Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1831
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10763
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 755
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Okuyucularımıza Sunduğumuz Temel Bilgiler
MİSYONERLİK DİYALOGA

 

 

                                     

 

Giriş

 

    Her ilahi din, mesajının özü itibariyle evrenseldir. Ancak İslam anlayışında, Hz. Musa ve Hz. İsa’nın şahsında temsil edilen Yahudilik ve Hıristiyanlık mesaj yönünden evrensel olarak kabul edilmekle birlikte, o dönemdeki peygamberlerin sorumluluğu bölgesel olmuştur. Yahudilik, özellikle Babil sürgününden sonra, iyice milli bir din haline dönüşmüş ve Yahudi ırkı ile özdeş hale gelmiştir. Hıristiyanlık, günümüzün Hıristiyanlığında önemli bir yeri bulunan Pavlus’un katkısıyla, bölgesel sınırları aşarak toplumların katılımını sağlamış ve evrensel bir din haline dönüşmüştür. İslam ise, hem Hz. Muhammed’in peygamberlik görevi, hem de mesajı itibariyle, daha başlangıçtan itibaren evrensel bir din olarak kendini takdim etmiştir. Kuran İslam’ı, Allah tarafından insanlara gönderilen en son ve yegâne din ve Hz. Muhammed’i de bütün insanlık ve âlemlere rahmet olarak gönderilen en son peygamber olarak ilan etmiştir. Dolayısıyla İslam, kendisine kadar gelen ilahi din geleneğinin sonuncusu ve bütün toplumların dini olarak ortaya çıkmış, diğer ilahi dinlerin yanlışlarını düzelten ve eksiklerini tamamlayan bir din olduğu hususunu vurgulamıştır.

 

İslam’ın Diyaloga Bakışı

 

    İslam, tevhit merkezli bir din olarak, Allah’a imanın etrafında bütün insanlığın dünya ve ahret mutluluğunu esas almış, bu inanç dışında kalan her şeyi batıl saymıştır. Ancak, her ne kadar zaman içerisinde bazı eksilme, bozulma ve sapmalara uğrasa da kendinden önceki Yahudilik ve Hıristiyanlığın orijinal mesajını sahih saymış, mensuplarını da “Ehli Kitap” kapsamı içerisinde diğer insan ve toplumlardan ayrıcalıklı kabul etmiştir. Hz. Muhammed’in Allah’tan aldığı dini insanlara tebliğinde bu husus hiçbir zaman dikkatten uzak tutulmamıştır. O, İslam’ı tebliğ konusunda, insanların içinde bulundukları sosyal ve psikolojik şartları en ince teferruatına kadar değerlendirmiş, sevgi, barış, rahmet ve hikmet gibi her türlü insani ve ahlaki değerleri ön plana çıkartmıştır. Bütün bunlara rağmen Kuran’ın buyrukları doğrultusunda ehli kitap ile ilişkilerde daha farklı bir metot ve tutum sergilemiştir.

    Nahl suresi 16/125. ayette “ Sen Rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et…”  genel hükmüne rağmen Ankebut suresi 29/46. ayetinde ifadesini bulan “ İçlerinden zulmedenleri biryana, Ehli Kitapla ancak en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki; bize indirilene de size indirilene de iman ettik. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir ve biz ona teslim olmuşuzdur.” Özel hükmünü ehli kitapla ilişkilerde hep esas almıştır.

    İslam, inanma konusunu bireyin iradi sorumluluk alanına bırakmış ve zorlamayı yasaklamıştır. Ancak ahret hayatının daha hayırlı ve devamlı olması sebebiyle insanların uyarılmasını ve bu gerçeğin hatırlatılmasını Hz. Peygamberi ve dolayısıyla bütün Müslümanların sorumluluğu olarak açıklamıştır. Nitekim Fussilet suresinin 41/33-34. ayetlerinde Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır;

    “ İnsanları Allah’a çağıran ve iyi iş yapan ve ‘ben Müslümanlardanım’ diyenlerden daha güzel sözlü kim var? İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sana yakın bir dost olur.”

    Bu ayetler, farklı kültür ve inançtan insanlar arasında ikili ilişkilerin bulunması gerektiğini ve bu ilişkilerde takip edilmesi gereken metotları açık bir şekilde ifade etmektedir.

    Günümüzde aynı kaynaktan gelen dinlerin mensuplarının, hatta ilahi kaynaklı olmadıkları şeklinde nitelenen diğer din mensuplarının, inanan/inanmayan bütün insanların bir birlerini yakından tanımaları ve anlamaları zorunluluğu ortadadır. Dünyamızın barış ve huzur içerisinde yaşanılan bir yer olabilmesi bakımından bu husus oldukça gerekli olmakla birlikte, herkes ve her kemsin asgari müşterek düzeyde bile olsa, üzerine düşeni yapmasıyla gerçekleşebilir. O da insanlar arası ilişkilerde sevgi ve hoşgörünün esas alınması, insanın aynı ortak Yaratıcı’nın eseri olduğu gerçeğinin kabul edilmesi ile mümkündür.

    Bütün insanlık için ortak bir nokta durumundaki Yüce Yaratıcı’yı tanıma gerçeği ehli kitap kapsamı içine giren Yahudi ve Hıristiyanların yakından tanıdıkları Yüce Allah’a kulluk ve O’na ortak koşmama şeklinde özetlenmiştir. Ali İmran suresinin 3/64. ayetinde;

    “ De ki: Ey Ehli Kitap! Sizinle bizim aramızda anlamı eşit bir kelimeye geliniz. Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın…” şeklinde bu gerçek çok net olarak açıklanmıştır.

    Burada Müslümanların ehli kitapla diyalog içerisinde bulunmalarının gerekliliği yanında, diyalog kapsamı sınırları ve özü de belirtilmiştir. Böylece İslam’ın özü olarak belirlenen “Tevhit” ilkesi, Müslüman tarafın diyalog faaliyetlerinde göz önünde bulundurulması gereken bir husus olarak ortaya çıkmıştır. Bu durum geçmişte Hz. Peygamberin kâfir ve müşriklerle ilişkilerine engel teşkil etmemiştir. Bu ayet, inanç ve uygulamalardaki farklılık nedeniyle, diğer din mensuplarıyla diyalog yapılamaz mantığı yerine, diyalogda esas alınması gereken nokta veya ulaşılması gereken hedef olarak yorumlanmalıdır. Zira her Müslüman dinen Hz. Peygamberi rehber ve örnek olarak kabul etmekle yükümlüdür. Dinler arası diyalog faaliyetlerinde de onun uygulamalarından yararlanmak gereklidir. Çünkü o, kendisi dışında herkesin şu veya bu şekilde şirke bulaştığı ve gerçeklerden haberdar olmadığı bir dönemde Peygamber olmuş ve hiçbir peygambere nasip olmayan bir tebliğ başarısı elde etmiştir. Bu başarıda en büyük etkenlerden biri de onun muhataplarıyla ilişkilerinde uyguladığı diyalog yöntemidir. Bu günün dini sorumluluğunu yaşayan kimseler, İslam’ın ne zaman ve hangi şartlarda nasıl bir topluma geldiğini iyi bilmektedir. O dönemde yaşayan insanların sosyal ve dini durumları yeterince analiz edilmeli ve şu soru herkese sorulmalıdır. İslam’ın ilk geldiği zamanlarda herkes mutlu ve huzur içinde mi yaşıyordu? Tevhit inancı ve Allah’a kulluk noktasında hiç taviz vermiyor ve Hz. Peygamberin getirdiği mesaj hiç itiraz etmeden büyük bir çoşkuyla kabul mü ediyorlardı? Bu ve benzeri sorulara olumlu cevap verme imkânı yoktur. Öyle ise dini tebliğ ve temsil konumunda olan insanların Hz. Muhammet’in Mekke ve Medine dönemlerini çok iyi bilmeleri, onun uyguladığı yöntemlerin bugün için de geçerli olabileceğini düşünmelidir. Bu sebeple diyalog çalışmalarında ve dini tebliğ faaliyetlerinde Hz. Muhammed’in uygulamalarına örnek almalı ve onlardan gerekli dersleri çıkarmalıdır.

    Hıristiyanların Müslümanlarla ilişkileri, İslam’ın ilk ortaya çıktığı dönemlerde başlamıştır.  Özellikle Mekke döneminde, Hıristiyanlarla ilgili İslami tavır oldukça olumludur. Hz. Muhammed’in ilk seyahatlerinden birinde karşılaştığı Rahip Bahira, ilk Müslümanlardan bazılarının, Mekke müşriklerin baskılarından kurtulmak amacıyla Hıristiyan bir devlet olan Habeşistan’a hicretleri ve Kuran-ı Kerim’in bazı Hıristiyanlarla ilgili tavrı, Müslümanlarda onlara karşı olumlu bir bakış meydana gelmesine sebep olmuştur.

    İslam tarihinde Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında ilk çatışma, Hz. Muhammed’in elçilerinden Haris b. Umeyr’in Hıristiyanlar tarafından öldürülmesi ve bunun arkasından yapılan Mute savaşı olmuştur. Bu acı olay dışında, Hz. Peygamber tarafından Hıristiyan devlet başkanlarına gönderilen elçiler çok sıcak alaka görmüşlerdir. Hz. Peygamber Hıristiyanlarla çok iyi bir diyalog içerisinde olmuş, kendisini ziyarete gelen Hıristiyan gruplara mescidinde ibadet imkânı sağlamıştır. Onun zamanında Hıristiyanlarla genel anlamda, Tebük seferi dışında kayda değer bir olay yaşanmamış ve bu seferde de herhangi bir çatışma olmamıştır.

    Hz. Muhammed’in vefatından sonra, geçmişten günümüze Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında olumlu/olumsuz çeşitli dini, siyasi, askeri ve sosyal birtakım ilişkiler olmuştur. Fakat bu iki ayrı dine mensup insanlardan oluşan toplumlar, Müslümanların yönetiminde oldukları dönemlerde aynı topraklar üzerinde, siyasi yönlendirmeleri dışında, mutlu ve huzurlu bir komşuluk ilişkileri içinde yaşamışlardır. Başka bir ifade ile, Müslümanların egemen oldukları zaman ve bölgelerde, Müslümanlar ile Hıristiyanların birlikte yaşamaktan kaynaklanan problemleri olmamış, son dönemlere kadar diyalogun en güzel örneklerini vermişlerdir. Ortadoğu, Anadolu ve Balkanlarda bunun sayısız örnekleri yaşanmış ve halen de yaşanmaktadır.

 

21. Yüzyılda Dünyamız

 

    Üçüncü bin yıla girdiğimiz şu günlerde, dünyamızın çeşitli problemlerle çalkalandığı, açlık, sefalet, savaş ve kıtallerin küresel bir tehdit haline geldiği ibretle görülmektedir. İnsanlar ve toplumlar arası ilişkilerde yaşanan problemlerde etnik ve dini ayrımcılığın başlıca rol alığı, buna ilave olarak insanları etkileme ve eritme çabalarının yoğunlaşarak devam ettiği de bir gerçektir. Ancak bütün bunlara rağmen insanlar ve toplumlar arasındaki ilişkiler, teknolojik gelişmelere paralel olarak olanca hızıyla gelişmekte, karşılıklı anlaşmalar yapılmakta, yeni blok arayışları devam etmektedir.

    Bilimin, teknolojinin, dolayısıyla iletişimin katkılarıyla dünyamız küçülmekte, tek kutuplu küresel bir gücün etki alanına girmektedir. Ülkeler arası sınırlar kalkmakta milli değerler dejenerasyona uğramakta, toplumsal direnç zaafa uğratılmaktadır. Özellikle Türkiye, jeopolitik ve jeostratejik konumu, tarihi mirası ve sahip olduğu doğal zenginlikleri itibariyle yeni dünya düzeninin en gözde hedefi durumundadır. Bu düzenin savunucuları ve dünyayı yeniden şekillendirmeyi planlayan süper güçler, emellerine en kısa yoldan ve en kolay şekilde ulaşabilmek için her yolu denemekte, insanlarımızın zaaflarından yararlanmaktadır.

    İşte, küresel güçlere karşı milli değerlerin zayıflatılması ve milli direncin kırılmasında en etkili yöntemlerinden biri de misyonerlik faaliyetleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak, geçmişte yaşanan kötü tecrübe ve anılardan dolayı misyonerler, bu yeni dönemde, aynı terminolojiyi kullanmamaya ve bu kimlikle ortaya çıkmamaya özen göstermektedirler. Burada akla gelen soru, acaba isim ve kimliklerini saklama başarısını gösteren kesimler, misyonlarından da vazgeçmişler midir?

 

Hıristiyan Dünyasında Diyalog Arayışları

 

    Dünyamızda en çok müntesibi bulunan dinlerden birisi Hıristiyanlıktır. Dünyanın her tarafında bu din mensuplarına rastlamak mümkündür. Günümüzde Hıristiyanlık üç büyük mezhep olarak ifade edilmekte ve her mezhep kilise olarak tanınmaktadır. Katolik, Ortodoks ve Protestan kiliseleri olarak tanınan ve kendi aralarında bazı gruplara da ayrılan Hıristiyanların dogmatik, kültürel ve tarihten gelen bazı problemleri bulunmaktadır.

    Hıristiyanların kendi aralarındaki dini ve siyasi problemler dolayısıyla kilise’ye devam azalmış, başka dinlere kaymalar başlamış, bilimsel ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak kilisenin dayattığı dogmatik değerlere itibar azalmıştır. Bu nedenle Hıristiyan dünya öncelikle kendi aralarındaki sorunları çözmek ve Hıristiyanlıktan uzaklaşmayı durdurmak için bazı arayışlar içine girmiştir.

    Katolik Hıristiyan dünyasının merkezi Vatikan, dünyadaki gelişmeleri kendi gelecekleri açısından tehlikeli görerek 20. yüzyılın ortalarında bir durum değerlendirmesi gereği duymuştur. 1962-1965 yılları arasında II. Vatikan Konsili olarak icra edilen bu durum değerlendirmesinde; Hıristiyanlığın geçmiş ve geleceği kendi aralarındaki ilişkiler ele alınmış, Hıristiyan olmayanların durumu tartışılmış, yeni stratejiler, yeni metotlar ve yeni çalışma alanları belirlenmiştir. Bütün bunlar yapılırken tarihi mirastan ve dogmatik dini anlayıştan vazgeçilmemiş, bu hava konsilde baştan sona kadar etkili olmuştur. Bunun temel sebebi, Hıristiyanlığın “Evrensellik” ve “Kurtuluş”un kendisinde olduğu iddiası ve kendi dışında kalanların heretik (sapık) olduğu yönündeki inançtır.

    Vatikan Konsili’nde Hıristiyan ve Hıristiyan olmayanlarla ilişkilerde diyaloga girme kararı çıkmıştır. Fakat bu karar, diğer dinleri de bir realite kabullenmeden ziyade, kurtuluş doktrini çerçevesinde İsa’ya iman, İncil’i yayma ve Hıristiyanlaşma çerçevesinde düzenlenerek Konsil metinlerinde ifadesini bulmuştur. Konsilin Dei Verbum (ilahi vahiy) isimli dokümanında; mükemmel vahyin  Mesih ile gerçekleşmesinden sonra artık başka bir vahiy aramaya yer olmadığı vurgulanmıştır. Aynı şekilde Ad Gentes isimli dokümanda Hıristiyan olmayanlar hakkında şöyle denilmektedir.

    “ Onların çabalarının aydınlatmaya ve düzeltilmeye ihtiyacı vardır, ta ki bu çabalar gerçek ve Tanrı’ya yönelsin ve İncil için hazırlık olsun.”

    Bu ifadelerden anlaşıldığına göre Vatikan, kaybolan itibarını ve kilise’den uzaklaşan mensuplarını yeniden kazanmak, Hıristiyan dünyasındaki otoritesini tesis etmek için yeni stratejiler ve bunlara uygun yeni metotlar geliştirmek durumunda kalmıştır. Geçmişte uygulanan misyonerlik metotlarının tepki doğurması ve bu durumuyla Hıristiyanlığa zararlı hale gelmesi sebebiyle, Kilise asıl işlevi olan misyonerliği yeni anlayışlar ve yönetimler doğrultusunda yapmaya mecbur kalmıştır. Kilise, belirlediği hedeflere yürüme, geçmişteki söylem ve uygulamalarını değiştirmiş, karşısındaki toplumları ilgilenmeye değer birer varlık olarak kabul ettiğini ilan etmek durumunda kalmıştır. Buna rağmen Hıristiyanlaştırma misyonundan vazgeçmemiştir. Nitekim Papa geçmişteki söylemlerinden farklı bir şekilde, diğer dinleri bir realite olarak kabul etmekle birlikte asıl hedefin Hıristiyanlaştırma olduğunu gizlemeye hiç de gerek duymadan şöyle ifade etmiştir.

    “ Her ne kadar biz Hıristiyan olmayan dinlerin manevi, ahlaki değerlerini tanıyor, saygı gösteriyor, onlarla diyaloga hazırlanıyor ve din hürriyetini savunmak insanlık kardeşliğini tesis etmek, kültür, sosyal refah ve sivil idareyi oluşturmak gibi hususlarda diyaloga girmek istiyorsak da, dürüstlük bizi, gerçek kanaatimizi açıkça ilan etmeye mecbur etmektedir; yegâne gerçek din vardır o da Hıristiyanlıktır.”

    1962 yılında başlayan II. Vatikan Konsili’nde Kiliseler arası (çeşitli Hıristiyan mezhepleri arasında) diyalog yanında, diğer din mensuplarıyla diyaloga girmenin önemi üzerinde durulmuş, 19 Mayıs 1964’te Hıristiyan olmayanlar sekretaryası kurulmuştur. 1 Mart 1965’te sekretarya’nın bünyesine İslam masası eklenmiştir. Bu masa çağdaş misyonun yürütülmesinde önemli bir fonksiyon icra etmiştir. Yeni adı “Papalığa Bağlı Dinler Arası Diyalog Konseyi” olan bu kurum o günden bu güne faaliyetlerini sürdürmektedir. Sekretarya, Müslümanlarla ilgili faaliyetlerinin bir kısmını da “Dünya Kiliseler Birliği”ne bağlı “Yaşayan İnançlar ve İdeolojilerin Mensuplarıyla Diyalog “(D.F.I) kurumu ile organize etmektedir.

    Sekretarya’nın ilk başkanı Kardinal Marella, Konsil Babalarına gönderdiği mektupta;

    “Faaliyetlerimizle, Kilisenin Misyoner faaliyetlerini yürüten S. Congregation de Propaganda Fide teşkilatının çalışmalarına misyon faaliyetlerinin kanunen mümkün olmadığı yerlerde yardımcı olmaya ve bu boşluğu doldurmaya çalışacağız.” Diyerek kurulan yeni kurumun Kilise’nin yeni misyon anlayışı çerçevesinde önemli bir rol üstleneceğini ifade etmiştir.

    1973 yılında Sekretarya’nın başına getirilen Pietro Rossano ise “Diyalogdan söz ettiğimiz açıktır ki bu faaliyeti kilise şartları çerçevesinde misyoner ve İncil’i öğreten bir cemaat olarak yapıyoruz. Kilise’nin bütün faaliyetleri üzerinde taşıdığı şeyleri, yani Mesih’in sevgisini ve Mesih’in sözlerini nakletmeye yöneliktir. Bu sebeple diyalog, Kilise’nin İncil’i yayma amaçlı misyonunun çerçevesi içinde yer alır.” Diyerek Hıristiyan olmayanlarla diyalogun misyon anlayışına ters düşmediğini bilakis onu tamamladığını ifade etmiştir.

    Rossano, Hıristiyan inancının ilk işaretlerinin doğduğu kültürel şartların, evangelizasyonun diyalog ruhu içinde başarılı olabileceğini ve diyalogun Havarilerin metotu olduğunu ifade ettikten sonra şöyle devam etmektedir.

    “Kilise’nin henüz bulunmadığı yerlerde onun tesis edilmesi için yapılan bir faaliyet olarak anlaşılan misyon, artık diyalog olmadan başarıya ulaşamaz.”

    Hıristiyan olmayanlar Sekretaryası, günümüze kadar çeşitli alanlarda ve muhtelif ülkelerde çok sayıda toplantı yapmıştır. Bu toplantıların hemen hepsinde ele alınan konuların tespiti ve toplantıya katılacak olanların sayısı bakımından Hıristiyan taraf önde ve öncü olmuştur.

    Dinler arası diyalog faaliyetlerinin merkezinde olan Papa,diyalogun taraflar arasında yumuşaklıkla ve kardeşçe gerçekleştirilmesi gerektiğini, karşılıklı dini tecrübeleri geliştirecek şekilde tatbik edilmesi, yanlış anlama, ön yargı ve hoşgörüsüzlük gibi olumsuzluklardan  uzak olması gerektiğini vurgulamaktadır. Bunlar teorik olarak çok güzel temenniler olmakla birlikte, uygulamalar karşılıklı güven duygusunu zedelemiş ve misyonerliğin yeni bir kılıf içerisinde sunulduğu yönündeki kaygıları arttırmıştır. Nitekim Papa II. John Paul, bu kaygıları doğrular nitelikte diyaloğun faydaları ve Hıristiyanlık adına beklentilerini “Redepmtoris Missio”,(kurtarıcı Misyon) isimli genelgesinde şöyle açıklamaktadır;

    “Dinler arası Diyalog, Kilise’nin bütün insanları Kilise’ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır. Karşılıklı bilgilenme ve anlayışı zenginleştirme vasıtası ve metodu olarak diyalog, misyona zıt değildir. Esasen misyon ve misyonun şekilleriyle diyalog arasında özel bir bağ vardır. Bu misyon aslında, Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir.”

    Vatikan yetkililerinin kendi ifadeleri dikkate alındığında; Kilise’nin henüz misyonerlikten vazgeçmediğini, diyalog faaliyetlerinin misyona hizmet etmesi yönünde büyük çabalar harcandığı dikkati çekmektedir. Ancak misyonerliğin geçmişten günümüze insanlar arasında olumsuz imajını silebilmek için Vatikan’ın diyalogu bir araç olarak kullandığı anlaşılmaktadır. Nitekim Taylor, İslamochristiano dergisinde yayınlanan bir makalesinde;

    “Müslümanlar arasındaki Misyonerlik faaliyetleri, diyalogun önemini ortaya koymuştur. Burada söz konusu diyalog, Misyonerliğe bir alternatif değil, bizzat şartlara uygun bir Misyonerliktir.” diyerek bu hususu bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.

    Vatikan, Hıristiyanlığı bütün dünyaya yaymak için her yolu denemekte ve her fırsattan yararlanmaktadır. Yukarıda geçen ifadelerden de anlaşıldığı kadarıyla, zaman ve şartlara göre bazen misyonerlik ve bazen de misyonerlik adı altında yayılmacı politikalar uygulayabilmektedir. Bunu yapabilmek için karşı tarafı çok iyi tanımak gerekmektedir. İşte diyalog, muhatabı bütün özellikleriyle tanıma fırsatı vermektedir. Bunun için misyonerlik ve diyalog faaliyetlerinde görev alanlara şu uyarı yapılmaktadır;

    “Diğer Kiliselerden ve memleketlerden gelen misyonerler sahip oldukları kültürel sınırları aşarak kendilerini, gönderildikleri çevreye iyice uydurmalıdırlar. Bu yüzden çalıştıkları mekanın dilini öğrenmeli, yerel kültürün en önemli ifadelerini tanımalı ve doğrudan tecrübelerle o çevrenin değerlerini keşfetmelidir. Sadece bu çeşit şuura sahip olurlarsa ‘Gizli Sırrın Bilgisini’ insanlara güvenilir ve verimli bir yolla taşıyabileceklerdir.”

 

Dinler Arası Diyalogda Karşılaşılan Bazı Problemler

 

a.      Katolik Hıristiyan dünyası 1962-1965 yılları arasında icra edilen II. Vatikan Konsili ile geçmişteki anlayış ve uygulamaları sorgulamış, yeni çalışma metot ve alanları belirlemiştir. Bu çerçevede kendileri dışında kalan bütün farklı inanışları bir realite olarak kabul etmiş, onlarla ilişkilerde misyonerlik yerine diyalog faaliyetlerine önem ve öncelik verdiğini açıklamıştır.

b.      Vatikan, diyalogu ilke olarak benimsemekle birlikte, özellikle Hıristiyanlar arası ilişkilerde, diyalogun misyonerliğin yeni bir versiyonu olduğunu, gerçekte yegane kurtuluşun Hıristiyanlıkta bulunduğunu her platformda hatırlatmayı ihmal etmemiştir. Bir anlamda Hıristiyanlara diyalogdan söz edilirken, diğer din mensuplarını İsa’ya iman ve İncil’i kabulü telkin ettikleri, bunun da gerçek misyon olduğunu vurgulamışlardır.

c.       Katolik Kilisesi çeşitli ülkelerde yürüttüğü diyalog faaliyetlerine daha önce misyonerlik yapan kadrolarla devam etmiş, onların tecrübelerinden yararlanmıştır.

d.      Dinler arası diyalog çalışmalarının Hıristiyanlık için maksimum yararlı hale dönüşebilmesi için Vatikan, inkültürasyon (kültürleme) metodunu başarılı bir şekilde kullanmıştır. Bununla, bir taraftan yerel kültür dejenere edilmeye çalışılmış, diğer taraftan bölgesel kültür öğelerinden yararlanılarak Hıristiyanlığın sevdirilmesi, mahalli kültür içerisine yerleştirilmesi ve yayılmasına katkı sağlamıştır.

e.       Özellikle Müslüman ülkelerde yaygın Hıristiyanlık propagandası için, diyalog çalışmalarını, toplumun doğrudan konuya katılımını sağlamada en etkin yol olan basın ve medya desteğine özen gösterilmiş, böylece tartışmaların Müslüman toplumların gündemine girmesine ve Hıristiyanlığa sempati duymalarına dikkat gösterilmiştir. Buna karşın Hıristiyan ülkelerde yapılan diyalog toplantılarının, basın ve medya ilgisinden uzak, sadece uzman kimselerin katıldığı yerel toplantılar şeklinde tanzimi hedeflenmiştir.

f.        Günümüzde diyalog faaliyetlerinin aktif tarafı Katolik Kilisesi mensupları olmaktadır. En iyimser şekliyle görüşmeler, onlarla Müslüman kesim arasında gerçekleşmektedir. Alınan kararlar Katolik Hıristiyan kesim için bağlayıcı nitelikte olsa bile, diğer mezheplere mensup misyoner faaliyetlerini önleyici bir tedbir alınmadığı için, onlar çalışmalarına bütün hızıyla devam etmektedir.

g.      Diyalog faaliyetlerini stratejik bir eksene oturtan Vatikan’ın, misyonerlik faaliyetlerinden vazgeçtiğine dair bir işaret bulunmamaktadır. Özellikle diyalog faaliyetlerinin aktüel boyut kazandığı günlerden sonra bile misyoner faaliyetlerinin olması, Katoliklerin diyalog konusunda samimi olmadığını ve bun istismar ettiği kanısı uyandırmaktadır. Nitekim L. H. Kane, büyük çoğunluğu Kanada, İspanya, Fransa ve İtalya’da olmak üzere, sayıları 138 000’i bulan Katolik misyonerlerin faaliyetlerine devam ettiğini açıklamaktadır. Bu kadar insan şu veya bu şekilde Vatikan ile ya bağlantılı çalışmakta veya Vatikan’ın bir şekilde bunların faaliyetlerinden haberdar olması gerekmektedir. Eğer Vatikan misyoner faaliyetleri yerine diyalog yolunu benimsemiş ise, niçin bu kadar misyoner ordusunu beslemekte ve bunları kimlere karşı kullanmaktadır? Bu durum karşısında İster istemez insanın aklına şu soru takılmaktadır. Acaba, diyalog faaliyetleri ile kısmen pasif hale getirilen ve Hıristiyanlığa sempati besleyen bu Müslüman toplumlar, sonradan, bahsedilen misyoner ordusunun insafına mı terk edilmektedir?

h.      Bugün dünyanın çeşitli yerlerinde sosyal, siyasal ve etkin çatışma yaşayan toplulukların, içine düştükleri bu trajik durumda, misyoner faaliyetlerinin etkileri araştırılmış mıdır? Uzun yıllar yürütülen diyalog faaliyetlerinde, çoğunlukla Müslümanların zarar gördüğü bu çatışmalara karşı hangi somut öneriler sunulmuş ve tedbirler alınmıştır? Teknolojik yönden gelişmiş batı Hıristiyan dünyası üzerinde çok etkin olan Papa; Balkanlar-Kafkaslar, Ortadoğu, Uzakdoğu ve Afrika gibi sıcak çatışmaların yaşandığı bölgelerde yaşanan kıtalleri durdurmada, insan ve inanç özgürlüğü konusunda neler yapmıştır.

Bütün bunlardan sonra dinler arası diyalog faaliyetlerinin formel karakterden çok, reel ve rasyonel olmak üzere, uzmanların katılımıyla yapılmasında, insanlığın şiddetle ihtiyaç duyduğu barış ve huzur ortamının temini için yarar bulunmaktadır.

 

Sonuç

 

İnanma duygusu yaratılıştan gelen bir olgudur. Her insan çeşitli şekillerde bu duyguyu doyurmak zorundadır. Bundan dolayı dünyada yaşayan milyarlarca insan farklı da olsa bir dine inanmakta ve kendini o inanç sistemi içerisinde ifade edebilmektedir. Bu gerçekten hareketle insanların inanç konusunda birbirlerini tenkit yerine yakından tanımaya ve anlamaya, farklı düşünen ve inanan kesimlere karşı saygılı olmaya ihtiyaçları vardır.

    Her din kendisini hak görmek ve göstermek zorunda olduğu gibi, her din mensubu da kendi dininin gerçeğini kabul etmektedir. Kendi dini değerlerinin doğru olmadığını iddia ederek ona inanan hiç kimse bulunmadığına göre, diğer inanç ve onların mensuplarına karşı hoşgörü ve anlayış gösterilmeli, onlar inançlarından ötürü ayıplanmamalı ve baskıya maruz kalmamalıdır.

    İslam, en son ve mükemmel bir dindir. Onun mesajı asırlardır hiçbir değişime uğramadan günümüze kadar gelmiştir ve dünyanın her yanında da aynıdır. Onun mesajında insan fıtratına, akla ve bilime uygun düşmeyen hiçbir husus bulunmamaktadır. Ayrıca İslam adına da anlaşılacağı gibi, insanlar arasında barış ve esenliği hedeflemekte, her dini inanışı bir olgu olarak kabul etmektedir. Bu nedenle Müslümanların diyalog faaliyetlerinden çekinmelerine hiçbir gerekçe yoktur. Hatta Müslümanlar yıllarca bunun en güzel örneklerini vermişler, diyalog ile ilgili ortaya koydukları düşünce fikir ve inançlarını bizzat uygulayarak diğer insanların sevgi ve desteğini kazanmışlardır. Bunun için Müslümanlar diyalogu dün olduğu gibi bugün de samimiyetle istemektedirler.

    Genelde İslam dünyasında ve özelde Türkiye’de Hıristiyanlarla yürütülen dinler arası diyalog çalışmaları konusunda bazı kaygılar bulunmaktadır. Kilise yetkililerinin beyanatları ve Kilisenin misyonerlik ruhu, bu kaygıları daha da artırmaktadır. Zira Katolik Kilisesinin diğer din mensuplarıyla yürüttüğü diyalog faaliyetlerinde yararlandığı eski misyonerler, onların geleneksel alışkanlıklarından vazgeçmediği izlenimini uyandırmaktadır.

    Katolik Hıristiyan dünyası tarihi imtiyazın kendisine sağladığı imkânlarla özelde Hıristiyanlar arasında genelde de dünyada ayrıcalıklı bir durumdadır. Bu haliyle o, müstakil bir devlet (Vatikan) olmanın verdiği avantajları da kullanarak, Hıristiyanlığın bütün problemleriyle yakından ve doğrudan ilgilenmektedir. İslam dünyasında ise, Vatikan benzeri bir devlet bulunmamaktadır. Dolayısıyla Vatikan, dinler arası diyalog çalışmalarında etkili ve yetkili bir muhatap bulamamanın sıkıntısını yaşamakta veya bu dağınıklığın meydana getirdiği boşluktan yararlanmaktadır. Benzeri bir durum, diyalog faaliyetlerinin hangi ülke Müslümanları veya oralardaki hangi dini grupların temsilcileri ile olacağı konusunda da yaşanmaktadır. Vatikan, Katolik Hıristiyan toplumlar adına bu faaliyetleri yürütürken, İslam dünyasında doğrudan ve etkin olan tarafın kimliği tartışma konusudur. Tarihi, jeopolitik ve dini uygulamalar yönünden Türkiye, İran, Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin her birinin kendine özgü şartları bulunmaktadır. İslam ülkelerindeki farklı dini grupların yürüttükleri diyalog çalışmaları, başta kendi ülkelerindeki diğer Müslüman gruplar olmak üzere, diğer İslam ülkelerindeki farklı görüş, düşünce ve yaşantıda olanlar tarafından da ihtiyatla karşılanmaktadır.

    Vatikan Konsili kararları, İslam ülkeleri ve oralardaki dini gruplar için bazı ipuçları vermektedir. Bu konsülde Vatikan, dışa karşı daha güçlü olmak ve etkili faaliyetler yürütebilmek için, diyalog faaliyetlerinin Hıristiyan gruplar arasında olmasını karara bağlamıştır. Buna karşılık İslam ülkelerinde, çeşitli ini problemlerin tartışıldığı ve çözüm yollarının arandığı dışa karşı bir güç ve strateji birliğine yönelik çalışmalar bulunmamaktadır. Çok ihtiyaç duyulan bu duruma rağmen, İslam ülkelerinde dini grup, cemaat ve mezheplerin kendi aralarında bile bir diyalog ve uzlaşma zemini arayışına rastlanmamaktadır. Dolayısıyla Müslümanlar, kendi dinlerini diğer insanlara tebliğ ve İslam’ı yayma faaliyetleri şöyle dursun, diğer din mensuplarının telkinleri karşısında savunmasız kalmaktadır.

    İslam Dünyasındaki mevcut dini ve siyasi karmaşada, sağlıklı kararların alınacağı bilimsel toplantıların yapılması ihtimali olası görülmemektedir. Oysa çeşitli platformlarda “Dinler arası Diyalog” çalışmaları yürütülmektedir.

    Türkiye, tarihi ve coğrafi konumu itibariyle Hıristiyan dünyasının ilgi merkezi olma özelliğine sahiptir. Ayrıca Hıristiyanlar için dini yönden vazgeçilmesi mümkün olmayan niteliklere haiz bulunmaktadır. Bu haliyle Hıristiyan dünyası geçmişte kaybettiklerini, uğruna çeşitli mücadeleler verip katliamlar yaptıkları, uzun yıllar misyoner faaliyetleri yürütüp çok yüklü paralar harcadıkları bu toprakları unutmuş değildir.

    Katolik Hıristiyan dünyasının, belirlediği stratejik hedeflere ulaşmak için dinler arası diyalogu bir araç olarak kullanma ihtimali, onların geçmişten günümüze uyguladıkları taktik ve metotları yakından bilen çevreleri oldukça rahatsız etmektedir.

    Çeşitli sebeplerle ülkeler arası sınırların kalktığı, iletişim imkânlarının arttığı bir ortamda, toplumların milli, dini ve kültürel değerlerini korumaları güçleşmektedir. İnsanlarımızın dört milyon civarındaki bir kitlesi şu veya bu sebeple Hıristiyan dünyasında yaşamaktadır. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Türk kökenli ve ortak değerlere sahip milyonlarca kardeşimiz, uzun yıllar korumaya çalıştıkları fakat hep mahrum kaldıkları manevi değerlerini bugün çeşitli dinlere mensup misyonerlerin telkinleri sonucu yeniden ve daha ciddi bir şekilde kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Hal böyle olunca, diyalog çalışmalarının dışında kalmak, faydadan çok zarar sağlamaktadır. Ancak bu faaliyetlerin sağlıklı bir zemine oturtulması ve gerçekçi bir şekilde yapılması gerekmektedir. Bu faaliyetleri empozeden uzak, karşılıklı güven, hoşgörü ve anlayış esasına dayalı olmalı, geçmişte yaşanan olaylardan gerekli dersler çıkarılmalıdır.

    Dinler arası diyalogta şu hususlar göz önünde bulundurulmalıdır.

1.      II. Vatikan Konsilinde “ Kilise, bütün insanlar Hıristiyan oluncaya kadar misyonerlikten vazgeçmeyecektir” kararı almıştır.

2.      Vatikan’a bağlı “Dinler Arası Diyalog Sekretaryası’nın kuruluş amacı, faaliyetleri ve elemanları yakından tanınmaktadır. Buna rağmen bütün diyalog toplantılarının program ve organizasyonu bu kurum tarafından yapılmaktadır.

3.      Vatikan, diyalog faaliyetlerini bir kurum ve umanlar kurulu tarafından yürütürken, Türkiye ve İslam dünyasında benzeri bir kurum ve uzmanlar bulunmamaktadır.

4.      Dinler Arası diyalog toplantılarında Vatikan’ın belirlemesi sonucu, dinlerin kendine has temelleri, kaynakları, sistemleri veisimleri yerine evrensel değerlerden ve İbrahimi dinlerden söz edilmektedir.

5.      Kilise “İnkültürasyonu” (karşı kültürlerin içine Hıristiyan unsurları koyma9 çağdaş misyon anlayışının vazgeçilmez bir parçası olarak görmekte ve diyalogu bu süreçin en önemli aracı olarak açıklamaktadır.

                                                           

 

                                                          Prof. Dr. Mustafa Erdem

                                         Türkiye Kamu-Sen AR-GE Yayınları

                                                            Ankara-2003

      

 

 

 

 

 

 



Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.