Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1832
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10788
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 756
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Okuyucularımıza Sunduğumuz Temel Bilgiler
DİNİ AZINLIKLARA TÜRK HOŞGÖRÜSÜ-MAKALE-
 

DİNÎ AZINLIKLARA TÜRK HOŞGÖRÜSÜ

(Yahudi ve Ermeni Örneği: Soykırım mı, Soykoruma mı?)

                                                     Prof. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK

 

Giriş

Günümüzde “soykırım” olarak yorumlanan gelişmeler yaşanmaktadır. Bunun en çarpıcı örnekleri Türkiye’nin yakın çevresinde yaşanmaktadır. 2003 yılından bu yana Irak’ta Amerika tarafından uygulanan ve 1.000.000 (bir milyon)dan fazla insanın ölümüne, birkaç milyon insanın yaralanmasına yol açan gelişmeler “soykırım kapsamı”na sokulabilmektedir. Bunun yanında günümüz dünya kamuoyunun yakından tanık olduğu “Filistin/Gazze Katliamı” da bu “soykırımuygulamalarının tipik örneğidir. Batı Dünyası’nda Yahudilere, farklı mezheplerdeki Hıristiyanlara, bazı Amerika yerlilerine ve bazı Müslümanlara/Müslüman ülkelere karşı uygulanan “soykırım” olaylarına tarih şahit olmuştur. Buna benzer örnekleri çoğaltmak, dünyanın değişik ülkelerine doğru genişletmek mümkündür. Günümüzde yaşananları anlamak için geçmişi, tarihi ve “arka planı” bilmek de kaçınılmaz olmaktadır.

Türk Tarihinde olduğu gibi ciddî dünya tarihlerinde de Türklerin “soykırım” yaptığına dair bir örnek yoktur. Buna karşılık günümüzde Türkler’e yönelik sözde “soykırım” iddiaları bir yalandır ve Türkleri/Türkiye’yi “köşeye sıkıştırma projesi”nin bir yansımasıdır. Çünkü “Soykırım”; genel olarak, planlı, programlı, bilerek ve kasıtlı olarak bir soyu yok etmek demektir. Böyle bir anlayışa Türk Tarihi’nde rastlanmamaktadır. Eğer Türkler’in böyle bir niyeti olsa idi bugün ne Yahudi, ne Ermeni, ne Rum, ne Süryani, ne Yezidî, ne Arap, ne de son dönemde Devleti Yönetenler tarafından zaman zaman Türkiye’de 20 civarında olduğu iddia edilen “etnik kimlikler!” olurdu.

Başlık yaptığımız konunun anlaşılması için azınlık, dinî azınlık, hoşgörü gibi terimlerden ne anladığımızın açıklanması gerekli olmuştur. Bu tanımlardan sonra genel hatları ile konu hakkında bilgi verilecek ve üzerinde düşünülmesi gereken hususların altı çizilecektir.

a. Azınlık, Dinî Azınlık ve Hoşgörü Terimleri

“Azınlık” terimi, bakıldığı yere ve bakılan göze göre değişiklik gösteren bir terimdir. Genel anlayışa, “etnik köken”e ve benimsenen dine göre azınlık tasnifleri/tanımları yapılmaktadır. Bana göre genel olarak Azınlık; "Hâkim unsurun ortak paydası dışında kalan, ferdî ve toplumsal haklarda ayrıcalığa uğrayan, toplumun diğer fertleri ile kaynaşmaktan kaçınan veya çoğunluk tarafından kaynaşılmayan ve farklı bir kültürü ısrarla yaşatmaya çalışan gruptur". Bu tanıma göre Türkiye’de ortak paydası olmayan, birbiri ile evlilik yapmayan, aynı kültür ortak paydasında buluşmayan ve birbirini anlamayan hiç kimse yoktur.

“Etnik” kelimesi, XIX. Yüzyıldan itibaren “ırk” ile ilgili bir anlam kazanmıştır. Günümüzde “etnik”, genel olarak, “farklı bir ırka ve/veya farklı bir kültüre mensup olan grup” olarak değerlendirilmektedir. Her ne kadar ırk daha çok fiziksel ve biyolojik özellikleri, etnik ise sosyo-kültürel özellikleri ifade etse de birbirinin yerine kullanılmaktadır.

Dinî Azınlık; Millet’in çoğunluğunca benimsenen dinin dışındaki dinlerden birine mensup olan ve azınlık durumunda bulunan dinlerin mensuplarına denilmektedir. Türkiye’deki dinî azınlıklar da Lozan Anlaşmalarında belirlenmiştir. Bu Anlaşmaya göre Türkiye’de Yahudi, Rum ve Ermeni dinî azınlıktır. Ancak bu dinî azınlıklar, Türk Milleti’nin fertleridir ve eşit, hatta ayrıcalıklı vatandaşlarıdır. Dinlerinin ayrı olması, onların ayrı millet olması demek değildir. Osmanlı Devleti’nde bunlar bir cemaat ve aynı zamanda bir “millet” statüsündedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk Kültürü’nü ve ortak değerlerini esas aldığı için dinî inanışlarına, etnik kökenlerine bakmaksızın Türkiye’de bulunan herkesi Türk Milleti çatısı altında toplamıştır. Hıristiyan olan Süryanîler, kendilerini Türk olarak tanımladıkları için, Lozan’da dinî azınlık olarak değerlendirilmemiştir.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası`nın(1982) 66. Maddesi “Türk Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” ifadesi ile herkesi kucaklamakta ve hiç kimseyi dışarıda bırakmamaktadır.

 Hoşgörü” ise genel olarak; başkalarının, farklı düşünmeye ve yaşamaya hakkı olduğunu kabul etme, farklı eğilimlere ve tavırlara tahammül göstermedir. Dinî anlamda “Hoşgörü” de; din ve vicdan hürriyetine, farklı dine, inanca ve düşünceye sahip olanların “kanaatleri”ne saygı duymadır.

İnsanların barış içinde ve bir arada yaşamaları, karşılıklı hoşgörü anlayışı ile yakından ilgilidir. Dinlerin amacı da, insanların barış ve huzur içinde bir arada yaşamasını sağlamaktır. Ancak dinlerin bu amacına ve “ilkeleri”ne rağmen dinlerin hükümleri, zaman zaman o dine mensup insanların bir kısmınca hoşgörüsüzlüğe yol açacak şekilde de anlaşılabilmekte ve anlatılabilmektedir.

Dinlerin hoşgörüyü ön gören kurallarına rağmen hoş görülmeyecek davranışların/uygulamaların görülmesi; bilgisizlikle ve eğitimsizlikle yakından ilgilidir. Hoşgörü gösterilecek ve tahammül edilecek konular/alanlar vardır; hoşgörü gösterilmeyecek konular/alanlar vardır. Bu konuların/ alanların sınırlarının belirlenmesi; gerçek anlamda bir hoşgörünün gerçekleşmesini sağlamaktadır. Kişinin hürriyetinin sınırı, başkalarının hürriyetiyle sınırlıdır. Bu sınır, kişilerde olduğundan daha fazla toplumda kendini gösterir. Kişi, kendisi için hoş gördüğü bir sözü veya davranışı toplum için hoş görmeyebilir. Kimi zaman toplumsal bir meseleyi hoş görmek, o toplumun huzur ve güvenine zarar vermek, “anarşiye pirim vermek” demek olur.

Hoşgörü, karşılıklı bir eylemdir. Ailede de, işyerinde de, çevrede de karşılıklı hoşgörü önemlidir. Ancak hoşgörüye sığınarak; başkasının “değerler”ine saldırmak ve o değerleri yok etmeye çalışmak hoşgörü ile bağdaşır bir durum değildir. İster kişi olarak ister toplum olarak olsun herkesin önem verdiği “değerler” bulunmaktadır. Kişinin değerleri; şahsiyetini bulmasının ve var olmasının şartlarındandır. Millet için de bu değerler, var olmanın ve varlığını devam ettirmenin “olmazsa olmazları”dır.

İnsanı insan yapan değerlerin yaşatılması, “güven ortamı” ile yakından ilgilidir. Bu durum, “sevgi anlayışı” ile bağlantılıdır. Sevgi ise insanın yaratılışında ve “hamuru”nda vardır. Allah, “sevgi”yi kendi varlığının delillerinden saymıştır. Hz. Muhammed, “İman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz ve birbirinizi sevmedikçe de olgun mümin olamazsınız” diyerek sevmek ile iman etmek arasındaki ilişkiye dikkati çekmiştir. Böylece sevgi, insanları bir arada tutan “temel harçlar”dan olmakta ve dinlerin “birbirinizi seviniz” ilkeleri arasında yerini almaktadır. Bundan dolayı insanların bir arada yaşamasını sağlayan kurallar, hem aynı dine mensup insanların hem de başka dinden insanların bir arada yaşamasına yöneliktir. Bu ilkeler, zaman zaman hoşgörüsüzlüğe/“taassuba varacak şekilde algılanmıştır. Bunun sebebi de; cahillik ve yanlış anlamadır.

İslâm, özü itibariyle, ağırlıklı olarak “hoşgörü”yü ve birbirini “sevme”yi teşvik eden bir dindir. İslâm’da hoşgörü, belirli kurallara bağlanmış ve bu konuda bir “ölçü” sunulmuştur. Bu ölçü, aşırılıklara gitmemek ile sınırlandırılmıştır. 

b. Kuran’ın/İslâm’ın Hoşgörü Anlayışı

İslâm, belirlediği ilkelere uymayan insanların bulunacağını da dikkate alarak, “dinde zorlama” (Bakara, 256) olmadığını hatırlatmakta, başkasının dinine saldırmamak kaydıyla, “Senin dinin sana, benim dinim bana” (Kafirûn, 6) ayeti ile herkesin dininin kendisine ait olduğunu bildirmektedir.

Allah, Müslümanlardan, “Müşriklerin Allah’tan başka taptıklarına (putlara) kötü söz söylememeleri”ni (Enam, 108) istemiştir. Bu ayette Müslümanlar için en güzel bir “ölçü” ve “hoşgörü” örneği ortaya konulmuştur. Allah, bizzat Hz. Muhammed’e, “İnsanları Allah’ın yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağırmasını (Nahl, 125) emretmektedir. Bunun yanında Allah, ayrıca Peygamberi Hz. Muhammed’e, “Sen, kaba ve katı yürekli olsaydın etrafındakiler dağılıp giderdi” (Âl-i İmran, 159) uyarısında bulunmakta ve onun “hoşgörülü” tavrını olumlu bulduğunu açıklamaktadır.

Kuran’da, Müslümanlar için “orta toplum/millet” (Bakara, 143) tanımı yapılmıştır. Bu “orta toplum/millet”; aşırılıklardan kaçınan toplum/millet demektir. Zaten Allah, haddi aşmamayı, aşırı gitmemeyi istemekte ve “aşırı gidenleri sevmediğini” (Maide, 87) bildirmektedir. Bu ölçü; yemeden-içmeden giyinmeye, inançtan ibadete, sözden davranışa, ikili ilişkilerden toplumsal ilişkilere kadar uzanmaktadır. Bunun yanında insanın da “en güzel şekilde” (Tin, 4) yaratılmış olduğu bildirilmiş ve insan canına kıyılması yasaklanmıştır. (Maide, 32; Enam, 151; İsra, 33; Furkan, 689). Bu ayetlerden Enam Suresi 151. ayetinde “... Allah’ın muhterem kıldığı canı/nefsi haksız yere öldürmeyin...” denilmektedir. Kuran’da sadece “öldürmeme” yasağı ile de yetinilmemiş ve öldürmenin “insanlık suçu” olduğuna da şöyle vurgu yapılmıştır: “Bir kişiyi öldürmek bütün insanlığı öldürmek, bir canı kurtarmak da bütün canı kurtarmaktır...” (Maide, 32).

Sonuç olarak İslâm; “barış dini”dir, “hoşgörü dini”dir ve “terörün her çeşidini” reddetmektedir. Çünkü Allah, Hz.Muhammed’e dolayısıyla Müslümanlara, “Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin tamamı inanırdı. Durum böyleyken yine sen insanları inanmaya mı zorlayacaksın.” (Yunus, 99) ayeti ile bir uyarıda bulunmaktadır. Yukarıda temas ettiğimiz “Dinde zorlama yoktur” ayetini de bu konuyla ilişkilendirerek insanları “hür iradeleri” ile baş başa bıraktığını ve “…dileyen inanır, dileyen inkar eder.” (Kehf, 29) ayetiyle de serbest kıldığını düşünmek mümkündür. “…Her biriniz, her topluluk, her ümmet için bir yol ve bir yöntem belirledik. Şayet Allah dileseydi hepinizi bir topluluk/millet yapardı. (Böyle bir şey istememesi) verdikleri ile sizi denemek istemesindendir. O halde ‘hayırlı işlerde’ birbirinizle yarışınız... (Maide, 48) ayeti, bu konuya en çarpıcı örnek olmalıdır.

c. Türklerin Başka Dinden Toplumlara Hoşgörüsü

İslâm’da zorlamanın olmaması ve herkesin dininin kendisine ait bulunması, her insanın yaptıklarından bizzat sorumlu tutulması, hiçbir cana kıyılmaması yönündeki “ayetler”, İslâm’ın hoşgörüsünün temel taşlarıdır. Müslümanlar, hem Kuran’ın hem de Hz. Muhammed’in ve arkasından gelen Devlet Yöneticileri’nin diğer din mensuplarına gösterdiği hoşgörüyü kendilerine örnek almışlardır. Hz. Muhammed, hem müşriklere ve putperestlere hem de Yahudilere ve Hıristiyanlara hoşgörü ile yaklaşmış; darda bulunanlarına yardım elini uzatmış ve aç olanlarını doyurmuştur  (Mevlana Şibli, Asr-ı Saadet (İslâm Tarihi), Çev. Ömer Rıza Doğrul, İstanbul 1978, II/114-120). Hz. Muhammed, Ehl-i Kitap (Yahudiler) ile yaptığı ilk anlaşma olan Medine Anlaşması’na koyduğu maddelerde başka dinden ve başka milletten olanlara nasıl hoşgörüyle yaklaşılması gerektiği ile “hukukun üstünlüğü”nün örneğini göstermiştir  (Başlangıçtan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Yayınları, İstanbul 1986, I/263-279).

Hıristiyanlarla ilgili de birçok hoşgörü örnekleri vardır. Medine’de Necran Hıristiyanlarıyla görüşmeler yapılmış ve Hz. Muhammed ile Necran Hıristiyan heyeti arasında dogmatik tartışmalar olmuştur. Bu sırada Hıristiyanların ibadet saati gelmiştir. Hz. Muhammed, Hıristiyanlara “Dilerseniz, burada, Cami’de bile ibadetinizi yapabilirsiniz” demiştir. Onlar da Cami’de Doğu’ya dönerek ibadetlerini yerine getirmişlerdir (Muhammed Hamidullah, Resûlullah Muhammed, Çev. Salih Tuğ, İstanbul 1973, 189).

Kudüs, Mısır, İskenderiye gibi yerler fethedilince oraların halkına hoşgörü gösterilmiş; din, can ve mal emniyeti sağlanmıştır.. Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethettikten sonra halkla yaptığı anlaşmaya koyduğu maddeler bu hoşgörüye açık bir örnektir. Bu ölçü, daha sonraki yöneticiler ve halk için temel olmuştur.

İslâm Dini’nin öteden beri hamisi sayılan Türk Milleti’nin uygulamaları; İslâm’ın “Hoşgörü”ye yönelik yüzünü ve uygulanır biçimini ortaya koyacak somut bir örnektir. Türk Milleti, tarih boyunca din ve milliyet farkı gözetmeksizin hemen herkese “Hoşgörü”nün en güzel örneklerini göstermiştir. Çünkü Türkler; İslâm’dan kaynaklanan, Hz. Muhammed tarafından uygulanan, Türk “dinî/manevî önderleri” Ahmet Yesevi’de olgunlaşan, Mevlana, Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre ile her tarafa taşınan “Hoşgörü”yü kendilerine ilke edinmişlerdir. Türkler, atalarından miras aldıkları bu hoşgörüyü, tarih boyunca hem kendi aralarında hem de başka din ve kültürlerden insanlara karşı göstermişlerdir.

Türk Milleti; Anadolu’da da Hıristiyan, Yahudi ve başka dinlerden olan insanlara tarihte de günümüzde de “hoşgörü”nün bütün örneklerini göstermiş ve göstermektedir. “Dinî azınlıklar”ın kendilerine karşı olumsuz tavırlar sergiledikleri dönemlerde bile Türkler, “hoşgörü”yü elden bırakmamış ve “dinî azınlıklar”ın yok olmadan günümüze kadar gelmelerini sağlamışlardır.

Türk Milleti, yönetimleri altında yaşayan başka dinden ve başka kültürden olan topluluklara hoşgörü ile yaklaşmış, dinî azınlık durumundaki bu toplulukları, dinî inanç ve âdetlerini yerine getirmekte serbest bırakmıştır. Bu hoşgörünün zirvesi, İstanbul’un fethiyle ortaya çıkmıştır. Hıristiyan halk, Padişah Fâtih Sultan Mehmet’in nasıl bir tavır sergileyeceğini; din, can ve mal emniyeti konusunda ne diyeceğini merak ederken o; “Ben, hepinize söylüyorum ki tebaam sıfatıyla artık ne hayatınız ne de hürriyetiniz için gazabımdan korkmayınız” diyerek onlara güvence vermiştir.

Fâtih’ten sonra işbaşına gelen Padişahların dönemlerinde de, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu günden günümüze kadar da dinî azınlıklara, inanış ve ibadetlerini yerine getirmelerinde geniş imkânlar verilmiştir/verilmektedir. Bunlardan Gregoryen Ermeniler ve Museviler/Yahudiler örneklemlerimizdendir.

Türklerin Anadolu’ya gelmesi, Gregoryen Ermeniler için yeni bir dönemin başlangıcıdır. Çünkü Bizanslılar, hâkimiyetleri altındaki Monofizit Hıristiyanlığın temsilcisi Ermeniler’e baskı uygulamış ve kendi “Ortodoks İnanışları”nı kabul ettirmek istemişlerdir. Bundan dolayı Ermeniler, daha önceden tanıdıkları ve hoşgörülerini bildikleri Türklerin kendilerine hâkim olmasını arzulamışlardır. Ermenilerin Bursa Metropoliti Hovakim, Fâtih Mehmet’in kılıcını almış ve Kilise’de İstanbul’u alması için kılıca bir hafta dua etmiştir.

Türklerin Ermenilere hoşgörüsüne dair sayısız eserler yazılmış ve örnekler verilmiştir. İstanbul Ermeni Patrikliği yapmış Malachia Ormanian’ın “L’Eglise Armenienne” isimli eserinin 1910 tarihli baskısının Önsözündeki “Türkler, kendi idareleri altında bulundurdukları halkların durumlarında hiçbir değişikliğe gitmiyordu. Kuran’ın emirlerini tebliğ etmekle yetiniyordu. Kuran ise, Müslümanlardan, mağlup olanlardan, haraç ödemek şartıyla, kendi mülklerine sahip olarak yaşamalarını istiyordu. Bu müsait ortamdan yararlanan Hıristiyanlar, en iyi şekilde teşkilatlanıyor ve Türk idaresi altında özel hayatlarını yaşıyorlardı”  şeklindeki ifadeler,  Türk Hoşgörüsünün en dikkat çekici örneğidir.

Türk Milleti’nin hoşgörüsünü en iyi ortaya koyan diğer bir belge de, Ermenilerin Türklere karşı ayaklandıkları bir sırada yayınlanmış makalelerdeki Ermenilerin görüşleridir. Bu görüşler, Ermeni “Dadjar Dergisi”nde yayımlanmıştır. Burada yayımlanan makaleler Fransızca “A Qui la Faute? Aux Partis Revolutionnaires Armeniens” adı ile 1917’de kitaplaştırılmıştır. Bu kitabın sonundaki bir paragrafta şu tespitlerin altı çizilmektedir: “Ermeni, 600 yıldan beri, hangisi olursa olsun, dünyanın başka yönetimi altında, başka hiçbir millet tebaasının ne gördüğü ne tanıdığı geniş bir sosyal ve dinî hürriyetten yararlanarak Türkiye’nin toprağında Türk ile yan yana yaşadı”. Kitap, baştan sona kadar Türklere karşı yapılan haksızlıklara karşı Türklerin intikam peşinde koşmadıklarını ve hoşgörüyü elden bırakmadıklarını ortaya koymaktadır. 

Türklerin Ermeniler gibi en açık hoşgörü gösterdiği ve himaye ettiği diğer bir dinî azınlık Yahudilerdir. Dünyada Hıristiyanların Yahudilere karşı “soy kırımı uyguladıkları dönemlerde onların imdadına koşan yine Türk Milleti ve Türk Devleti olmuştur. İspanya’daki zulümden Yahudileri gemiler gönderip kurtaran da Almanya’da katliam karşısında Yahudilere sahip çıkan da Türkler olmuştur. Türk Sultanı II. Beyazid, “Benim ülkemin kapıları, dünyanın neresinde zulüm gören insanlar varsa onlara açıktır” diyerek, Yahudileri ülkesine kabul etmiş ve yok olmalarını önlemişti. Bu kabul Yahudi tarihçiler tarafından şöyle takdir ediliyor: “Ecdadının izini takip eden Sultan Bayezid, Allah’ın köleleri olan Hz. İbrahim’in soyuna sahip çıkmıştır. Şayet Bayezid’in bu uygulaması olmasaydı; İspanya, Aragon, Portekiz ve Sicilya’dan kovulmuş olan Yahudilerin artığı ve İsrail’in hatırası kaybolacaktı...” Yahudi Haham E. Kapsalı da, Bayezid’in, ülkesine kabul ettiği Yahudilere eziyeti yasakladığını, onlara kötü davranan ve işkence edenlere ölüm cezası verileceğini ilan ettiğini haber vermektedir. Bu iki örnek bile Yahudi soyunun varlığını açıkça Türklere borçlu olduğunu ortaya koymaktadır.

Yabancı yazarlar ve seyyahların, XVI. Yüzyıldan itibaren, Türkleri tanımak için yazdıkları eserlerde birleştikleri noktalar şöyle özetlenebilir: Türklerin ülkesinde hiçbir cinayet vakasına rastlanmaz. Hırsızlık çok enderdir. Hırsızlık insanlığa yakışmayan kötü bir hareket olarak görülür, alçaklık ve şerefsizlik sayılır. Riyakârlık, dolandırıcılık, aldatmacılık, inhisarcılık, dilencilik gibi fiiller Türkler tarafından bilinmeyen fiillerdir. Batılı yazarlar, Türklerin bu özelliklerini merak etmiş ve araştırma konusu yapmışlardır. Yüzlerle ifade edilebilecek bu eserlerden sadece M. D’Ohsson, 1791’lerde yazdığı ve Türkçe’ye “18.Yüzyıl Türkiyesi’nde Örf ve Adetler” adı ile çevrilen eserindeki şu cümleler güzel bir örnektir: “Türkler, esasları Kuran’da çok bariz bir şekilde anlatılan dürüstlük, namusluluk, doğruluk hususunda aynı derecede övülmeye lâyıktır. Kendi aralarındaki içtimaî düzenin bütün münasebetlerinde iyi niyet ve dürüstlüğün onlara hâkim olduğu görülür. Meselâ, Türkiye’de, başka yerlerde olduğu gibi, birbirlerine karşı taahhüde giren vatandaşların durumunu tespit etmek, konulan şartları garantiye almak konusunda yazılı taahhütlere lüzum yoktur. Türkleri methetmek için hiç tereddütsüz şunu söyleyebiliriz: Onlar, verdikleri sözün kölesidir. Onların bir tanıdığını aldatması, emniyeti suiistimal etmesi yahut karşısındakinin saflığından faydalanması asla düşünülemez.” (M. D’Ohsson, 18.Yüzyıl Türkiyesi’nde Örf ve Adetler, Çev. Zehran Yüksel, 189).

Yüzde 98’i İslâm’ı din olarak benimsemiş Türk Milleti, tarih boyunca, hep düşenin dostu olmuş, dini ve ırkı ne olursa olsun ayırım yapmadan herkese hoşgörü göstermiş ve adâletle muamele etmeyi kendisine prensip edinmiştir. Günümüzde de Türk Milleti, yönetimleri altındaki hem Yahudi hem de bütün Hıristiyan gruplara hoşgörünün bütün örneklerini göstermektedir. Dinî azınlıklar; serbestçe, dinî inanç ve ibadetlerini yerine getirmekte, kendi okullarında eğitim ve öğretimlerini yapmaktadır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, önceki Türk Devleti Yöneticilerinin yaptığı gibi, dinî azınlıklara inanç, ibadet ve düşünce hürriyeti vermiştir. Atatürk’ün bu konuda çok sözü bulunmakta ve bunlardan birinde şöyle demektedir: “Her kişi istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine göre bir siyasî fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin şartlarını yerine getirmek veya getirmemek hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına egemen olunamaz”.

ç. Soykırımı mı, Soykoruma mı ?

Avrupa Birliği süreci ile birlikte gündeme gelen konulardan biri de; geçmişte de günümüzde de, “Ermeni Meselesi” olarak adlandırılan konu olmuştur. Bu konu, Türkiye sıkıntıya girdiği her dönemde, Batılı bazı devletlerin ısrarla gündemde tuttuğu ve Türkiye’nin aleyhine kullandığı konuların başında gelmektedir. Osmanlı-Rus Savaşı (1877-1878) ile ortaya çıkarılan, I. Dünya Harbi ile zirveye taşınan ve Kurtuluş Savaşı ile noktalan bu konu;1970’li yıllarda farklı bir noktaya çekilmiş ve “Ermeni Soykırımı” şekline dönüştürülmüştür. Türkiye’nin AB’ye üye olmasının gündeme gelmesiyle ve özellikle 2003’lü yıllardan sonra sözde “Ermeni Soykırımı” iddiaları sıkça duyulmaya başlanmıştır. Bu konuda, takip edilen resmî “siyaset anlayışı” yanında bazı “araştırmacı-yazar”lar ve bazı “akademisyenler” ile “Diaspora Ermeni Örgütleri”nin konuya “ideolojik yaklaşımları”; Batılı Devletlerin konunun üzerine daha fazla gitmesine ve Türkiye’yi “köşeye sıkıştırması”na yol açmıştır.

Yazımızın başlarında temas ettiğimiz “Soykırım” kelimesi, Türkçe’ye “jenosit” kelimesiyle girmiştir. Jenosit (soykırım), Fransızca génocide (jenosit) kelimesinin Türkçe söyleniş biçimidir. Jenosit (génocide); etnik bir grubun planlı bir şekilde yok edilmesi anlamına gelmektedir. Bu terim de bu terimin ihtiva ettiği anlam da Türk Milleti’ne yabancıdır ve Türk Milleti’nin lügatında yeri yoktur. Türk’e yabancı olan bu “terim”, Batı dünyasında çok iyi bilinmektedir. Çünkü Türk Milleti; adı, soyu, dini, dili ve milliyeti ne olursa olsun herkesi “Allah’ın kutsal emaneti” kabul etmiş, yok etmeyi değil yaşatmayı, bitirmeyi değil “koruma”yı temel esas bilmiştir. Bunun için Türk Milleti, Ermenileri “Soykırımı”na tabi tutmadığı gibi tam aksine “Ermeni Soyunu yok olmaktan korumuştur”. Bugün dünyada bir Ermeni Meselesi varsa, daha genelleştirerek söylersek, dünyada Yahudi Meselesi ve Yahudi varsa bunu Türk Milletine borçlu olduğu gibi, Ermeni varsa Türk Milletinin hoşgörüsü ve himayesi sayesindedir.

Bu yazıda; iki farklı din, iki farklı millet ele alınarak Türklerin “Soykırımı mı, Soykoruma mı?” yaptıkları birkaç örnekle ortaya konulacaktır. Bu örneklerden biri Ermeniler, diğeri de Yahudilerdir.

Ayrı iki din ve iki millete ait Türklerin yaklaşımına, genel hatlarıyla, göz atalım. Bunlardan Ermeni diye adlandırılan “millet” kimdir ve nasıl bir Hırıstiyanlığı temsil ediyorlardı?

1. Türklerin Ermenilere Yönelik “Soykoruması”

Hoşgörü, tarihte de günümüzde de Türk Milletinin ayrılmaz bir özelliği olmuştur. Türk Milleti; tarih boyunca hep zâlimin karşısında ve mazlumun yanında yer almış; düşenin dostu olmuş ve darda kalanın imdadına koşmuştur. Tarihi süreç içerisinde bu özelliğe sahip ve bu özelliği her hal ve şartta koruyan başka bir millet yoktur.

İslâm’dan önce de İslâm’dan sonra da, Anadolu’ya gelmeden önce de Anadolu’ya geldikten sonra da, Anadolu’da da Anadolu dışında da Türk Milleti’nin “ hoşgörü”süne ait sayısız örnekler vardır. Bu örneklerin birinci şahidi tarihtir, ikinci şahidi de Türklerin yönetimi altında bulunan ve “dinî azınlıklar” olarak nitelendirilen Süryani, Ermeni, Rum ve Yahudi kaynaklarıdır. Bu kaynaklar; Türklerin yönetimleri altında bulunan başka ırk ve din mensuplarına hoşgörü gösterdiğinde, iyi davrandığında, “din ve vicdan hürriyeti tanıdığında ve adaletle muamele ettiğinde birleşmektedir.

Türk Milleti’nin hoşgörüsünün zirvesi, İstanbul’un Fethi ile kendini göstermiş ve dünya kamuoyuna duyurulmuştur. İstanbul’un Türkler tarafından fethedilip Yeni Bir Çağın başlatılması ile dünyanın Lider Ülkesi konumuna gelen bir ülke yöneticilerinin başkaları”na yaklaşımı merak konusuydu ve önem taşıyordu. Çünkü o dönemde Hıristiyanlar arasında nüanslar/küçük farklarile birbirine düşmanlık had safhaya ulaşmıştı. Katolikler Ortodoksları, Ortodokslar Monofizitleri (Ermeni, Süryani gibi) veya bunlardan hâkimiyet kurmuş olan herhangi biri, başka din ve millete mensup olanları (Yahudiler gibi) yok etmek istiyordu. Hâkimiyeti ele geçiren grubun başkalarını kendine katmanın veya yok etmenin alışılagelen bir anlayış haline geldiği bir dönemde Türk Padişahı’nın takınacağı tavır merak ediliyordu. Bu merak korkuyla karışık bir hal almıştı ve her dinden/milletten topluluk endişeli bir bekleyiş içindeydi ve Fâtih Sultan Mehmet’in ağzından çıkacak bir çift söze kilitlenmişti. Böyle bir ortamda bekleyiş içinde bulunan “halk”, Fâtih’in “Ben, hepinize söylüyorum ki tebaam sıfatıyla artık ne hayatınız ne de hürriyetiniz için gazabımdan korkmayınız” ifadeleriyle rahatlamışlardı.

Türk Padişahı, düşündüklerini uygulamaya koyarak sözünün arkasında olduğunu da göstermişti. Yıllarca boş bulunan ve bir türlü atanması gerçekleştirilememiş olan Ortodoks Patrikliğine yeni bir patrik seçtirip atanmasını gerçekleştirmişti. Bu tavır, Katolik Hıristiyanlar karşısında yok olmak üzere olan Ortodoks Hıristiyanlara, Rum Ortodokslara hayat vermiş ve Fener Patrikliği’nin günümüze kadar gelmesinin yolunu açmıştı. Günümüzde Fener Patrikhanesi varsa; Türk Milleti’nin hoşgörüsü sayesinde olduğu bilinmelidir. Bugün fırsat bulduklarında Batılı bazı devletlerin yardımını istiyorlarsa bilmeliler ki; o yardım talebinde bulundukları devletlerin elinde yok olmaktan ve tarihe karışmaktan onları kurtarıp günümüze gelmesini sağlayan Türk Milleti’dir. Türk Milleti, onların soyunu ve milletini korumuştur. Yani Türkler aynı zamanda bir “soykoruma” görevi de yapmıştır.

Türkler Anadolu içlerine doğru ilerlerken karşılarında Bizans İmparatorluğu vardı. Bizans, Ortodoks Hıristiyanlığı temsil ediyor ve kendilerinin benimsediği anlayışın dışında Hıristiyanlığı benimseyen toplulukları ya Ortodoks anlayışı benimsemek veya “yok edilmek” tercihleri arasında bırakmıştı. O dönemde zulüm ve işkence had safhada idi. Bu zulüm ve işkenceye maruz kalanlardan biri de, 451’de Kadıköy’de yapılan Konsil’den beri Monofizit Hıristiyanlığı benimsemiş Gregoryen/Lusavorçağan Ermenilerdi. Gregoryen Hıristiyanlık; asıl adı Suren olan ve 300’lü yıllarda Kayseri’de Vaftiz olup Kirkor (Gregoire) adını alan Türk asıllı bir piskopos tarafından oluşturulmuş bir Hıristiyanlıktı. Kirkor, vaftiz olduktan sonra, 301’li yıllarda, Kayseri’den ülkesi Eçmiyazin/Erivan’a doğru yola çıktığında, yol boyunca bazı Türk boylarına uğrayıp onları Hıristiyanlığa kazanmıştı. İlk uğradığı yer Sivas olmuş ve “ilk Hıristiyan Türk cemaati” Sivas’ta ortaya çıkmıştı. (Daha sonra Malazgirt Savaşı’nda Bizans Ordusunu Türkler lehine terk edenler, Türk tarafına katılanlar bu Türk Hıristiyanlar olacaktı. Anadolu’daki Ermenilerin büyük bir kısmının Misyonerlerin geldiği 1800’lü yıllara kadar Türkçeden başka dil bilmediği, ibadetlerini Türkçe yaptıklarını ve Türklerle kendilerini aynı soydan gördüklerini de belirtmeliyiz).

Suren/Kirkor’un ortaya koyduğu Hıristiyanlık, “millî özellikler” taşımakta, inançlarıyla, ibadetleriyle, âyinleriyle, gelenek ve görenekleriyle, kiliseye ait musikileri ve uygulamalarıyla diğer Hıristiyan mezheplerinden/anlayışlarından ayrılmaktaydı. Bu özelliklerinden dolayı ister Katolik, ister Ortodoks anlayışa mensup olan Hıristiyanlar olsun; hâkimiyetlerini sağladıktan sonra, Ermeni Hıristiyanları kendi benimsedikleri Hıristiyanlığı kabule ve “millî özellikleri”ni terk edip Katolik veya Ortodokslar gibi olmaya zorlamışlardı. Bu teklifi kabul etmeyenlere zulmedilmekte hatta “soykırımı  uygulamaktaydı.

Türkler Anadolu’ya girdiklerinde Ermeniler, yarınlarından endişeli ve korku dolu bir ortamda yaşıyorlardı.Türklerin Anadolu’da görünmesi ve Bizanslılar üzerine zafer kazanması, “Ermeni Milleti” için yeni bir dönemin başlangıcı olmuştu. Malazgirt Savaşı’nda Ermeniler, savaşı Türklerin kazanmasını istemiş ve Türklere yardım etmişlerdi. Çünkü onlar, soylarının korunması ve inanışlarının devamı için Türkleri kurtarıcı olarak görüyorlardı. Böyle de olmuş; Ermeniler Türk hâkimiyetinde hoşgörü görmüş, dinî ve millî kimliklerini korumuşlardır.Bu durum Selçuklular döneminde de Osmanlılar döneminde de devam etmiştir.

Ermeniler, dindaşları Bizanslıların “dinî ve siyasî baskıları/zulümleri”nden dolayı yüzlerini Selçuklu Türklerine çevirmişlerdi. Onlar, Greklerin ve Latinlerin “dinî ve siyasî baskıları/zulümleri” yüzünden de, Osmanoğulları’na güvenerek, Batı’ya doğru yayılmış ve Osmanlıların hizmetine girmişlerdi. Osman Bey’den itibaren Türklerinin güvenini kazanmış olan Ermenilere Fâtih Mehmet, hiçbir Hıristiyan yöneticinin vermediği ve veremeyeceği imtiyazları vermişti. İstanbul’u fethettikten sonra orayı güvenilir unsurlarla doldurmak için Fatih, Anadolu’nun değişik yerlerindeki Ermenileri İstanbul’a getirtip yerleştirmişti. Rumlara verilen imtiyazların aynısını onlara da vermiş; din işlerinde ve içişlerinde onları serbestlik tanımış hatta destekleyerek diğer Hıristiyanların karşısında güçlendirip yok olmalarını önlemişti. Bunun için Şehzadeliği döneminde Bursa’da tanıdığı Ermeni Metropoliti Hovakim’i İstanbul’a çağırmış, İstanbul Ermeni Patrikliği’ni kurdurmuş (1461) ve Hovakim’i de patrik yapmıştı. Süryanileri, Kıptileri, Gürcüleri, Kaldelileri ve Habeşlileri liderleri ile beraber Ermeni Patrikliğine bağlayarak itibarını artırmış, Katolik ve Ortodoks kurumlarla rekabet eder duruma getirmişti.

Ermenilerin Türklere ve onun Padişahı Fatih’e bakışlarını Ermenilere ait “Sagogat” dergisindeki bir yazı açıkça ortaya koyuyor. Sagogat Dergisi başyazarı, Başrahip Karakin Kazanciyan, İstanbul’un Fethinin 500.yıldönümü dolayısıyla yazdığı makalede, Ermenilerin gerçek tarihinin İstanbul’un Türkler tarafından alınmasıyla başladığını belirtiyor. Kazanciyan, ayrıca, Fatih Mehmet, Bursa’da bulunduğu sırada dostu olan Ermeni Piskoposu Hovakim’i evinde ziyaret ettiğini ve ona zihnini İstanbul’un alınmasının meşgul ettiğini söylediğini de belirtiyor. Fatih’i dikkatlice dinleyen Hovakim de “Allah Krallığını aziz etsin ve dünyaya yaysın” diyor. Bundan sonra Hovakim, rafizi kabul ettikleri Bizanslılar’dan İstanbul’un alınması için, Fatih Sultan Mehmet’in kılıcını alıyor ve muzaffer olması amacıyla kendi kilisesinde bir hafta dua ediyor. Başka bir Ermeni yazarı Papazian da, Ermeniler İsa’da “Bir Tabiat” bulunduğuna inandıkları için Bizans döneminde Ekmek-Şarap Âyinini ve ibadetlerini serbestçe yerine getiremediklerini ve bundan dolayı da İstanbul’un Türkler tarafından alınmasını beklediklerini belirtiyor.

Türkler, Ermenileri “millet-i sadıka (sadık millet)” olarak nitelendiriyor ve buna göre de yönetimde değerlendiriyordu. Onsekizinci Yüzyılın başlarına kadar, istisnaları olsa da, yaklaşık altı yüzyıl, Ermeniler ile ilgili çok önemli olaylara rastlanmıyordu. Ancak Osmanlı Devleti içindeki Ermenilerin her yönden iyi durumda olması; hem Doğu’daki hem Batı’daki bazı devletlerin hem de bu devletlerin “öncü gücü” olan Misyonerlerin iştahını kabartıyordu. Türklerin hâkimiyet kurdukları alanlarda gözü olan güçler; Türkleri geldikleri “Orta Asya”ya geri göndermek, Anadolu’yu Türklerden geri almak, Balkanlara ve Anadolu’ya sahip olmak gibi emellerini gerçekleştirme yolunda ilerliyorlardı. Hedeflerinin gerçekleşmesi de Türk Milleti’nin zayıflamasına ve bölünmesine bağlıydı. Bunun için “Kürt kökenli Türkler”e yönelmişlerdi; ancak hedef seçtikleri kitle arasında davaları yönünde kullanacak kimseyi bulamayınca hatta onlardan çok sert karşılık görünce yönlerini Ermenilere çevirmişlerdi. Bu güçler, Ermenileri üç gruba bölmüş ve önce kendi aralarında, sonra Türk Milletine karşı “kullanmayı” başarmışlardı. Bu durum, yıllardan beri Ermeniler arasında faaliyet gösteren Misyonerlerin başarısı oluyordu. Çünkü Misyonerler sadece Türkler ile Ermenilerin birbirine düşmesi ile yetinmemiş, Ermenilerin kendi içinde bölünmesine ve birbirine düşmesine de sebep olmuşlardır.

Türklerin dinî kurumlara karşı duyduğu saygıdan yararlanan “terör örgütleri” (Hınçak, Taşnak gibi) Kiliseleri silah deposu yapıyor ve Kiliselerle beraber bazı din görevlilerini de kullanıyorlardı. Bu terör örgütlerinin öncülüğünde Türklere karşı bazı Ermenilerin başkaldırısı/ isyanı, 1890 yılına rastlamaktaydı. 1890 tarihinde Türk Devlet yönetiminde bakan, müsteşar, yargı organlarının başkanı sıfatıyla çok sayıda Ermeni görev yapmaktaydı. Ermeni terör örgütleri, ihtilal partileri, Misyonerler, Doğulu ve Batılı bazı devletlerin “görevlisi” sıfatıyla Türkleri tarih sahnesinden silmekle meşgul oluyorlardı. Okun yaydan çıkması için Hınçak ve Taşnak örgütleri; bir gün Ermeni yerleşim yerlerine, ertesi günü Türk yerleşim yerlerine saldırıyor, katlediyor ve  yaptıklarına “misilleme süsü”  veriyorlardı. Ermeni terör örgütlerinin planları tutmuş; “ok yaydan çıkmış” ve su bulanmıştı.

Birinci Dünya Savaşına girmiş olan Türk Devleti, hem Ermenilerin hem de Müslüman kitlenin can ve mal güvenliğini Ermeni terör örgütlerine karşı koruma tedbirleri alıyordu. Bu tedbirler arasında; Türk Devleti’nin yönetimi altında bulunan ve daha güvenli kabul edilen başka bir bölgeye “Göçettirme” (Tehcir) de vardı.

Ermenilerin bir kısmı göç etmiş; bir kısmı Türk komşularınca saklanmış/ himaye edilmiş veya Müslüman olup isim ve şekil değiştirmiştir. Göç edenlerden az da olsa yol şartları içerisinde ölenler olmuştu. Ermeni terör örgütleri tarafından öldürülenler ve göç şartlarında ölenler ile Müslüman olanların toplam sayısı, 300-350 bin civarındadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1914 yılı istatistiklerine göre Gregoryen Ermenilerin Osmanlı Devleti sınırları içindeki sayısı 1.162.169; mezhep farkları dikkate alınmazsa (Katolik ve Protestan Ermeniler ile beraber) 1.295.951 civarındadır. 1885, 1897 ve 1906 yılı istatistiklerinde bu sayı daha düşüktür. En fazla oldukları istatistik 1914 yılı istatistiğidir. Lynch’in verdiği sayı da bu civardadır.  Bu sayı, hem Osmanlı Arşiv Belgelerinde hem Ermeni tarihçilerinin eserlerinde hem de yabancı araştırmacıların raporlarında yer almaktadır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki istatistikler, Türk, Ermeni ve yabancı kaynakların Osmanlı yönetimindeki Ermenilerin sayısını dokuz yüz elli bin (950.000) civarında göstermektedir. Yukarıda belirtildiği gibi aradaki fark 300-350 bin civarındadır. “Soykırımı” böyle mi olur? O dönem de “soy kırım” yapacak Türk yoktur. Çünkü eli silah tutanlar, dört taraftan saldıran düşmanlara karşı vatanını ve milletini korumak için cephededir. Geride kalanlar kadınlar, çocuklar ve yaşlılardır. Silahsız ve sahipsiz bu insanlar mı “soykırım” yapacaktır?. Asıl soy kırım, Ermeni terör örgütleri tarafından kadın, çocuk ve yaşlı demeden savunmasız Türklere uygulanmıştır. Ermeni Terör Örgütleri ve onların desteği ile Rus askerlerinin camilere, samanlıklara, evlere doldurup topluca katlettiği Türklerin sayısı(çoğunluğu çocuk, kadın ve yaşlılar olmak üzere)  bir milyonu aşkındır. Bu kayıtlar hem Osmanlı arşivi hem Ermeni kayıtları hem de yabancı devletlerin raporlarında yer almaktadır. Değişik ülkelerde yazılan eserlerde verilen rakamlar ile belgelerde verilen rakamlar birbirini doğrulamaktadır.

Batılı bazı ülkeler, Ermeni Diasporası ve Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak isteyenler; günümüzde “Sözde Soykırım Meselesi”ni kullanmak istemektedir. Bunların ortak iddiası; Türklerin 1.5 milyon Ermeni’yi öldürdüğü yönündedir. Bu sayı abartmadır. Çünkü Osmanlı Devleti sınırları içindeki Ermeniler’in toplamı, yukarıda belirtildiği gibi, 1.300.000 civardadır. Tehcir Olayı’ndan sonra Ermeniler ile ilgili olarak kaynakların üzerinde ittifak ettiği ortak sayı yaklaşık 1 milyon civarındadır. Bu kaynakların verdiği bilgilerden hareket edildiğinde Tehcir Olayı sırasında kaybolan Ermenilerin, 300-350.000 civarında olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunların da yaklaşık 150.000-200.000 kadarı ihtida edip Müslüman olmuştur. Bir kısmı da Müslüman aileler tarafında ya evlat edinilmiş veya saklanarak Tehcir için Suriye ve benzeri yörelere/cephe gerisine gitmeleri önlenmiştir. Tehcir sırasında Tunceli ve Elazığ yöresinde ihtida edip kalanlar çoğunluğu oluşturmuştur. Geri kalan yaklaşık 150 bin-200 bin  kişinin bir kısmı  Ermeni Terör Örgütleri tarafından, bir kısmı da o dönemin yol şartları ve hastalık nedeni ile ölmüştür.

Yukarıda sunduğumuz belgelerde ve bizzat Ermenilerin itiraflarında görüldüğü gibi Ermeniler, en az altı asırdan beri Türklerin hâkimiyeti altında, Türk topraklarında, sosyal ve dinî hürriyetten istifade etmiş; ibadetlerini serbestçe yerine getirmişlerdir. Bu durum, tarih içerisinde Türk, Ermeni, Batılı seyyah ve yazarları tarafından da belirtilmiş; Türklerin hâkimiyeti altında yaşayan herkesin dinî inançlarını serbestçe yerine getirdiğine ve hâkimiyetleri altında olanlara adâletle muamele ettiğine yer verilmiştir.

Soykırım; yukarıda da tanımlanıldığı gibi planlı ve programlı olarak bir grubun yok edilmesidir. Eğer Türkler Soykırımı yapsalardı bugün dünyada Ermeni denilen kimse kalır mıydı, “Ermeni Meselesi” olur muydu?  Tam aksine Türkler, Ermeni Soyunu korumuştur. Eğer Türkler için bir suçlama yapılacaksa “Ermeni Soyunu Koruma”larından dolayı olmalıdır.

Bu kanaatimizi, İstanbul’da Ermeni “Dadjar” Dergisi’nde yayınlanan  ve 1917 yılında Fransızca “A Qui la Faute?Aux Partis Revolutionnaire Armeniens” (Hata Kimde? Ermeni İhtilal Partilerinde) adıyla kitaplaşan eserde yer alan şu ifadeler desteklemektedir:

“Ermeni İhtilal Partileri, Türkiye’nin menfaatlerini düşünecek, ona hizmet edecek yerde, asıl görevleri bu olduğu halde, Rus yönetimiyle, bu düşman ve sinsi hükümetle işbirliği yaptı. Savaş başladıktan sonra Türkiye’nin düşmanlarıyla gizli münasebetler kurdular. Açıkça ve utanmadan Türkiye’nin en kutsal menfaatlerine ihanet ettiler”

 “Ne Ermenilerin en yüksek dinî lideri Eçmiyazin Katoğikosu, ne Ermenilerin kaderini omuzladığını iddia eden yüksek kilise yetkilileri, ne bu ihtilal partisinin yetkili şefleri, ne diğer Ermeniler; Türkiye dışında,bizim diğer hiçbir otoritenin hâkimiyeti altında varlığımızı korumaya muktedir olmadığımızı ne açıklayabildiler ne de kavrayabildiler.”

 Bütün bir toplumu altı asırdan beri himaye eden, kilisesine, diline ve millî geleneklerine saygı gösteren Osmanlı Devletine karşı böyle korkunç bir ihanet görülmüş mü? Bu düşmanca ve anarşik olaylar nasıl vasıflandırılır; bu cinayete yönelik komplolara hangi haklı sebep bulunabilir?”

 “Ermeni, altı yüzyıldan beri,hangisi olursa olsun,dünyanın başka yönetimi altında başka  hiçbir millet tebaasının ne gördüğü ne tanıdığı geniş bir sosyal  ve dinî hürriyetten istifade ederek Türkiye’nin toprağında Türk ile yan yana yaşadı”.

Bunları yazan Ermeni, yayınlayan da Ermeni Dergisi’dir. Günümüzde de bu gerçekleri yazan, kendini Türk hisseden Ermeni Yazarları, aydınları ve ileri gelenleri vardır. Levon Panos Dabagyan bunlardan biridir ve Türk Hoşgörüsünü her vesile ile dile getirmiş ve yazmıştır. (Bazı tespit ve değerlendirmeler için bkz. Levon Panos Dabağyan, Türkiye Ermenileri Tarihi, İstanbul 2003).

Verdiğimiz bu bilgiler Türk Milletinin soykırım yapmadığını ve özür dileyecek bir şeyinin olmadığını ortaya koymaktadır. Özür Kampanyası başlatanlar ya bu gerçekleri bilmiyorlar ya kasıtlılar veya başka bir projenin aleti olmaktadırlar. Günümüzde iki devlet, iki millet arasında adım atılacak ise Türkiye doğrudan devreye girebilir; İstanbul Patrikliği’nden/Patriği Mutafyan’dan, Türk Milletinin ferdi olmaktan gurur duyan ve “Ben Türküm” diyen Ermeni aydınlardan, akademisyenlerden, yazarlardan ve esnaftan yardım alabilir. Ermenistan ve Ermeni aydınları da; başkalarının piyonu olmuş ve Türkler ile Ermenilerin arasını açmak için her yolu denemiş Hınçak, Taşnak ve ASALA örgütlerince Türklere karşı yapılan katliamlar ve haksızlıklar için nefis muhasebesi yapabilir.

2.  Türklerin Yahudilere Yönelik  “Soykoruması”

Yahudi soyu, Hıristiyan Batılı bazı devletler tarafından dünyada yaşama hakkı olmayan bir soy olarak görülmüştür. Batının Yahudilere olumsuz bakışının başlangıcı Hz. İsa’nın “Çarmıh Olayı”na kadar uzanmaktadır. Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın Çarmıha Gerilmesi’nden Yahudileri sorumlu tutmaktadır. Yahudilerin sorumlu tutulması, zaman zaman Hıristiyanlarca lanetlenmeye kadar gitmiş ve Hıristiyan âyinlerinin konuları arasında yerini almıştır. Bu anlayış, İkinci Vatikan Konsili’ne (1962-1965) kadar devam etmiş ve günümüzde açıkça olmasa da “bilinç altı”nda varlığını sürdürmektedir.

Bizans Devleti döneminde, zaman zaman,Yahudilere karşı yasalar çıkarılmış, onlar “nefret edilmesi gereken sapık, günahkâr ve iğrenç bir kavim” olarak nitelendirilmiş,Yahudilerle evlenenlere ölüm cezası getirilmiştir. Hıristiyanların hâkim oldukları yerlerde Yahudiler, vaftiz ile ölüm arasında bir tercih ile karşı karşıya kalmışlardır. Böylece dıştan Hıristiyan içten Yahudi olan “Konverso veya Marrano” denilen  dönme grup”lar ortaya çıkmıştır. Bu gruplar Hıristiyanları huzursuz etmiş ve bu işe son vermenin yolunu Yahudi “soykırımı”nda gören Hıristiyan ülkeler olmuştur. Bu ülkelerin başında da Katolik İspanya yer almıştır.

İspanya Kralı ve Kraliçesi, 1492 yılında, “Yahudi Dönmeliği”ni çözmek bahanesi ile Yahudi soyunu yeryüzünden silme ve Hz. İsa’nın intikamını alma yoluna gitmişlerdir. Kral Ferdinand ile Kraliçe İzabella, tahta geçtikten bir müddet sonra, bir Ferman yayınlamışlardır. Yayınlanan bu Ferman’da Yahudilerin ya Katolik Hıristiyan olmaları veya üç ay içerisinde ülkeyi terk etmeleri istenmiştir. Ülkeyi terk etmeyen Yahudilerin kızlarının sağ bırakılıp erkeklerinin öldürüleceği de Ferman’da yer almıştır. Bunun üzerine İspanya’da Yahudilere karşı olumsuz gelişmeler olmuş ve Yahudiler İspanya’dan göç etmek zorunda kalmışlardır. Hiçbir Hıristiyan ülke Yahudileri kabul edememiş ve yardım elini uzatamamıştır. İspanya’dan kovulan Yahudilerin imdadına Türkler yetişmiş ve Osmanlı Devleti’nin kapılarını Yahudilere açmıştır. Osmanlı Padişahı gemiler göndererek onları ülkesine taşımış ve Yahudileri “soykırım”dan kurtarmıştır.   Bu olaydan yaklaşık 100 yıl sonra Fransa’da ve 450 yıl sonra da Almanya’da,1942/1943’de, Yahudilere karşı başka bir “soykırım” uygulaması olmuştur. Bu iki olay arasında da küçük çaplı da olsa Batı’da bazı olaylar yaşanmış ve Yahudilere karşı olumsuz tutum açık- gizli devam etmiştir.

İspanya’dan kovulması sırasında da, Fransa’da da ve Almanya’da da Yahudileri yok olmaktan koruyan, onlara kapılarını açan ve “soykırımı”ndan kurtaran yine Türkler ve yine Türkün Hoşgörüsü olmuştur.

Kendisi de bir Yahudi olan Avram Galanti,  Padişahı ve halkı ile Türklerin Yahudilere gösterdiği yakın ilgiyi ve hoşgörüyü şöyle ortaya koymaktadır: “Türklerin gelişi, bir sülalenin değil Yahudiler için bir vaziyetin değişmesiydi. Yahudiler,(Türklere), yalnız gâlip ve toprağın efendisi nazarıyla değil, kendi dinleriyle yakınlığı olan kardeş gözüyle bakmışlardır (Avram Galanti, Türkler ve Yahudiler, İstanbul 1947, 10).

Hıristiyan Dünyası’nda Yahudilere karşı baskı ve sıkıştırmalar devam ettiği sırada Türkleri hâkimiyeti altındaki Yahudiler rahat bir hayat sürmektedir. Bu rahat ve huzur ortamı, dünyanın her tarafında yaşayan Yahudileri etkilemiştir. Edirneli Eşkenazi Hahamı Yitzhak Tsarfati’nin yazmış olduğu bir mektup üzerine Almanya’dan çok sayıda Yahudi Türkiye’ye gelmiştir. Rabbi Yitzhak’a atfedilen şu mektup, XV. Yüzyılda Yahudilerin hayat tarzını ve Türklerin hoşgörüsünü ortaya koyan bir belgedir: “Eşkenaz ülkesindeki kardeşlerimiz, İsrailoğullarının hergün çekmiş ve çekmekte oldukları ölümden acı ıstırapları, bir yerden bir yere, bir kentten bir kente kovulmalarını, maruz kaldıkları zulmü duydum... Sâdık bendeniz ve mütevazı kardeşiniz Yitzhak Tsarfati, ailem Fransalı olmakla birlikte, Eşkenaz’da doğdum (ve orada okudum) ancak doğduğum ülkeden göç etmek zorunda kaldık ve buraya, Togarma (Türk) Ülkesi’ne geldim. Burada hiçbir şey eksik değildir. Tanrı bu ülkeyi iyice düşünmüştür. Togarma, Hayat Ülkesine(İsrail) giden yoldadır; Kudüs’e kadar giden bütün yol, deniz üzerinden altı millik bir geçiş dışında, kara yoludur. Her gün, İsmailîler(Müslümanlar) ve Yahudilerden oluşan büyük kervanlar çıkar... yol emindir...” (Moshe Sevilla-Sharon, Türkiye Yahudileri, Jarusalem 1982, 26-28).

Yahudiler de zaten zaman zaman Türklerin himayeleri sayesinde var olduklarını unutmamış ve Türklere duydukları minnettarlıklarını çeşitli vesilelerle dile getirmişlerdir. Onlar, İspanya’dan kovulup Türkiye’ye sığınışlarının 400. ve 500. yıldönümünü kutlarken bu minnettarlıklarını vurgulamaktan geri kalmamışlardır. Bu yıldönümlerinde yayınladıkları bildirilerde ve yazdıkları şiirlerde Türkleri açıkça övmüş ve Türkleri bir “kurtarıcı” gibi gördüklerini vurgulamışlardır. Özet olarak şöyle diyorlar: “Eğer insanlar bize karşı oldukları zaman Türkler bizimle olmamış olsaydı onlar( Hıristiyanlar) bizi canlı canlı yutacaklardı...”   İşin özeti, bu ifadelerde ortaya konulmuştur.

Türkler; Asya’dan Avrupa’ya, Ortadoğu’dan Uzakdoğu’ya kadar uzanan geniş bir alanda kısacası dünyada, İspanya’dan, Portekiz’den, Polonya’dan, İtalya’dan, Fransa’dan, Rusya’dan ve Almanya’dan kovulan Yahudilerin de koruyucusu olmuştur. Bundan dolayıdır ki günümüz Türkiye Yahudileri, Türk Milletinin Yahudilere karşı koruma ve kollamalarını dile getirmek için vakıflar kurmuşlardır. Kurulan bu vakıflar, Türklerin Yahudi soyunu nasıl koruyup kolladığını yani “Soykoruma” yaptıklarını dünyaya duyurmuşlardır. 500’üncüYıl Vakfı Başkan Vekili, Yahudi orijinli Türk vatandaşı, Naim  Güleryüz;  Türklerin hoşgörüsünü/ “soy koruma”sını şöyle vurgulamaktadır: “1992’de amaç sadece 500 yıl önce vuku bulan bir olayın anılması ve kutlanması değil, fakat 500 yılı aşan ahenkli ve huzurlu bir hayatın, bir beraberliğin, bir bütünleşmenin tüm dünyaya duyurulması, Türklerin devlet ve toplum olarak üstün insanlık vasıflarının, Türk Milletinin insancıl yaklaşımının iki sözcük ile insanlığa örnek bu davranışın tüm insanlığa tanıtılmasıdır”.

Yahudilere yönelik Türk Hoşgörüsü, Türkiye’de Türk-Yahudi birlikte ve huzur içinde yaşamaya günümüz için bir örnek de Türk Musevî Cemaati Onursal Başkanı Bensiyon Pinto’nun anlattıklarıdır. Pinto, Türkiye’deki 70 yılı aşkın hayatını ve yaşadıklarını  “Anlatmasam Olmazdı-Geniş Toplumda Yahudi Olmak” (İstanbul 2008) isimli eserinde ortaya koymaktadır. Pinto;  kendini Türk,  Türkçe’yi anadili, İbranice’yi de ataların dili ve Türkiye’yi anavatanı olarak (s.28,43,59) gördüğünü belirtmekte ve Türkiye’de yaşadığı hoşgörü ortamını şu cümlelerle dile getirmektedir: “...Dini bir azınlık olduğumuzu pek anlamazdık. Sinagog burnumuzun dibindeydi. Herkes tanıdıktı. Dar bir çevrede, hem dindaşlarımızla iç içe yaşamaktan hem de geniş toplumla ve diğer azınlıklarla kardeş gibi yaşamaktan olsa gerek, kimliğimiz üzerine çok düşünmezdik. Kimse de bizi düşündürmezdi. Herkes o kadar içiçe yaşardı ki, hangi bayram Morislerin, hangisi Yorgoların, hangisi Mustafaların bilmezdik, ayırt etmezdik... Hep beraber yaşamaya o kadar alışmıştık ki, birbirimiz olmadan yaşanacak bir mahalle düşünemezdik. Şimdi ise insanlar farklı bir ad duyar duymaz, hemen karşısındakinin dinini soruyor. ...Türkiye’de bu soruyu sadece Müslüman Türkler değil; Rum’u, Yahudi’si, Ermeni’si de soruyor. Bu toprağın insanı bu soruyu sormayı yeni bir alışkanlık haline getirdi: ‘Adın ne?” ‘Albert’. ‘Türk değil misin?’ ‘Türk’üm”. ‘E, adın nasıl Albert oluyor o zaman?’ ‘Türk’üm, ama Musevi’yim’. ‘Bir insan nasıl ikisi birden olabilir ki?’ Albert, kendinin ne olduğunu en az Mustafa kadar biliyor. Yorgo da, Agop da biliyor...”(s.28).

Sonuç

Türklerin hoşgörüsüne/ “soykoruma”sına Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler sadece bir örnektir. Bu örnekler çoğaltılabilir ve günümüzde gündeme gelen bazı “etnik azınlık” iddiasıyla ortaya çıkanlara kadar genişletmek mümkündür. Eğer birileri bugün ortaya çıkıp en az 300-500 yıllık bir geçmişi olmasına rağmen, başka bir “soy” iddiasında bulunuyor ve Türkiye’de “sözde 25-30 azınlık”tan bahsediyorsa bu durum;  Türkün / Türk Milletinin Hoşgörüsünün bir sonucudur.

Günümüzde yaşananlar bize, 17.Yüzyıldan sonraki Osmanlı Devleti’nin idarî ve sosyal yapısını hatırlamaktadır. Osmanlı Devleti’nin 230 civarındaki Sadrazam’ın 170 civarındaki “devşirmeydi, dönmeydi”-bugünkü ifade ile Türk kökenli değildir/“başka köken”dendir; ama Türk Milleti onları Türk saymış ve “karnelerini” de tutmuştur.  Onlar, Sadrazam olduktan sonra bir kısmı “kendi soyunu ihya etme” anlayışıyla hareket etmiş; hem kendi sonlarını hem de Osmanlı Devletininin sonunu getirmişlerdir. Buna rağmen Türk Milleti vardır ve kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti de Türk Milleti’nin “denetiminde” devam etmektedir. Türk Milletine ihanet eden ve Türk’ü hor görenlerden eser yoktur, onlar sadece tarih kitaplarında “yaptıkları kötülükler” ile anılmaktadır.

Türk Milleti; tarih boyunca hiç kimseyi soy ve sopundan dolayı dışlamamış; herkesi yaptıkları ve yapacakları ile değerlendirmiştir.  Türkiye’de “azınlık sorunu yoktur, Kürt sorunu yoktur”,sorun varsa o da “bölücülük sorunu”dur, Türkiye’yi Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında bölme ve parçalama sorunu vardır. Kim “etnik kimlik tuzağı”na düşerse bilsin ki; bölücülerin işini kolaylaştırmaktadır. Türk Milleti bir bütündür. Küçük farklılıklar; güzelliklerden ve zenginliklerdendir.

Yukarıda kısaca çerçevesini çizdiğimiz hususlar bile bize Türk’ün hoşgörüsünü göstermektedir. Demek ki Türkler “Soykırım” yapmamış, aleyhlerine de olsa ve sayısız ihanetler görse de Soykoruma yapmıştır. Türk, dünyada, iyi niyetin, samimiyetin ve hoşgörünün de adı olmuştur. Türkün bu iyi niyetini ve samimiyetini istismar edenler, saf ve temiz duygularından yararlanmak isteyenler anlamalı ki; “bu yol çıkar yol değildir”.  Mevkisi, makamı, konumu ne olursa olsun herkes bilmeli ki; Türk Milletinin saf ve temiz duygularını istismar edenler, bu duygulardan yararlanmak isteyenler “onmamıştır”.

Geçmişte yapılan hatalar günümüzde Filistin’de ve Irak’ta yaşananların sebebidir. Osmanlı Devleti Padişahı Abdulhamit’in; bütün ekonomik ve siyasal sıkıntılara rağmen Filistin’de Yahudilere toprak vermemesi, “...canlı bedende ameliyat yaptırmam” diyerek karşı çıkması, toprak satışını önlemek için de oraları şahsı mülkü yapmış olması günümüzde yaşanan olumsuzlukların öngörüsü olarak değerlendirilmelidir. Abdulhamit’in bu karşı duruşuna rağmen bazı Arap liderlerin dolaylı, İngiltere ve Amerika gibi devletlerin doğrudan desteği ile İsrail devlet kurulmuştur. İsrail Devletini kurduğu sırada Yahudilerin sahip olduğu toprakların oranı %10’na varmamaktadır. Bugün ise Yahudilerin sahip olduğu toprak oranı %75’i aşmıştır. 

Filistin’de yapılan insanlık dışı uygulamaları, katliamları ve 1000 kadar masum insanın ölümünü kınadığımız gibi Irak’ta yaşananları ve 1 milyondan fazla insanın Amerika tarafından öldürülmesini de kınıyoruz. Filistin’de yaşananlar Irak’ta yaşananlara sessiz kalışın sonucudur. Eğer Amerika 2003 yılında Irak’a girip katliamlara giriştiğinde tavır konulsaydı belki Gazze’de bu insanlık dışı uygulamalar yaşanmayacaktı. Gazze’de yaşananlara karşı gösterilen tepki geç kalınmış bir tepki gibi değerlendirilmelidir. Atatürk belirttiği gibi Filistin’deki insanlar, Irak’taki, Afganistan’daki, Azerbaycan’daki, Pakistan’daki, dünyanın herhangi bir yerindeki gibi Türk Milleti’ne Allah’ın mukaddes emanetidir. Çünkü Türk Milleti, tarih boyunca nerede zulme uğramış insanlar varsa onun yanında ve zâlimin karşısında yerini almıştır. Atatürk’ün Filistin Meselesine yaklaşımı da bu çerçevededir.

Vahhabilerin Arabistan’da mezarları yerle bir ederken Peygamberimiz Hz. Muhammed’in mezarına dokunamamaları Atatürk’ün  “Arabistan’ı başlarına yıkacağı” anlamına gelen kesin tavrı dolayısıyladır. Atatürk, din, Peygamber ve Müslüman ülkelere yönelik hassasiyetlerini değişik vesileler ile göstermiştir. Bunlardan biri; Avrupa’da yazılmış ve Hz. Muhammed aleyhine ifadeler içeren bir kitabı Türkçe’ye tercüme eden bir devlet memurunun görevine son verdirerek ve basılan kitabı toplattırarak göstermesidir. Filistin ve Arap ülkeleri konusunda da Atatürk’ün hassas olduğu dikkati çekmektedir. Atatürk, 1937 yılında, TBMM’de yaptığı bir konuşmada, Filistin`de yaşayan Araplara yapılacak her hangi bir fenalığa Türklerin tahammül edemeyeceğini ve Filistin’e sahip çıkılabileceğini, Arapların arasındaki karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimsenin bizim kadar bilemeyeceğini, Peygamberimizin son arzusu olan İslâm’ın kutsal yerlerinin Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzu altına girmesine engel olunması ve oraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına izin verilmemesi gerektiğini dünyaya ilan etmiştir.

Filistin’de/Gazzede yaşananlar için gösterilen yönetsel ve toplumsal tepki; Irak’ta yapılan insanlık dışı katliamlar ile bir milyonu aşkın insanın ölümünde ve PKK tarafından her gün şehit edilen 5-10 Türk insanı için gösterilseydi; Gazze olayı olmazdı. Bu toplumsal tepkinin Yahudi halkı ile ilgili olmadığının ve Türk Musevîleri ile hiç ilgisinin bulunmadığının altı çizilmelidir. Tepki; orantısız güç kullanan, çoluk- çocuk, yaşlı–hasta ayırımı yapılmadan masum insanları katleden İsrail Devleti yönetimine karşı olduğu ayırımı iyi yapılmalıdır. Çünkü Dünya Yahudi kuruluşları ve Türk Musevi Cemaati Başkanı, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve Türk Milleti’nin tavrı karşısında yayınladıkları bildirilerde, Türkiye’deki Yahudi topluluğuna yönelik bir “Yahudi Düşmanlığı” oluşmasından endişe ettikleri dile getirilmektedir. Bu endişelere fırsat verecek söz, davranış ve eylemden kaçınmak herkes için “dinî ve millî sorumluluk  olduğu unutulmamalıdır.

Dünyada’daki gelişmeler ne olursa olsun Türkler, Türk Milleti; Türkiye’deki dinî azınlıkları, Yahudileri kendi insanı, Türk Milleti’nin fertleri ve ayrılmaz parçaları olarak görmektedir, böyle görmeye devam edecektir/etmelidir. Tarihte olduğu gibi günümüzde de Türk Milleti, örnek duruşu, hoşgörüsü ve sağduyusu ile dünyaya “örnek millet” olma mesajı vermelidir ve verecektir. Çünkü Türkiye’deki Yahudiler/ Musevîler Türk Milletinin eşit vatandaşları, ayrılmaz parçaları ve bizzat kendisidir.

Sonuç olarak Filistin’de ve dünyada yaşananlar ile Türklere /Türkiye’ye yönelik iddialar; geçmişte olanlardan hareketle gelecekte olabilecekleri tahmin etmeye yol açmaktadır. Tarihe bir not düşmek için; Almanya’da Hitlerin başlattığı “Yahudi Soykırımı” ve Yahudi Düşmanlığı, İsrail Devleti’nin kuruluşunun önünü açtığı gibi Filistin’de olanlar ve Davos’taki gelişmeler, Avrupa’da ve ABD’de yapılan toplantılarda dile getirilen “sözde Ermeni”, “sözde Kürt” ve şimdi de “sözde Yezidi” gibi “soykırım” iddiaları neyin önünü açmaya yönelik olduğunun gelecek yıllarda görüleceğinin altını çizmekte yarar vardır.



Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.