boundaries” adlı çalışmasında yer alan ifade özetle şöyle:

“Said Nursi’nin her ne kadar Türk müritleri, onun Kürt kimliğini arka planda bırakmaya çalışsalar da Said Nursi, gençlik yıllarında, Kürtçülüğüne dikkatli bir şekilde ilgi göstermiştir.”

“Kürdistan’da okullar açılması ve Kürt dilinin eğitim dili olarak geliştirilmesi için padişahtan yardım istemek maksadıyla İstanbul’a gitti.”

İngiliz belgeleri ve Vakit gazetesinin 15 Mayıs 1925 tarihli sayısında yer alan bir makale, Said Nursi’nin  KTC’de faal olduğunu belgelemektedir.

Tarihçi Tarik Zafer Tuna’ya göre Said Nursi 1919’da KTC üyelerince kurulan Kürt Neşri Maarif Cemiyeti’nin üyesiydi.

Said Nursi’nin yazdığı makaleler KTC üyeliğinden önce, 1908 yılında kurulan Kürdistan Terakki ve Teavün Cemiyeti’nin yayınladığı, “Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi”nde yayınlanmıştı.

“Belgeler, Said Nursi’nin Kürtlerin Osmanlı Türkiye’sindeki “kültürel haklarını” canı gönülden desteklediğini ve Birinci Cihan Savaşı’ndan sonra Kürtçülük faaliyetlerine katıldığını göstermektedir… Kürtlerin idari özerklik fikrini aşikâr biçimde yaydı ve KTC içindeki özerklik yanlısı kampta yer aldı. Hiç evlenmeyen Said Nursi, Fener Rum Patriğini ziyaret eden ilk Cumhuriyet dönemi tarikat lideridir.

Osmanlı Türkiye’sinde ve Cumhuriyet Türkiye’sinde Kürtçülüğün iki ana kola ayrıldığı görülüyor.

Birincisi ve en fazla taraftar toplayanı Nakşibendî Tarikatı şeyhlerinin başını çektiği ÖZERKLİK yanlıları olduğunu belirtmiştik.

İkincisi ise, başını Osmanlı Türkiye’sinde Bedirhan aşiretinin çektiği Cemilpaşazadeler ve Babanlar’ın desteklediği Cumhuriyetin ilk yıllarından sonra yeraltına çekilen, 27 Mayıs 1960 Anayasası’nın gölgesinde “Doğu Kültür Ocakları” , muhtelif sosyalist gruplar ve nihayet PKK’nın başını çektiği TAM BAĞIMSIZLIK yanlıları.

Bedirhan aşiretinin Kürtçülük faaliyetlerini ayrı bir makale olarak ele alacağım. Bu aşiretle ilgili Mahmut Çetin’in “Bedirhan Aşireti” ni anlatan kitabında oldukça detaylı bilgi vardır.

Bedirhan aşiretine mensup çak sayıda şöhretli isim günümüz Türkiye’sinde siyasi, akademik, sanat, sanayi ve ticaret arenasında yerini almıştır.

Prof. Emre Gönensay ile Cüneyt Zapsu ilk akla gelen isimlerden.

Gönensay, Tansu Çiller’in Başbakanlığında Dışişleri Bakanlığı görevinde bulundu.

Cüneyt Zapsu ise R.T. Erdoğan’ın “aklımın yarısı” dediği baş danışmanı.

Cüneyt Zapsu ve ailesini biraz daha yakından tanıyalım.

Esma Gündoğdu’nun, Yeni Aktüel dergisin 25 Ekim 2005 tarihli sayısında yer alan yazısına göre, şöhretli Bedirhaniler’den bazıları;

Eski Milli Eğitim Bakanı Vasıf Çınar, tarihçi yazar Cemal Kutay, eski Galatasaray Spor Kulübü Başkanı Tevfik Ali Çınar, senarist Ayşe Şaşa, -Şaşa eski Marksist sonradan dinci-, İbrahim alaaddin Gövsa, Menderes dönemi Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Ürdün Kralı Hüseyin’in amcaoğlu Rakan Haşimi gibi isimler.

İbrahim Alaaddin Gövsa, “Sabatay Sevi” adlı kitabın yazarıdır. Sevi Yahudi Mesih’i olduğunu iddia etmişti. Sabataycılık, Müslüman görünen Yahudiler için kullanılan bir tanımlamadır.

Yeni Aktüel dergisinin ifadesiyle Türkiye’nin farklı toplum katmanları için farklı “Zapsu”lar var.

Cüneyt Zapsu’nun ağabeyi Aziz Zapsu, BİM’in yönetim kurulu başkanı. BİM’in büyük ortağı ise Amerika merkezli Yahudi sermayesinin başarılı finans şirketlerinden Merrill Lynch.

Aziz ve Cüneyt Zapsu’nun anneleri Gaye Zapsu tezhip sanatçısı.

Faili meçhul bir siyasi cinayete kurban giden Kürtçü Musa Anter Zapsu ailesinin eniştesi.

Babaanne Hidayet Zapsu, Bedirhan Paşa ailesinden. Baba Mustafa Pertev Zapsu’nun babası ise, Said Nursi’nin talebelerinden ve Dar-ül Hikmet-il İslamiye üyesi, yazar, şair ve Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslara esir düşmüş Abdürrahim Zapsu.

Abdürrahim Zapsu’nun annesi Zeliha Hanım Arvasi aşiretinden Seyyid Muhammed Arvasi’nin oğlu Muhyiddin Arvasi’nin kızı, babası ise, Seyyid Pertev Bey.

Van’dan İstanbul’a Said Nursi ile gelen Abdürrahim Zapsu çeşitli Kürt derneklerinde görev aldı.

Kürt Talebe Hevi (Ümit) Cemiyeti’nin on sekizinci sıradaki kurucusuydu. Birinci Cihan Harbi’nin Türk-Osmanlı devletinin aleyhine gelişmesiyle birlikte Said Nursi ve Abdürrahim Zapsu Doğu Cephesine gitti. Ruslara esir düştüler.

Rusya’daki 1917 Bolşevik İhtilali’nden sonra Türkiye’ye dönen Said Nursi İslam Akademisi Dar-ül Hikmet-il İslamiye üyeliğine seçildi. Burada Nursi’nin öğrencisi olan Abdürrahim Zapsu, Bedirhan Aşireti lideri Kürt Bey’i Bedirhan Paşa’nın torunlarından Hidayet Hanım’la evlendi.

Bu evlilikten dört çocuğu oldu. Cüneyt Zapsu’nun babası Mustafa Pertev bunlardan biridir.

Abdürrahim Zapsu bir yandan devlette, maliyede çalışırken diğer yandan Ehl-i Sünnet dergisini çıkarıyordu.

Cüneyt Zapsu’nun dedesi Abdürrahim Zapsu Necip Fazıl Kısakürek’in öncülüğünde kurulan Büyük Doğu Cemiyeti’nde kurucu üye oldu.

 Bu arada, aynı zamanda İstanbul’da, Dicle Talebe Yurdu’nun yöneticiliğini yaptı.

Yurt İstanbul’a üniversite öğrenimi için gelen “Kürt gençleri”nin kaldığı bir yerdi.

Cüneyt Zapsu’nun dedesi Abdürrahim Zapsu bu yurtta tanıdığı ve ta o zamanlar Kürtçü olan Musa Anter’e kızı Ayşe Hale’yi verdi.

Bu ilginç bir durumdu. Abdürrrahim Zapsu dindardı, Musa Anter ise Marksist ve ateist.

Acaba kızını verecek kadar kendine yakın hissetme sadece “Kürtçü”lük dürtüsüyle olabilir mi?

Musa Anter “49’lar olayı”nda diğer Kürtçülerle tutuklanacak kadar Kürtçülük faaliyetlerinin içinde.

Said Nursi’nin Afyon-Emirdağ’daki sürgün ve mecburi ikamet günlerinin ziyaretçilerinden biri Abdürrahim Zapsu. Bilahare Nursi Laleli’deki evinde Abdürrahim Zapsu’ya iadeyi ziyarette bulunuyor ve burada Musa Anter ile tanıştırılıyor.

Abdürrahim Bey, oğlu Musataf Pertev’i “Masey Ferguson” traktörlerinin Türkiye’deki imalatçısı Uzel ailesinin kızı Gaye Uzel ile evlendiriyor.

Bu evlilik Azizler Holding’in temelinin atılmasına vesile olmuş.

27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra Menderes hükümetinin yönetimden uzaklaştırılması üzerine, Mustafa Pertev Zapsu, Cüneyt Zapsu’nun ifadesiyle “soyadından dolayı nasıl olsa baskı göreceğini” bildiği için Türkiye’yi terk ediyor.

Önce Marsilya’ya, sonra Rotterdam ve sonra da Münih’e geçen Mustafa Pertev Zapsu, Almanya’da iplik ticaretine başlıyor. Aile Münih’te bir araya geliyor.

Mustafa Pertev Zapsu’nun “iplik ticareti”ni seçmesi tamamen tesadüf müdür, yoksa o günün şartlarında Türkiye’de iplik ticaretini büyük ölçüde kontrol altında tutan “grubun” yardım ve desteği olmuş mudur? Bunu ancak aile bilebilir.

1966 yılında Türkiye’ye dönen ailenin çocukları Aziz ve Cüneyt Zapsu öğrenimlerini Alman Lisesi’nde devam ettiriyor.

Cüneyt Zapsu, duvarları Einstein , Beethoven’in resimleriyle süslü bu okulda “her şeyi sorgulamayı” öğreniyor. Dedesinin ve babasının çocuklarını yabancı okulda okutması da bununla ilgili. “Robot gibi değil, daha açık fikirli olmamızı istedikleri için Alman Lisesi’ne gönderdi bizi” diye sözlerini tamamlıyor Cüneyt Zapsu.

14 Aralık 1987’de baba MustafaPertev Zapsu öldüğünde Azizler Holding iyice güçlenmişti.

Aziz ve Cüneyt Zapsu: “Babamız her zaman, korkulan, çekinilen isimlere evinin kapısını açtı… Öyle günler yaşadık ki, Arvasiler kendilerini Arvasi diye tanıtamıyordu. Soyadlarını “Eryuvası” diye söylerlerdi.”

Aziz ve Cüneyt Zapsu’nun bu yorumu Handan Arvas tarafından yalanlanmaktadır. Chicago üniversitesi’nden Dr. Hakan Özoğlu’nun Handan Arvas’a dayandırdığı bilgiye göre, Şeyh Şefik Arvasi, soyadı kanunu çıktıktan sonra nüfus memurunun yaptığı bir yanlışlık sonucu “Eryuvası” soyadını almıştır.

Ailenin bir de gölgede kalan ismi var.

Kürt Bedirhan Paşa’nın oğlu Murat Remzi Çınar’ın torunu Hidayet Zapsu. Babası ise Aziz Çınar. Arusi tarikatı’nın şeyhi Aziz Çınar, Hidayet Zapsu’nun babasıydı.

Bedirhan Aşireti mensubu Aziz Çınar, bir deniz subayı olan Ömer Mardin’den almıştı şeyhliği. Mardin de soyadından anlaşılacağı gibi Mardinizadeler ailesindendi.

Ömer Mardin’in şeyhi ise, Can Kıraç’ın eşi Nazlı Kıraç’ın dedesi, ünlü Şeyh Küçük Hüseyin efendi’ydi.

Can Kıraç, Koç Holding’in eski üst düzey yöneticilerinden olup Vehbi Koç’un damadının kardeşidir.

Gaye Zapsu, Esma Gündoğdu’ya anlatıyor:

Kayın pederim, -Abdürrahim Zapsu- Abdulhakim Arvasi Hazretleri’ne bağlı Nakşibendî’ydi. Eşim de babasından dolayı aynı dergâhtandı. Benim ailem ise bir başka Nakşibendî şeyhinden,  Bursalı Mehmet efendi’den ders aldı. Yani Mehmet Zahit Kotku Hazretleri’ne bağlıydı.”

Cüneyt Zapsu’ya göre, “tasavvuf Anadolu’nun büyük kazancı… Bugün Balkanlar’da yaşayan milyonlarca Hıristiyan varlığını Mevlanalara, Yunuslara borçludur.”

 Zapsu ailesiyle ilgili bu kadar bilgi yeter deyip tekrar asıl konumuza dönelim.

“Özerklik” yanlısı Nakşibendi Kürtçüler ile Bedirhan aşiretinin başını çektiği “tam bağımsızlıkçı” Kürtçülerin ilişkilerinde iki temel dayanak motivasyon unsuru.

Akrabalık ve dini bağlar.

Özoğlu’na göre, Said Nursi’de aynı gelenekle eğitilmişti.

Kürtçü liderlerin, Osmanlı’dan Cumhuriyete, tamamına yakınının ortak özellikleri:

Ayandan, yani üst tabakadan olmaları, büyük ölçekte arazi sahipliği, yüksek bürokratik ve siyasi mevki sahibi olmaları.

“Kürdistan” diye tanımladıkları bölgenin dışında doğmuş veya yaşıyor olmaları. Bir başka ifade ile çoğunun diyaspora topluluklara mensupluğu öne çıkıyor.

Osmanlı Türkiyesi’nde Kürt orta sınıfından destek bulamayan Kürtçülük, Cumhuriyet Türkiyesi’nde orta tabaka tarafından destekleniyor mu?

Üniversitelerimiz “başörtüsü, laiklik, anti-laiklik” tartışmalarından vakit bulabilirse zannediyorum konuyu araştırır.

Tespitimize göre, Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyesi’nde, Türk devletinin psikolojik olarak zafiyet içinde olduğu görüntüsü Kürtçülüğe zirve yaptırmaktadır.

Kazım Karabekir Paşa, 6 Ocak 1920 tarihli Harbiye Nezareti’ne yazdığı mektupta, Ermeni tehdidini dengelemek için Kürtçülüğe müsaade etmenin tehlikelerine dikkati çekiyordu.

Tıpkı son yıllarda görünmez bir elin önce Zaza Türklerini Kürtleştirmek istemesi, tutmayınca ayrı bir “Zaza milleti” varmış gibi, Zazacılık, Zaza milliyetçiliğini körüklemesi…

Sanki Kürdistan olmazsa, Zazaistan milli devletinin gelecekteki haritası çiziliyor.

Heyeti Temsiliyye tutanaklarında yer alan bir kayıtta Rauf Orbay’ın Atatürk’e söylediği şu sözler bugün için de, özellikle dış güçlerce kotarılmaya çalışılan, Kürt-Ermeni beraberliği noktasından büyük önem ifade etmektedir.

“Ermenilere teslim edilecek Anadolu’daki herhangi bir toprak parçasının bir Kürdistan meselesine sebep olacağı kesindir.”

Bir soru, günümüzde Kuzey Irak’tan başlayarak Güneydoğu Anadolu’ya uzatılacak Bir Kürdistan, Büyük Ermenistan’a ve nihayetinde Büyük İsrail’e giden bir yol mudur?

Genelkurmay belgelerinde belli başlı cumhuriyet dönemi Kürt isyanları şu şekilde:

1921 Dersim isyanı.

1925 Nakşibendî şeyhi Şeyh Said liderliğindeki Bingöl bölgesinde gerçekleştirilen isyan.

16 Mayıs–17 Haziran 1926 Birinci Ağrı isyanı.

7 Eylül-3o Eylül 1926 Koçuşağı isyanı.

26 Mayıs–25 Ağustos 1926 Mutki isyanı.

13–20 Eylül 1927 İkinci Ağrı isyanı.

7 Ekim-Kasım 1927 Bicar isyanı.

22 Mayıs–3 Ağustos 1929 Asi Resul isyanı

1930 Ağrı isyanı.

1937–1938 Dersim isyanı.

21–22 Mart 1937 gecesi, Dersim-Tunceli’deki Kureyşan, Muş’taki Haydaran, Demenan, Yusufhan aşiretlerinden oluşan dört bin kişilik bir çeteler topluluğu devlete başkaldırdı.

İnönü’nün başbakanlığında başlayan bu isyan Celal Bayar’ın başbakanlığı sırasında bitti.

Son Dersim isyanından sonra 1960 ihtilaline kadar, Kürtçü faaliyetler özellikle DP iktidarının şemsiyesi altında tarikat mahfillerinde “İslami cemaat” kisvesi altında daha rahat hareket sahası bulmuştur.

1960 ihtilalinden sonra yürürlüğe konan anayasa, Türkiye’de sol ve sosyalist mahfillerde Kürtçülüğün kâh demokratikleşme, kâh başka bir insani söylemle kendine iyice hayat sahası bulmasına sebep olmuştur. 1960 Anayasası, Türkiye’de kontrolün siyasi, iktisadi, kültürel ve psikolojik olarak iyice ABD’nin eline geçmesine vesile teşkil etmiştir.

12 Eylül 1980 ihtilali, arkasından Sovyet Bloğunun dağılması ile sol ve sosyalizmin çökmesi Türkiye’deki Kürtçü faaliyetleri yol ayrımına getirmiştir.

Osmanlı Türkiyesi’nde olduğu gibi, bir yanda İslami tarikatlar bünyesinde kendisine yer edinen Kürt kimliğini tanıma ve kültürel haklar söylemli Kürtçülük hareketi, diğer taraftan kısa yoldan “tam bağımsızlık” isteyen PKK çizgisi.

AKP iktidarı ile birlikte “İslami tarikat” temelli Kürtçülük hareketi iyice ivme kazanmış gözüküyor.

Osmanlı Türkiyesi’nde de bir kısım İslami tarikatlar içinde kendisine yer edinen “özerklik” yanlısı Kürtçüler ile “tam bağımsızlıkçı” PKK ve Barzani çizgisi-evet artık Türkiye’de Barzani çizgisinde Kürtçülük vardır- Kürtçüler arasında “Kürdistan”ın geleceği hakkında görüş ayrılıkları vardır.

Ancak bunlar ortak noktalarda birleşmişlerdir.

Türk devletine, Cumhuriyet Türkiyesi’ne, Atatürk’e ve Türk ordusuna düşmanlıkla birleşmişlerdir.

Her iki hizip te Türk devletinin parçalanması için yabancı güçlerle siyasi, iktisadi ve kültürel işbirliği içerisindedir.

Türkiye’de ümmetçi-liberal ayırımı gözetilmeden Kürtçü unsurlara servet transferi yapılmaktadır.

Bu transferlerde yabancı-yerli unsurlar işbirliği içinde hareket etmektedir.

Osmanlı Türkiyesi’nde çatışma halinde olan Ermeni ve Kürt milliyetçiliği günümüzde “görünmez” merkezlerin telkinleri ile birbirine karşı toleranslı hale gelmiştir.

Fakat eninde sonunda, aynı bölge toprağı için rekabet halindeki Ermeni ve Kürt istekleri yerini çatışmaya bırakacaktır.

Elbette bu çatışmada “Batı” Ermeni tarafını destekleyecek.

İsrail, Ermenistan, Almanya ve ABD’nin başını çektiği iki noktayı gözden ırak tutmamak gerekir.

İsrail, sözüm ona genetik araştırmalara dayandırarak Kürtleri “baba” tarafından Yahudi ırkı ile ilişkilendirmekte, akrabalık tesis etmektedir.

Diğer taraftan Ermeni diyasporası başta olmak üzere, ABD ve bir kısım AB ülkelerinde, bugün Anadolu’muzun doğu ve güneydoğusunun bazı bölgelerinde yaşayan ve Kürt olarak bilinen insanların birçoğunun Ermeni olduğu işlenmektedir.

Almanya’da ise Kürtlerle Almanların aynı ırk kökene dayandığını yazıp, çizen Alman bilim adamları(!) türemiştir.

Türkiye’ye yönelik Ermeni ve Kürt kartının Ruslar tarafından kullanılmaya başlaması Rusya ve ABD arasındaki Küba krizine dayanır.

Türkiye Cumhuriyeti’ni idare eden sivil-asker herkesin, aydınların ve topyekûn Türk milletinin üzerinde durması gereken en önemli husus kanaatimce şudur.

Osmanlı ve Cumhuriyet Türk iyesi’ndeki Kürtçü hareket ve isyanların birinci temel dayanağı bazı İslami tarikat şeyhleridir.

Gerçekten, de Nakşibendî Şeyh Said isyanı ve diğer bazı isyanlarda “bir toplumun dini duygularının nasıl da hazır bir biçimde siyasi ve askeri bir hareketin kanalına akıtılabileceğini göstermesi açısından önemlidir.”

Atatürk’ün vefatından sonra, İnönü iktidarının “Milli şeflik” diktoryasının Kur’an’ı adeta yasak kitaplar arasına sokması ve mütedeyyin Müslümanlığı yaşamak isteyen insanların üzerine devlet gücünün salınması vs. ile İslam’ı ve Kur’an’ı öğrenme faaliyetlerinin “merdiven altlarına” kaymasına sebep olmuştur.

Merdiven altlarında “Batılı servislerin” organizasyon ve para desteğiyle İslami tarikatların birçoğunun kontrolü, etnik takıntılı unsurlar ile Kürtçülerin kontrolüne girmiştir.

DP ve sonra gelen liberal sağ iktidarların hiçbirinin tarikatlar meselesine, Türkiye’nin ve Müslüman Türk milletinin “milli güvenliği” açısından bakmadıkları bugün iyice gün yüzüne çıkmıştır.

Bu meseleye, iki ihtilal, iki askeri muhtıra ile, sisteme müdahale eden askerlerde gereken hassasiyeti göstermemişlerdir.

Açıkçası dört askeri müdahaleden biri, ister soldan, ister sağdan formatlı görünsün, hiçbiri milli-ulusal değildir.

Özdemir İnce’nin 18 Ekim 2005 tarihli Hürriyet gazetesindeki köşe yazısında belirttiği gibi: “Askeri darbe ve müdahaleleri siyasal, tarihsel, toplumsal konjonktürden ve gizli servis ilişkilerinden soyutlayarak düşünmek mümkün değil.

ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin 150 yaşında olduğunu bilmeden AKP’nin 2005 yılında Türkiye’de hükümet etmesinin kerametini anlayamayız. ABD yetkililerinin şu ünlü “Bizim çocuklar başardılar!” sözü niçin söylenmiştir.

Bir devletin iç ve dış güvenliğini sivil toplum teşkilatları (NGO) değil, polis ve ordusu sağlar.

Burada dikkat çekmek istediğim konu ihtilalin neden ve niçinleri değil. Sonrasında ülkenin siyasi, iktisadi, kültürel ve psikolojik tabanının milli-ulusal formatlı bir yörüngeye oturtulup oturtulamadığıdır.

Bir hususu dikkatinize sunmak istiyorum.

Şu anda dünyanın altı büyük devleti, ABD, Çin, Japonya, Rusya, Fransa ve İspanya iç savaş geçirmişlerdir.

İç savaşın yıkıcılığından sonra nasıl bugünkü hallerine gelebildikleri mutlaka üzerinde durulması gereken bir husustur.

Türkiye’de dört askeri müdahale’nin darbecileri, rejimin tehlikede olduğunu ileri sürdüler. Geldiğimiz bugünkü durum ise ortada.

İnce’den bir alıntı daha:

“Yüz elli yıllık programını uygulamak için fırsat kollayan “dış mihraklar” –siz buna Rahmetli Atilla İlhan’ın yüzde onluk iç hain kontenjanını da ilave ediniz. RKK- bu ortamdan yaralanarak kargaşa çıkarmışlar ve TSK’yı rejimi koruma eylemine geçmeye zorlamışlardır. Bu mihrakların telkin dışında TSK ile doğrudan temas kurmaları da mümkün.

Askeri müdahale ve darbelerde eylemin geri planını irdelemeyi, incelemeyi bırakıp, askeri demokrasi, insan hakları düşmanı ilan etmek son derece kolaycı bir davranış. Hele askeri müdahale’ye uğrayan iktidarların cumhuriyeti çelmelemelerini görüp de anlamamayı iyi niyetle bağdaştırmak çok zor.

27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra, Türkiye’de sol mahfiller ve söylemler kullanılarak ABD, Avrupa ve İsrail destekli Kürtçülük önce “seralarda” sonra “açık arazide” yetiştirilmiştir.

12 Mart 1971 muhtırasından sonra ülke tam bir kardeş kavgasına yuvarlanmış ve artık Kürtçü faaliyetler “adı konularak” yapılır hale gelmiştir.

12 Eylül 1980 ihtilalinin en keskin sonucu, soldan ve sağdan bütün milli- ulusal reflekslerin budanması, Türk milletinin topyekûn depolitize edilmesi ile liberal-siyasi ümmetçi “ikinci cumhuriyetçi” yapılanmanın önünün açılmasıdır.

28 Şubat post modern darbe ile Türkiye’de siyasi ümmetçi, Türklüğü ırkçılık sayan buna karşı ülkemizde çeşitli etnisiye unsurlar türeten “Türkiyelilik” iktidarının önü açılmıştır.

28 Şubat ile Çevik Bir’in başını çektiği ekip Türkiye’yi askeri ve siyasi olarak İsrail’in güdümüne sokmuştur. Yine suni bir başörtüsü manipülasyonu ile mütedeyyin Müslüman Türk insanı ile Türk ordusunun arası açılmak istenmiş, bir ölçüde başarılı da olmuştur.

“Ordu-millet küskünlüğü” daha önce Batılı unsurlarca İran’a karşı kullanılmış ve arkasından yaklaşık on yıl süren İran-Irak savaşı “Kara İslam” olarak Batı televizyonlarında İslam aleyhtarlığı için kullanılmıştı.

Türkiye’nin özellikle 1991’den sonraki İsrail merkezli Ortadoğu-Kuzey Irak politikası çökmüştür.

Çöken bu politika Türkiye için birinci derecede milli güvenlik meselesi haline gelmiştir.

RTE ve danışmanlarının Kuzey Irak, AB ve “Türkiyelilik” politikası ülkemizde siyasal Kürtçülüğe cumhuriyet tarihinde görülmedik derecede ivme kazandırmıştır.

Kürtçülüğün beslendiği en önemli kaynak, mübarek İslam’ı kullanan bir kısım tarikatlardır.

Niçin Türkiye’deki İslami tarikatlar Türklük ve Türkiye’nin milli güvenliği hususunda en azından duyarsız, hatta bir kısmı yıkıcı faaliyetlerde bulunuyor?

Niçin Türkiye’de devlet, halk nezdinde gizliden gizliye ve çoğu zamanda açıkça sempati gören İslami tarikatları, Müslüman Türk asli unsurun kontrolüne sokamadı da etnik çentikli unsurların eline geçmesine vesile oldu?

Başörtüsü meselesinden bin kat daha önemli olan “Müslüman Türk tarikatı ve Türkiye’nin milli güvenliği” konusunda hadi sivil hükümetler bir çözüm bulamadı, peki askeri müdahalelerden sonra “milli derin devlet” bu ihtiyacı, “Müslüman Türk” liderler tarafından karşılanmak üzere bir çalışma yapamaz mıydı?

Açıkçası, asker-sivil bir kısım vatansever liderlerin Türk-İslam kültürü ile iyice donatılması veya toplumda kabul gören bir kısım İslami tarikatların lider kadrosunun “Türkleştirilmesi” Türkiye’nin milli güvenliği için bir ihtiyaç değil miydi?

Batılı servisler dini tarikatı Kürtçülük için kullanabiliyorsa, Türk devleti niçin Türkçülük için kullanamıyor?

Yoksa hakikaten 10 Kasım 1938’den bu tarafa adım adım Türk devletinin hiçbir “derinliği” bırakılmadı mı?

Türkiye’nin her şeyden önce bir derin devlete ihtiyacı var.

Derin devlet, Kürtçü için, sağcı için, solcu için, tarikatlar için, ülkede dış güçler tarafından kaşınması muhtemel sosyal gruplar için milliyetçiler için vs. A,B,C ve hatta D planlarını önceden hazırlamak, yeri ve konjonktür gerektirdiğinde tedavüle sürmek mecburiyetindedir.

Küreselleşmenin ve tek kutuplu Yeni Dünya Düzeni operasyonlarının tam merkezinde olan Türkiye’nin gelecek 20–30 yılı en az hasarla atlatabilmesinin iki ivedi şartı var.

Birincisi, siyasi, kültürel, iktisadi, psikolojik ve operasyonel planlama ve uygulamalar yapabilen milli-ulusal formatlı derin devlet.

İkincisi, nükleer güç sahibi olmak.

Aksi takdirde yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde çektiğimiz acılardan bin beterini yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde çekeriz.

Eski büyükelçilerimizden Gündüz Aktan 30 Ağustos ve 10 Eylül 2005 tarihli Radikal gazetesinde yazdığı makalede, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı –self determinasyon, S-D) konusunu işledi.

Özetle, halkların milletlerarası hukuktan doğan self determinasyon hakkını ancak bir kez kullanabileceklerini, Kürtlerin de bu hakkı, 1920’de Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) katılmak suretiyle Türklerle birlikte yaşamayı seçme yönünde kullandıklarını belirtti.

Aktan bu tezini desteklemek için, Erzurum Kongresi sonuç bildirisindeki milli iradenin toplanacak mecliste tecelli edeceğine dair karar cümlesi ile Misak-ı Milli belgesindeki vatanın bölünmezliğine ilişkin ifadeyi gösterdi.

Aktan’ın ifadesiyle, BMM’ne katılmanın S-D hakkının kullanımı demek olduğuna dair ilk ve tartışmasız ipucu Erzurum Kongresi’nin sonuç belgesinin 8. maddesidir.

8. madde, “milletlerin kendi mukadderatını bizzat tayin ettiği bu devirde, merkezi hükümetimiz de milletin iradesine tabi olmak mecburiyetindedir.” İfadesiyle ABD Başkanı Wilson’un formüle ettiği 14 prensibe atıfta bulundu ve konunun kurulacak mecliste görüşülmesinin mecburi olduğunu ilan etti.

Erzurum Kongresi’ne katılan 62 üyeden 22’si Kürt asıllıydı. Ayrıca Kongreye Kürtleri temsil etmesi için mektupla davet edilen Cibranlı Miralay Halit Bey, kendisinin ve Kürt aşiretlerinin Erzurum’un kararlarını şimdiden kabul ettiklerini, ancak bazı mazeretleri dolayısıyla toplantıda bulunamayacaklarını yine mektupla bildirmişti.

Yenile yenile yenmenin öğrenilebileceği doğru olsaydı, bunu sadece Kürtlerin başarması gerekirdi. Kürtler her daim birlikte yaşadıkları topluma uyum sağlamayı bilmişlerdir.

Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de yaşayan Kürt asıllı topluluklara baktığımızda, sadece Türkiye’de insan ve asli unsur sayıldıkları gerçeği ile karşılaşırız.

Kürtlerin yaşadıkları devlet ile hangi devletin çıkar çatışması varsa, o devlet Kürtleri BAĞIMSIZLIK aldatması ile ayaklandırabilmiş ve bu kışkırtmayı yapmaktan umdukları maksat hâsıl olunca da yüzüstü bırakmaktan utanmamışlardır.

Kürtlerin ortaçağ çemberini kıramaması “aşiret reisi”, “şıh” ve şeyhlerin hâkimiyet otoritelerini aşamamaları şaşılacak hususlardan biridir.

İdris-i Bitlisi gibi bir insan yetiştiren bir topluluğun Ortaçağ şablonunu üç yüz yılda aşamaması üzerinde durulması gereken bir durumdur.

Türkiye’nin Kürt asıllı Türklerini ABD, İsrail ve AB ateş çemberinden geçirmek istemektedirler.

Ümit ederiz ki, “Eyvah bu badirede yine bizler yandık” mısrasını yürekleri bu vatan için titreyerek hatırlasınlar.

 

 

R. K. Kurt
(www.turkmeclisi.org sitemiz kaynak gösterilerek kullanılabilir)


Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.