Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1831
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10763
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 755
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Okuyucularımıza Sunduğumuz Temel Bilgiler
DİN VE SİYASETİN BARIŞ YOLU 3 - Rıza Müftüoğlu-

xxx

 

 

 

SİYASET

 

Siyaset, devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı. (Meydan Larousse.11.cilt, sayfa:399)

Siyaset, toplumdaki devlet ve hükümetle temsil edilen güce (İktidara) sahip olmak suretiyle, toplum problemlerini çözmeye çalışan faaliyetlerin bütünü.(Yeni Türk Ansiklopedisi. 9.cilt. Sayfa: 3614)

Topluluk olarak yaşayan her yerde ve her zaman siyaset vardır. Çünkü her toplumda yöneten ve yönetilen olur. Yine her toplumda her zaman bir inanç ve bu inancın önderleri bulunur.

Yöneticilerle inanç önderleri kimi zaman tek kişi olur. Kimi zaman çatışır, kimi zaman da bir mutabakat içinde hareket eder.

Geçmişte çoğunlukla, Müslüman halkların kurdukları devletlerde siyaset ve din müşterek ele alınmış, siyasetin ayrı bir bilim olduğu düşünülmemiştir. “Oysa Müslümanların siyaset ilimlerini incelemelerini gerektiren bir çok sebep vardır. Siyaset ilminin incelenmesine sebep olan daha önemli bir neden de, hilafet makamının  Hz. Ebu Bekir devrinden beri ayaklanmalara, isyanlara maruz kalmasıdır. İslam tarihinde neredeyse her halife bir isyanla karşılaşmış, her devirde bir halife katledilmiştir.”(İslamda iktidarın temelleri, Ali  Abdurruşit, çeviren:Ömer Rıza Doğrul, sayfa:42-43)

Tarihte hemen hemen hiçbir halife yoktur ki şiddetli silahlarla, kaba kuvvetle, sıyrılmış kılıçlarla çevrilmiş olmasın.(İslam’da iktidarın temelleri, Ali Abdurruşit, Çeviren:Ömer Rıza Doğrul, sayfa:45)

Neden halifeler döneminde böyle bir durum vardır?

Siyaset yerine; yönetenlerin yönetilenleri idare etme yerine iki tarafın da keskin inançları ve doğruları vardı. Bunun içindir ki cennetle müjdelenen on sahabeden biri olan Hz. Ali Kur’an hükümlerine göre şehit edilmiştir. Hz. Osman’da.Yani Hz. Ali’yi  öldürenler de Müslümandılar ve öldürme gerekçeleri de onlara göre Kur’an hükümlerine dayanıyordu.

Hz. Peygamberin en yakın arkadaşları olan ve her biri anılırken Peygamberimizde olduğu gibi Hazret kelimesi birlikte anılan dört halife döneminde Müslümanların böyle birbirlerini kırması ve Halifelerin canına kıyılması, bu gün Müslümanlarca çok iyi irdelenmek zorundadır.
Din adamlarının siyasetçi olmaları devlet gücünü kullanmayı kendiliğinden getirir. Bu da bir zorlama demektir. Halbuki din alimlerinin, dini temsil edenlerin  tebliğ edici, gönül feth edici olmaları gerekir.

Ancak maalesef  uzun bir süre İslam düşünürleri siyaseti tek başına bir ilim olarak ele alamamışlardır.

Hayatın hiçbir alanının dinin dışında olmadığını kabul etmek demek, sonsuz olan insan ihtiyaçlarının, dini inançlardaki farklılıkların, çok kompleks olan insan yapısının toplum içinde  belli kurallar altında daha da kompleksleşeceği gerçeklerinin, bir ayrı bilim;yönetim bilimini istediğini  anlayamamak demek değildir.

İslamiyet’in aklı, bilimi ve ilerlemeyi övdüğünü, yönetimin de bir ilim olduğunu görememişlerdir. Halbuki ilim, Kur’an-ı Kerim-i iyi anlayabilmek için de gereklidir. Mesela: Kur’an-ı Kerim’in yaradılışla ilgili ayetlerini, yaradılışla ilgili ilimleri bilenlerle bilmeyenlerin anlamada büyük farklılıklar olmaktadır. Bir başka örnek vermek gerekirse, İslamiyet’te faiz haramdır. Ancak günümüzde enflasyonun ne olduğunu bilmeyen bazı dindar insanlarımız bir borç verildiğinde aynı şekilde almanın dışındaki bir durumu haram olarak anlamaktadırlar. Halbuki günümüzdeki faiz, enflasyon oranının üstündeki tutardır. Yani 100 YTL’yi birine  borç veren, bu parayı geri alırken enflasyonun oranının isabet ettiği paradaki değer düşüşü 5 YTL’ ise bu 5 YTL’yi ilave edilerek istemelidir. Ancak 105 yerine 110 YTL isterse, 5 YTL faiz almış olur. Enflasyonun etkisi sebebiyle paranın değer düşüşünü bilindiği halde bu kısım alınmazsa bu ancak bir yardım olabilir. Eğer durum tersine olursa yani para değer kazanırsa da o zaman 100 liraya 100 lira almak yine faiz yemek demek olur. Bu incelikleri ekonomiyi ve piyasayı bilmeyen bir inanan insan bilemez. Onun içindir ki  ilmi bilen dinini daha iyi anlar ve  dinini iyi yaşar.  

Siyasetin dine olan ihtiyacı belirlenmiş ama siyaset tek başına bir ilim olarak ele alınamamıştır.  Gazali’ye göre siyaset dünyevi ve uhrevi her konuda dini ilimlere ihtiyaç duymaktadır. Ancak günümüz şartlarına göre devlet ve yönetim konusunda çok şeyler alabileceğimiz Gazali ilk zamanlar siyaseti bağımsız bir ilim olarak ele almamış, sonraları siyaseti bir ilim olarak görmüştür.

Gazali önceleri ilimleri tasnif ederken siyaset ilmini din ile ilgili olan ilimler arasına sokar. “Metafizik, siyaset, ahlak ve psikolojiyi yan yana koyar. Matematik, mantık, fizik, tıp, aritmetik, geometri, astronomiyi de din ile ilgisi olmayan ilimlerden sayar.(İslam’da siyasi düşünce ve idare üzerine araştırmalar, Prof. Harun Han Şirvani, sayfa:100)

Ancak Gazali’nin günümüzde devlet ve siyaset açısından ele alıp inceleyeceğimiz ve üstünde çok ciddi manada duracağımız bir tespiti vardır.

“Adil olmak şartıyla, kafir de olsa devlet devam eder fakat zalim olan devlet yaşamaz”

Gazali’ye göre siyaset:Cemiyetin sevgi, saygı, yardımlaşma ve beraberliğini sağlamak için siyaset yapmak, dünyanın imarını temin eden unsurlardan biridir.

Gazali’nin din siyaset ilişkileri açısından örnek alacağımız belirlemesi şöyledir:

“Gazali dünyada her şeyin hiyerarşide var edildiğini belirttikten sonra, insanı saadete ulaştıracak siyaseti dört kısımda ele alıp inceler:

1-Peygamberlerin siyaseti:Siyasetlerin en üstünüdür. Bu, Allah’ın hür ve serbest iradesine dayandığı için mümtaz ve müstesna bir mevkie sahiptir. İster alim isterse cahil olsun halkın tamamını içine alan bu siyaset, insanların hem batınına ve hem de zahirine nüfuz ederek aydınlık olan Allah yoluna ulaştırır.

2-Her sınıf insana hükmetme kabiliyeti olan Halife, Melik ve Sultanların siyasetidir. Bu siyaset insanların sırf dış dünyalarına hükmeder. Batına tesiri yoktur.

3-İlim adamlarının siyaseti: Peygamberlerin varisleri olan alimler, sözlü ve yazılı görüş ve düşünceleriyle aydın tabakanın duygu ve düşüncelerini hak yola kanalize ederler. Alimler, serdettikleri ilmi kanaatlerle aydın tabakanın iç dünyalarını tenvir ve manevi cephelerini geliştirmelerini gaye edinirler. Onlar, hiçbir sınıf ve zümrenin zahiri davranışlarına müdahale edemez, sadece ve yalnız tebliğ ederler.

4-İmam-vaiz, hatip va fakihlerin siyaseti: Bunlar, bütün halk tabakalarının dini ihtiyaçlarını gidermeye ve onlara hak yolunun çetin engellerini anlatmaya çalışırlar. Vaizlerin siyaseti avamın batıni hayatları  üzerinde müessir olmaktadır.” (Gazali’de devlet. Dr. Fahrettin Korkmaz. Sayfa:67-78)

Bu tasnifte görülmektedir ki bundan böyle bir peygamber gelmeyeceğine göre devletin başındaki kişinin hem dini ve hem de dünyevi işlere hükmetmesini beklemek ve bunu istemek doğru değildir. Hem İslami açıdan, hem de toplum yapısı açısından ve ilmen de doğru değildir.

“Din ve siyaset toplumları uyarma, toplumlara yol gösterme ve fayda temin etme açısından birbirleriyle hem çok yakın, hem de bunları gerçekleştirmede yöntem açısından çok farklıdır. Karıştırılan husus da işte bu yöntem meselesinde yatmaktadır. Dinler toplumlara yol gösterirken hangi yöntemle var olmakta, idare edenler ise hangi yöntemle toplumları yönetmelidirler. Burada siyasetçinin dinini bilmesi ve dindar olması ayrı olmakta, yönetiminde uygulayacağı yöntemi belirlemesi ayrı olmaktadır. Yönetenlerin yönettiği toplumların dinlerini  öğrenmelerinde vasıta temin etmelerine engel olmamaları gereğini, topluma dinlerini bizzat öğretme gereğine dönüştürdüklerinde bu mesele tamamen karışmaktadır. İşte günümüzde de yönetenlerin idare ettikleri toplumlara dini bizzat kendilerinin öğretmeleri dini açıdan da doğru olmayan bir yöntem olmaktadır. Kişiler dinlerini, Yüce Allah’ın insanlık için gönderdiği Peygamberler ve kitapları ile din adamları vasıtasıyla öğrenmelidirler. Yönetenlerin görevi her kişinin inandığı Kitab’ı okuması, incelemesi ve peygamberlerinin söz ve uygulamalarını öğrenmesi ve araştırması ve din adamlarının aydınlatıcı ve öğretici faaliyetlerine erişebilmesi için gerekli olan ortamı sağlamak olmalıdır. Yoksa devletin, bütün bunları bizzat kendi kontrolünde ve baskıyla yani devletin bütün gücüyle bizzat kendi elemanlarıyla zor kullanma yöntemleriyle yapması doğru olmamaktadır.

Yönetenlerin temel görevlerinin biri adaletle yönetmek, diğeri ise toplumsal fayda temin etmektir. Yönetenlerin bu iki temel görevi yerine getirmek için talip oldukları görevlere meşru yollardan gelmeleri de ayrı bir gereklilik olmaktadır. Tabi burada din adamlarının ve bilginlerinin de insanların inançları sebebiyle kendilerine duyulan sevgi ve saygıyı her hangi bir yönetime gelmek için kullanmamaları lazımdır. Keza siyaset adamlarının da dini inançları istismar ederek seçilmelerinde meşru olmayan bir yolu tercih etmemeleri gerekmektedir.”(Kur’an devrimi üzerine bir inceleme. Cemal El-Benna. Tercüme ve yorum:Dr. Adem Akın, Rıza Müftüoğlu)

 

xxx

 

Müslümanlar arsında halifelik hala daha tartışılmaktadır. Özellikle ülkemizde halifeliğin kaldırılmasının yanlış olduğunu söyleyenler az sayıda değillerdir.

Halbuki Türkiye’de halifelik bir din sorunu olmaktan çok bir yönetim ve siyaset sorunu olarak görülmüş ve bu nedenle kaldırılmıştır. Halifelik Cumhuriyet kurulur kurulmaz kaldırılmamıştır. Hatta 1924 Anayasasında “ Türk Devletinin dini İslamdır” ibaresi mevcuttu. 29 Ekim 1923 de Cumhuriyet ilan edildiğinde  Abdülmecit Efendi halife idi. Abdülmecit Efendi halifelik unvanı ile idari işlere karışmaya başladı. Yönetimden memnun olmayanlar Halifeye gitmeye, şikayetlerini anlatmaya çalıştı. Abdülmecit Efendi de bunlarla ilişkilerini artırmaya devam etti. Bunun neticesinde, Türkiye için belki dış siyasette ayrı bir kuvvet olma ihtimali taşıyan halifelik kaldırıldı. Aslında burada en dikkat edilecek husus Atatürk’ün halifeliği kendi üstüne almamasıdır. Çünkü Hilafette siyaset ve iktidar olma yolu kendiliğinden gelmektedir. Atatürk, halifeliği kendi üstüne almayıp ayrı bir şahısta bulunmasını kabul ederek yine dini bir makamı siyasetin dışında tutmayı hedeflemiş oldu, ama bu gerçekleşemedi. Yavuz Sultan Selim’de halifeliği almadan önce son Abbasi halifesi III. Mütevekkil hiçbir yetki ve etkisi olmadan törenden törene dolaşıyordu.

Osmanlı’nın gelişmesinde ve büyümesinde Halifeliğin ne kadar etkili olduğunun da tespiti ayrı bir husustur. Zaten Osmanlı İmparatorluğu Halifeliği aldığı zaman İslam dünyasının büyük bir bölümüne hakimdi. Ancak Osmanlı’nın yıkılışında halifeliğin, bu yıkılışı engelleyici bir özelliğinin görülmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Buna en çarpıcı örnek, Ortadoğu’da ki Müslüman kardeşlerimizin  İngilizlerle bir olup Mehmetçiklerimizi öldürüldükten sonra bile midelerinin deşerek altın arayacak kadar gaddarlaşmalarıdır.

Halifeliğin kaldırılması esnasında  çok dikkat çekici olay ve günümüz açısından da irdelenmesi gereken olay, Halifeliğin kaldırılması karşısında Müslüman ülkelerden ciddi bir sesin çıkmaması fakat bir Hıristiyan ülke olan İngiltere’nin bu olaydan memnun kalmamasıdır.

Konu halifelik, halifeliği kaldıran bir Müslüman ülke olan Türkiye, diğer Müslüman ülkelerden ses yok ama İngiltere memnun değil. Bu tablo, meselenin dini olmaktan çok, siyasi olduğunu en güzel anlatan tablodur.

Bu gün halifelik tekrar ortaya konsa acaba Müslüman ülkeler bu çatı altında toplanabilirler mi? Çoğu uluslararası platformlarda  Hıristiyan ülkelerin yanında yer alarak , Türkiye’nin karşısına çıkan Müslüman ülkeler bundan vazgeçerler mi? Yada Halifelik geldiğinde İslamiyet toplumlar tarafından tam yaşanır ve Müslümanların dünyadaki sayısı ve gücü giderek artar mı?

Bu soruların  cevabını gerçekçi bir şekilde belirlemeden Halifeliği istemek ve bu konuyu tartışmak akılcı değildir.

Güçlüysen her şey olur ama devletin gücü yeterli değilse yapılabilecekler kısıtlı olur. Mesela: Osmanlı’nın Halifeliği alış şekli şöyle olmuştur. Yavuz Sultan Selim Mısısr’ı fethettiği zaman Abbasi halifesi ve Halifeliği simgeleyen kutsal emanetler İstanbul’a getirildi. Son Abbasi halifesi bir merasimle Yavuz Sultan Selim’i kendisine Halife tayin etti. Yani tarihte Halifeliğin bir devir işlemi mevcut. Türkiye Büyük Millet Meclisi de Halifeliği kaldırdı ama kimseye devir etmedi. Bu gün istenirse, Türkiye Büyük Millet Meclisi “Halifelik benim bünyemdeydi, Şimdi falan kişiyi halife ilan ediyorum” diyebilir. Varsayalım ki bu yapıldı. Osmanlı döneminde Osmanlı’ya katılmayan İran bu defa Türkiye’ye katılır mı? Hangi Müslüman ülke bundan dolayı Türkiye’ye veya Halifeliğe bağlanır? 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

xxx

 

Siyaset, devlet işlerini daha geniş ifadesiyle iktidar meselesini esas alır. Bir ülkede siyaseti iç ve dış siyaset olarak iki ayrı şekilde ele alınabilir. İç siyasette ülkeyi yönetmek, dış siyasette ise ülkeler arası ilişkiler esastır.

Bu ayırım aslında siyasetin alanları açısından bir genel değerlendirmeden kaynaklanmaktadır. Yoksa günümüzde iç ve dış siyaset her zaman birbirlerini etkilemektedir ve en önemlisiyle dış siyasetin asıl amacı yine ülkede yaşayan vatandaşların refahı ve kalkınmasına yöneliktir.

İç siyasette, yönetilen toplumun her sahadaki farklılaşmasının; zengin fakir, dindar az dindar dinsiz, inanç çizgisindeki gruplar ve cemaatler, siyasi gruplar, etnik ve kültürel farklılaşmadan doğan gruplar ve sosyolojik grupların talepleri karşısında makul bir denge kurmak, yani bir ülkede yaşayan insan topluluğunun/halkın/milletin her türlü sorunlarını çözmek, ve bütün bunların yanı sıra halkın refahı, kalkınması ve güçlenmesi için hareket etmek gibi hususları kapsayan yönetim biliminin bütün ilkeleri söz konusudur.

Dış siyasette ise diplomasi söz konusudur.

İç siyasette farlılaşmalar karşısında makul bir denge, adaletle yönetim ve ekonomik kalkınma ve refah, işin aslını teşkil etmektedir.

Dış siyasette ise ülkenin korunması ve kalkınması yönünde dış ittifaklar ve karşı duruşlar, işin aslını teşkil etmektedir.

Dış siyasetteki başarılar genelde ülkenin gücü paralelinde gerçekleşir. Başarılı bir diploması bile  ülke gücüne göre iki kat bir başarı elde edemez. Ancak dış siyasetteki başarısızlık ülke gücünün altında neticeler almayı doğurur.

İç siyasetteki başarı ise genelde ülkenin rejimi ve ülkeyi idare edenlerin durumu ile  eş oranlıdır. Çok iyi idareciler rejim ne olursa olsun başarılı olabilirler. Ancak  kötü yöneticiler iyi bir rejimde de kötüdürler. İyi rejimlerin kötü idarecilerinin  başarısızlıklarını bütünüyle kapatabilme imkanları yoktur.Sadece iyi rejimler kötü yöneticileri uzun süre başta tutmamaktadır.

Bir ülkede siyasetçilerin uygulamalarının dine aykırılığı veya uygunluğunu belirleyecek tek kıstas “ Adalettir”.

Bir siyaset adalet getiriyorsa, mutluluk, iyilik, güzellik ve refah getiriyorsa, milletini her türlü tehlikeden koruyorsa, din adına istenecek tek şey dini hizmetlerde bir eksiklik varsa onu talep etmek olur.

Özetle din ve siyaset mana itibariyle çelişmez. Mesele bu gerçeği bilen din adamları ve devlet adamlarının bir “barış yolu”nu bulmaları ve bir mutabakatı temin etmeleri ve her iki kesimin de görevlerini, görevlerinin gerektirdiği metotlarla gerçekleştirmeleridir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DİN-SİYASET İLİŞKİLERİNDE ÇATIŞMA NEREDE BAŞLIYOR?

 

Toplumu ve insanları en çok etkileyen iki kurum/değer  din ve devlettir.

Din siyaset ilişkilerinde ilk çatışma da burada başlamaktadır.

Din ve siyasetin bu özelliklerinin en basite indirgenmiş durumu, bir toplum üzerinde etkili olan ve liderlik mücadelesi içinde bulunan iki kişinin hükmetmek için yaptıkları mücadeleye benzer.

Ancak din ve siyaset çatışması derken asıl meselenin dini temsil edenlerle devleti temsil edenlerin çatışması olduğunu bilmek gerekmektedir. Çünkü din, bir bilim olan siyasetle çatışmaz. Keza siyaset de esasta bir dinle çatışmaz. Çünkü, din hem bu dünyada hem öbür dünyada insanlara mutlu olacağı yolu gösterirken siyaset de, siyasetin yön verdiği devlet de aslında insanların mutluluğu ve refahı için uğraş verir.

Teoride durum böyleyken, bu gün çoğu ülkede görülen dini temsil edenlerle ülkeyi yönetenler arasındaki çatışmanın temsil ettikleri kurumların çatışması olarak görülmesi doğru değildir. Ancak ne var ki her dönemde din siyaset ilişkileri açısından çok karmaşık bir durumla karşı karşıya kalmaktayız.

 

xxx

 

Türkiye’de ise din siyaset ilişkileri hala daha asıl mecrasında yürümemektedir.

Gerçi, din siyaset ilişkilerinde hiçbir zaman tam bir mutabakat beklemek doğru değildir. Ancak, esasta anlaşması gereken bir ilişkiler silsilesi zaman zaman ortaya çıkabilecek sorunları en azından toplumu sarsmadan çözebilecek özellikleri bünyesinde taşıması lazımdır. Biz Türkiye olarak asıl mecraya yaklaşmak yerine giderek uzaklaşan ve ciddi bir çatışmayı getirecek bir ortamı yaşamaktayız.

Din siyaset ilişkilerinde ilk çatışma her bir gücü elinde bulunduranların, bu güçlerini tek başına kullanmak istemelerinden kaynaklanmaktadır.

Bu durum bir İslam devleti yönetme iddiasında olanlarda da görülmektedir. İslamiyet’te ki mezheplerin doğuşu, Hz. Ali’nin Kur’an hükümlerine göre şehit edilmesi hep hükmetme arzusundan kaynaklanmıştır. Yani dini temsil edenlerin iktidar olmak için kendi aralarındaki mücadele, bu defa dini yorumlamadaki  farklılıklarla yürütülmüştür.

Laik sistem ortaya çıktıktan sonra da, bu defa, bu mücadele laikliğin dini benimseyip benimsemediği, dışladığı, karşı olduğu noktalarında devam etmektedir. “Din dışı” “ dine uygun” eksenlerinde kavga, ideolojik hale getirilmektedir.

Demokrasi ile idare edilen ülkelerde siyasetin iktidar olmak için geliştirdiği ideolojiler zaman içine dinler gibi kendi inançlarını meydana getirmeleri, din-siyaset ilişkilerindeki çatışmanın devamlılığını getirmiştir.

Bunun yanı sıra bu ideolojilerin toplumdaki hakimiyetini görenlerin bir bölümü de bu defa dini bir ideoloji gibi algılamaya ve algılatmaya başlamışlar ve çatışmayı dönülmeyecek bir mecraya sürüklemeye doğru gitmişlerdir.

 Bunlar, din-siyaset ilişkilerinde kesin bir bütünleşmenin yolunu din adamlarının devleti yönetmesine bağlamışlar ve meseleyi böyle çözmek istemişlerdir. Buna günümüzdeki tipik örnek İran’dır.

Öte yanda din siyaset ilişkilerinde  kesin çözümü  dini tamamen pasifleştirmeye bağlayan Marksizm gibi ideolojiler olmuştur. Buna yakın tarihte Sovyet Birliği tipik bir örnektir.

Aslında her ikisi de, hele dini pasifleştirme politikası tamamen yanlıştır.

Doğru olan dinlerin hedeflediklerine ters düşmeyecek bir yönetimi oluşturabilmektir.Bu durum ancak  karşılıklı iyi ilişkileri fonksiyonlara göre kurabilecek bir nizamı tesis etmekle mümkün olabilir. Din adamları görevlerini hiçbir müdahale görmeden  yapabilmeleri ama öte yanda siyasete karışmamaları, temel mutabakatın anahtarını teşkil edecektir.

Çünkü inançlarla davranışlar arasında her zaman bir bağ vardır. Böyle olmasaydı işçilerin hepsi Marksist veya benzeri hareketlerin içinde olurlardı.

İnançlarla davranışlar arasında bu bağ, elbette ki devleti yöneten siyasetçilerde de dine yatkın veya dine uzak uygulamaları getirmektedir. Ancak bu durum Din-siyaset ilişkilerindeki çatışmanın veya mutabakatın oluşmasında temel bir faktör olmaktan uzak kabul edilmelidir. Bu durum zaten var olan bir çatışmayı veya mutabakatı derinleştirme özelliğinden öteye geçmemektedir.  

        

xxx

 

Din siyaset ilişkilerinde en önemli faktörlerden biri de  İslamiyet’in halk arasında algılanma ve anlama biçim olmaktadır. Eğer halk, mesela, devlet başkanının Cuma namazını kıldırmasını İslami bir farz olarak görüyorsa din-devlet ilişkilerinde, bu görüşü dikkate almamak mümkün olamaz. Mesele böyle bir farzın olup olmadığının din adamlarınca halka anlatılmasıdır. Burada din adamlarının rolü ortaya çıkmaktadır.

Yine bu gün halk arasında en çok tartışılan hususların biri de bu gün mevcut olan kanunların Allah’ın kanunlarının olmadığı ve Allah’ın kanunlarının değişmeyeceği hususudur. Mevcut kanunlarımızın bir kısmının Türk toplumuna uyup uymadığı meselesini bir kenara koyarsak Allah’ın kanunları bir kenara  bırakıldı, beşerin kanunlarıyla idare ediliyoruz demek ne kadar doğrudur ki?

“Kur’an da yer alan Allah’ın kanunlarının değişmeyeceğiyle ilgili ifadelerin bizim bildiğimiz hukuk kuralarıyla hiçbir ilgisi yoktur.”(Milliyetçilik Din ve Laklik. Halit Can Sayfa:122 Paragraf:2)

Bu konuyu halka anlatacak ve gerçekleri gösterecek olanlar sadece din adamları olmaktadır. Burada din adamlarının görevlerinin devlet yönetimi açısından ne kadar önemli olduğu görülmektedir.

Din adamlarının  toplundaki statülerini hangi yönde kullandıkları devlet açısından önemli olmalıdır.

Öte yandan din adamlarının bazı temel konulara işaret etmeleri de devlet tarafından yanlış algılanmamalıdır. Din adamlarının toplumdaki değer boşluğuna işaret etmeleri, bu paralelde siyasetçilerden bazı tedbirler istemeleri devletin işlerine karışmak şeklinde anlaşılmamalıdır.

Mesela bu gün ülkemizde bir değerler aşınması yaşanmaktadır. Kesimler arası kültür farklılaşmaları giderek büyümektedir. Bu durumlar din adamlarının bazı uyarılarını kendiliğinden getirmektedir. Böyle bir toplumsal karmaşada devletin görevi, sorunları akılcı bir şekilde çözmek olmalıdır. Yoksa din adamları, devletin yapısını zorlamaktadır diye meseleyi kestirip atmamalıdır. 

Bütün bu gerçekler din- siyaset ilişkilerinde  bir bunalım varsa ilk bakılacak konu ya da ağırlıklı sorun dini yorumların farklılığının yanısıra politik ve ekonomik  nedenler de olmalıdır.

        

xxx

        

Din adamalarıyla devlet adamlarının çatışması, ilk olarak görev alanı belirlemesinden kaynaklanmaktadır.Görev alanı belirlemesindeki karmaşa ise hedef ve metot belirlemesinin yanlışlığından doğmaktadır. Bu yanlışlıkların tümü de dini ve ilmi ölçülerin dikkate alınmamasına dayalıdır.

Halbuki din adamları ve devlet adamlarının hedefledikleri arasında “insan” ve “vatandaş” ayırımının getirdiği farkın dışında bir ayrılık yoktur. Din adamlarının hedefi bütün dünyadaki insanlardır. Devlet adamlarının hedefi ise yönettiği ülkedeki insanlar;”vatandaş”lardır.

Din ve siyasetin hedefleri açısından farkı esasta şu olabilir:

         Siyaset/Devlet  yönettiği toplumda her yurttaşının iyi bir vatandaş olmasını ister. Siyaset ve devlet adamları bunun için çalışır.

         Din ise bütün  insanların iyi insan olmasını ister. Din adamları bunun için çalışır.

         İyi insanların yaşadığı ülkelerde siyasetçilerin/devletin işi çok kolay olur.

         Ama iyi vatandaşların yaşadığı ülkelerde bu vatandaşların hepsi iyi insan olmayabilir. Kötü vatandaşların ise iyi insan olmaları çok zordur. İyi insanlardan da kötü vatandaş pek çıkmaz.

         İşte bunun içindir ki din ve siyaset/devletin ilişkilerinin uyum içinde olmaları gerekir.

 

 

 

 

 

xxx

 

İnsanların çoğu her yaptığı işin iyi ve doğru olduğunu düşünerek hareket eder. Devlet kurarken, yasa çıkarırken, idare ederken de bu böyledir. Ancak devlet yönetiminde doğru ve iyi karar, idare edilenlerin benimseme oranı ile bağlantılıdır. Bu nedenle devletin değişen, gelişen, artan ihtiyaç ve taleplere göre yeni bir denge kurabilecek yeni bir yapılandırmaya tabi tutulması şarttır.

Devletin  temel fonksiyonu adaletli olmak, yönettiği toplumun mutlu yaşamasını sağlamak gibi görevleri olduğunu kabul edersek devletin sisteminin ne olduğu meselesi ikinci plana düşer. Ancak burada hangi sistemin, devleti asli fonksiyonlarından ayırıp ayırmadığı tartışması yapılmalıdır.

Bir kere hangi devlet şekli olursa olsun idare ettiği toplumda hak ve adaleti gözetmesi birinci ödevse, bir devletin yapısı ne olursa olsun bir dinin temel hükümlerine ters düşmesi mümkün olamaz.

Ancak ne var ki çoğu tartışmalar ne yazık ki  devletin bir yaptırımının dine ya da laikliğe aykırı olup olmadığı noktasında geliştirilir.

Mesela iç ve dış güvenlik diye ayırdığımız devletin güvenlik görevi bazı dini emirlere uyulmama durumlarını doğurabilir. Dört halife devrinde Hz. Ömer’in bir savaş sırasında “bize şimdi savaşacak kollar lazımdır” diyerek hırsızlık yapan birinin kolunu kestirmemesi gibi. 

Çünkü devlet fonksiyonlarını yerine getirirken topluma hizmet etmek gibi dine de ters düşmeyen bir ana ve ulvi görevi yaparken ilk tercihi görevinin gereği olan şeyler olmaktadır. Bunlar dini de görülebilir dine aykırı da bulunabilir. Bir tarihte ülkemizde Güneydoğu Anadolu bölgemizde bölücülerle yapılan mücadelede devletin helikopterlerinden ayetlerin dağıtılması gibi.

Yine İslamiyet’te, insan  öldürmek  bütün insanlığı öldürmek gibi mütalaa edilmesine karşın Fatih Sultan Mehmet’in devlette iki baş olmaz gerekçesiyle kardeşini öldürtmesi gibi.

 

 

 

 

 

xxx

 

Devletin görev alanı sınırlı mı olmalı, sınırsız mı olmalı tartışması  daha çok ekonomik konularda gündeme getirilmektedir. Bir kere devletin en azından kontrol etme ve izin verme noktasında hiçbir sınırının olmaması gerekmektedir. Görev alanı konusu  yani bazı konuları bizzat yürütmesi meselesi zaman ve şartlara göre değişmelidir. Ancak devletin kontrol alanında olmayan hiç fert ve kurum olmamalıdır.

Devlet toplumu nasıl denetler? 

Devlet, emniyet teşkilatları, istihbarat teşkilatları, adli mekanizmaları, maliye teşkilatları başta olmak üzere kurduğu kurumlar vasıtasıyla her ferdi ve özel kurumları denetler. Her faaliyete izin vererek de denetim gerçekleştirir. Hatta devlet, kendini de denetleyecek belli kurumlar da kurar.

Devlet denetimini  gerçekleştirirken bazen yönettiği halkını rahatsız ettiği de olur. Ancak devletin makul çizgisindeki denetimleri yönetilenler tarafından her zaman istenir. Bununla birlikte halkın en çok üzerinde durduğu, devletin, yönetenleri de vatandaşları denetlediği gibi titizlikle denetlemesidir.

“Hür bir devletin yurttaşı ve egemen varlığın bir üyesi olarak doğduğuma göre, kamu işlerinde sesimin etkisi az bile olsa, oy verme hakkım bana bu işleri incelemek ödevini yükler.” (Rousseau)

Bu noktada bazı kişi ve sivil kurumların devletin denetim görevine yardımcı olacak faaliyetlerine, devletin engel olmaması çok önemli olmaktadır.

Devletin denetim görevini yaparken dinin de başlı başına bir destekleyici görev yaptığını kabul etmek gerekmektedir.

Devlet sadece kendi güçleriyle tam bir denetim sağlayamaz. Mesela vatandaşları denetlemek için polisi, polisleri denetlemek için de başka bir teşkilatı, bu teşkilat için de başka bir gücü kullanamaz. Çünkü böyle bir sistemi kurmak fiziken de zordur. 

İşte, din, insanların vicdan muhasebesi yapmasını sağladığı için devlet yönetiminde çok önemli bir denetim görevini kendiliğinden yapmaktadır.

Çoğu devlet, dinin böyle bir görevi sessizce yaptığını görmek istemez. Ama yine de çoğu laik sistemi benimseyen ülkelerde mesela hakim huzurunda ifade verirken, tanıklık ederken kişilere dini yemin ettirilir. Çünkü buradaki amaç kişiye doğru olanı söyletmektir. Dindar bir insanın Allah’ın adına yemin ettiği vakit yalan söylemeyeceğini bilerek hareket etmektir.

Türkiye’de mahkemelerde dini yemin ettirilmemesi ve hatta Türkiye Büyük Millet Meclisinde milletvekillerinin dini yemin yapmamaları bana göre devletin fonksiyonlarını yerine getirmesi açısından bir eksikliktir ve dini yeminlerin laiklik ilkesine ters düşen bir tarafı da yoktur. Mesela Türkiye Büyük Millet Meclisinde “laiklikten ayrılmayacağına” dair bir yemini seçilen kişi inandığı din veya değer üzerinde yapmış olması bırakınız laikliğe aykırılığını bilakis laiklikten yana bir durum olmaktadır.

 

xxx

 

Türkiye’de dini açıdan en çok tartışılan ve hedef alınan kurumların başında Türk Silahlı Kuvvetleri gelmektedir.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin dindar subayları sürekli bünyesinden attığı, Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının dine karşı olduğu iddia edilmektedir.

Bir kere önce şunu belirtmek gerekir ki Türk Silahlı Kuvvetleri Türk Milletinin bünyesinden çıkmış ve milletimizin her kesiminden, her bölgesinden  ve çok adil bir sınavla seçilmiş elemanlardan oluşan bir devlet kurumudur. Dolayısıyla bu kurum bünyesine çok dindar ailelerden de, dini hassasiyeti olmayan ailelerden de eleman almaktadır. Yani Türk Silahlı kuvvetlerinde dindar ve dine karşı olan insanların olması doğaldır.

Ancak şunu kabul etmek gerekmektedir ki  bir milletin ordusundan bekleyeceği, ordusunun çok iyi savaşan bir ordu olmasıdır.

Laik sistemi benimseyen, benimsemeyen bütün ülkeler ordularının böyle yetişmesini isterler.

Devletin yönetiminde her kurumun, kendi amacına göre belirlediği sistem ve usuller ve kaideler vardır. Orduların temel bir ilkesi disiplin; astın üstüne itaat etmesidir.

Türk Silahlı kuvvetleri de tarikat mensuplarının, dini gurup mensuplarının kendi dini liderine yani şeyhine veya hocasına herkesten çok bağlı olduğu gerçeğinden hareketle bünyesinde  tarikat ve dini gurup mensuplarına yer vermemektedir. Bu durum tarikatların varolmasın istememek anlamını taşımaz. Ancak şunu da söylemek gerekir ki bazen de bir tarikat mensubu olmadığı halde sadece namaz kıldığı için ordudan atılan subaylar da olmuştur. Ancak bu tür yanlış uygulamalar Türk Silahlı kuvvetlerine bir bütün olarak mal edilemez ve ayrıca da bu tür yanlışlıklar her kurumda olabilir ve bunun için de genelleştirilemez.

Yani ordumuz, bu tür uygulamaları Türk devletinin tipi ne olursa olsun kendi görevi gereği yapacaktır ve yapmalıdır. Yoksa Osmanlı’nın son dönemlerinde olduğu gibi öğle sıcağında iki dağ arasında uyuklayan düşman ordusuna saldıralım mı saldırmayalım mı diye karar vermede komutanın keçisinin kuyruğunun kalkması ya da kalkmamasına bakılır.

 

xxx

 

İlk eğitim kurumlarında temel dini eğitimin verilmesi, ilahiyat fakülteleri hariç üniversitelerde din derslerinin verilmemesi yine üniversitelerde  kılık kıyafetlere karışılmaması ve üniversitelerin hür bir ortamda insan yetiştirmesi, bilgilendirmesi yine devletin kuruluş ve işleyiş amacına uygundur.

Bu arada, Türkiye’nin  İslam ülkeleri açısından da  uluslararası boyutlu “İslami İlimler Üniversitesi”ne ihtiyacı vardır. Bu üniversite İslami konularda özellikle İslam ve ilim konularında araştırma ve incelemeler yapacak, diğer  Müslüman ülkelerdeki İslami meselelere de çözüm yolu bulacak şekilde kurulmalı  ve çok ciddi bir kadro ihdas edilmelidir. Bu üniversite öğrenci okutmamalı, sadece araştırmacılara ve ilim adamlarına yer vermelidir.

Bu üniversiteye kaynak teşkil edecek şu andaki dini okullarının yanısıra ilkokulun birinci sınıfından başlayıp lise seviyesine kadar dini ağırlıklı eğitim veren, seçme öğrencisi olan belli bir sayıda dini okullar açılmalıdır. Bu okullar devletin denetiminde olmalıdır. Bu okullardan mezun olanlar  devlet memuru olmamalı, sadece  İslami İlimler Üniversitesine girmeli, kendini din adamı ve din alimi olarak yetiştirmeye gayret edecek insanlar olmalıdır. Bunlar, toplumu aydınlatan, İslamiyet’i halka anlatan örnek insanlar olarak yetişmelidirler.

 

 

xxx

 

Devlet, baş örtüsünü üniversitelerde serbest bırakmalı ama baş örtüsünü siyasi bir simge olarak kullananlar varsa bunları da tespit etmelidir. Geçmişte olmayan bir baş örtüsü şeklinin, başka ülkelerden gelmiş olmasını da önce kendi eksikliğinde aramalıdır.Baş örtüsü meselesinde önemli olan ve dikkat edilmesi gereken husus, başörtüsüne karşı olanlarla, başörtüsünü isteyenlerin bu görüşlerinin hangi zihniyete dayandırılmış olduğudur. Yani başörtüsü her yerde serbest olmalıdır diyenlerin amacı nedir? Her yerde serbest olmamalıdır diyenlerin amacı nedir? Devlet bu amacı net bir şekilde belirledikten sonra gerekli kararı vermelidir. Ama öncelikle bu gün devletin kuruluş ve işleyiş amacı itibariyle ve tarafsız hizmet etmek gibi bir görevi nedeniyle, kendi kurumlarında başörtüsünü de sakalı da, mini eteği de, belli şekillerdeki bıyığı da hasılı giyim, kuşam, tavır, hareket tarzı gibi konularda yasak getirmesine, belli müeyyideler koymasına hiçbir gerekçe ile karşı çıkılmamalıdır. Çünkü devlet öncelikle kendi görevini en iyi şekilde yapmakla yükümlüdür ve bu yükümlülüğün hangi şartta olursa olsun icrasında İslamiyet’e ters bir durumu yoktur. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi hür bir ortam olması gereken üniversitelerde giyim ve kuşama karışılması doğru değildir.

 

xxx

 

İmam hatip okullarından mezun olanların devlet memuru yapılması ya da yapılmaması tartışması da  yine devletin bir eksikliğinin neticesidir. Çünkü eğitim sistemimiz  toplum ihtiyaçlarına göre hala daha düzenlenememiştir. Halbuki ilköğretimden başlayan bir mesleki düzenleme imam hatip mezunlarının sadece imamlıkla uğraşmasını kendiliğinden getirecektir. Yine devlet memuru olmak için torpil ve benzeri yöntemler gerektirmediği takdirde bilgi ve beceri öne çıkar ve dolayısıyla bu göreve hangi okuldan mezun olunursa olunsun gelinmiş olur.

Özetle İmam hatip mezunları şu göreve gelemez ya gelmeli şeklindeki tartışmalar çok boş tartışmalardır. Asıl tartılacak olan mesele devletin ve toplumun ihtiyaçlarına göre eğitim sisteminin düzenlenmesi ve devlet memurluğuna giriş ve terfi sistemini başarı, bilgi, tecrübe ve kabiliyete göre düzenlenmesidir. Devlet, işleyişini kuruluş amacına göre düzenleyemezse,  açıklarını gereksiz gerekçelerle kapatmaya  çalışır. Bu yanlışa düşülmemelidir.

Devlet, din meselesine, ilim-din ilişkileri açısından da uzak durmamalıdır. Tarihin geçmiş dönemlerinde daha yoğun bir şekilde ilim adamlarıyla din adamları arasında  bir çatışma ve gerilim olmuştur. Din adamları, dini muhafazakar bir anlayışla korumak ve anlatmak eğilimi içinde olurken öte yanda ilim adamları hür bir ortamda bağımsız bir anlayışla çalışmalarını yürütmüşler ve insanlara hayırlı olacak çok şeyler ortaya koymuşlardır.

Halbuki İslamiyet ilime ve akıla büyük önem vermektedir. Bu durum artık İslam alimlerince kabul edilmektedir. Hıristiyan din adamları da bu gün belli üniversiteleri bitirmeyi önemli görmekte ve bunu gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar.

Devletin din adamları ile  bilim adamlarını daha yan yana getirmek için mesela bir İlahiyat Fakültesinde, hem dini hem de ilmi bir eğitimi  müşterek verdirmeyi denemelidir. Çünkü bazı düşünürlerin belirttiği gibi “ilimsiz din kör, dinsiz ilim topaldır.”.

 

xxx

 

 Devlet asli görevini yerine getirirken dini konularda çok daha ileri gidebilmelidir. Devletin sırasında bir din politikası olmalıdır.

Laik bir devletin din politikası olabilir mi?

Eğer ülkenizle uğraşan  ülkeler dini bir çizgide hareket ediyorlarsa, evet devletin bir din politikası da olmalıdır.

Atatürk’ün kendi tahsisatından pay ayırarak Hamdi Yazır’a sipariş ettiği Kur’an tefsirinin sözleşmesi şartları arasına “ Bu tefsir, Hanefi Fıkhı ve Maturidi itikadı üzerine kaleme alınacaktır” hususunun yer alması bize göre sadece dini bir anlayışın etkisiyle değil, bir dış siyaset hadisesinin de etkisiyle olmuştur.

 

 

 

 

 

 

 

xxx

 

Bir devletin yapısı, bir Müslüman için dinin emrettiklerini yerine getirebilmek  açısından önemli olmalıdır. Bana göre bu önem aşağıda yer alan ayet ile ilgili olabilir.

Mearic süresi 22-34. ayetler: “

1-Namaz kılanlar,

2-Mallarında, isteyene ve (isteyemediği için) mahrum kalmışsa belli bir hak tanıyanlar,

3-Ceza (ve hesap) gününün doğruluğuna inanlar,

4-Rablerinin azabından korkanlar,

5-Mahrem yerlerini koruyanlar,

6-Emanetlerine ve ahidlerine riayet edenler,

7-Şahitliklerini (dosdoğru) yapanlar,

8-Namazlarını koruyanlar.

Cennetliktirler.”

Bir Müslüman yukarıda buyurulan ayette yer alan emirleri hangi devlet biçiminde yerine getirebiliyorsa, o devlet yapısı kendine uygun bir devlet yapısıdır demektir. Bunun dışındaki arayışların tamamen bir iktidar kavgasından kaynaklandığını söyleyebiliriz.

 

xxx

 

         Özetle devletin, bir topluluk içinde yaşayan bir insan için en gerekli bir teşkilatlanma olduğunu, bu teşkilatlanmanın;devletin  adaletle yönetilmesi halinde insanın dinine aykırı bir uygulama içine düşmesinin mümkün olmadığını, çünkü her dinin  “iyi”  ve “güzel” uygulamalara dayandığını, “temiz ahlak” istediğini ve bütün bunlar için adaletli bir yönetimin yeterli olduğunu söyleyebiliriz.

         Yine devleti idare edenlerin, toplum işlerini omuzlayanların ahlaklı olmaları gerektiğini, ahlaklı değilse hangi devlet biçimi olursa olsun değişen bir şeyin olmayacağını, kötü yöneticilerin zamanında değiştirilebilmesi için de yönetenlerin seçimle iş başına gelip, seçimle değiştirilmesinin gerekli olduğunu yani devlet yönetiminde ilimden faydalanmayı öne almak lazım geldiğini, devleti İslami veya İslami olmayan bir isimlendirme ile hapsetmenin asla ve asla doğru olmadığını söyleyebiliriz.

Bunların yanısıra dinin devletsiz yaşamasının zor olduğunu belirtebiliriz. Çünkü, kişi devleti olmayan, vatanı olmayan ve ihtiyaçlarının karşılanmadığı bir ortamda dini vecibelerini yerine getiremez. Kaldı ki İslamiyet’i bütün insanlığa tebliğ edebilmenin en önemli unsurlarından bir güçlü bir devletin varlığıdır. Güçlü bir devletin vatandaşı olan bir din adamının insanlığa İslamiyet’i tebliğ etme avantajları çok daha yüksek seviyede olur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SİYASET

 

Siyaset, devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı. (Meydan Larousse.11.cilt, sayfa:399)

Siyaset, toplumdaki devlet ve hükümetle temsil edilen güce (İktidara) sahip olmak suretiyle, toplum problemlerini çözmeye çalışan faaliyetlerin bütünü.(Yeni Türk Ansiklopedisi. 9.cilt. Sayfa: 3614)

Topluluk olarak yaşayan her yerde ve her zaman siyaset vardır. Çünkü her toplumda yöneten ve yönetilen olur. Yine her toplumda her zaman bir inanç ve bu inancın önderleri bulunur.

Yöneticilerle inanç önderleri kimi zaman tek kişi olur. Kimi zaman çatışır, kimi zaman da bir mutabakat içinde hareket eder.

Geçmişte çoğunlukla, Müslüman halkların kurdukları devletlerde siyaset ve din müşterek ele alınmış, siyasetin ayrı bir bilim olduğu düşünülmemiştir. “Oysa Müslümanların siyaset ilimlerini incelemelerini gerektiren bir çok sebep vardır. Siyaset ilminin incelenmesine sebep olan daha önemli bir neden de, hilafet makamının  Hz. Ebu Bekir devrinden beri ayaklanmalara, isyanlara maruz kalmasıdır. İslam tarihinde neredeyse her halife bir isyanla karşılaşmış, her devirde bir halife katledilmiştir.”(İslamda iktidarın temelleri, Ali  Abdurruşit, çeviren:Ömer Rıza Doğrul, sayfa:42-43)

Tarihte hemen hemen hiçbir halife yoktur ki şiddetli silahlarla, kaba kuvvetle, sıyrılmış kılıçlarla çevrilmiş olmasın.(İslam’da iktidarın temelleri, Ali Abdurruşit, Çeviren:Ömer Rıza Doğrul, sayfa:45)

Neden halifeler döneminde böyle bir durum vardır?

Siyaset yerine; yönetenlerin yönetilenleri idare etme yerine iki tarafın da keskin inançları ve doğruları vardı. Bunun içindir ki cennetle müjdelenen on sahabeden biri olan Hz. Ali Kur’an hükümlerine göre şehit edilmiştir. Hz. Osman’da.Yani Hz. Ali’yi  öldürenler de Müslümandılar ve öldürme gerekçeleri de onlara göre Kur’an hükümlerine dayanıyordu.

Hz. Peygamberin en yakın arkadaşları olan ve her biri anılırken Peygamberimizde olduğu gibi Hazret kelimesi birlikte anılan dört halife döneminde Müslümanların böyle birbirlerini kırması ve Halifelerin canına kıyılması, bu gün Müslümanlarca çok iyi irdelenmek zorundadır.



Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.