Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1832
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10788
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 756
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Okuyucularımıza Sunduğumuz Temel Bilgiler
DİN VE SİYASETİN BARIŞ YOLU 2 - Rıza Müftüoğlu-

xxx

 

Laikliği, laikliğe karşı olmak noktasına kadar vardırarak tenkit eden bazı dindar insanlar da bu meyanda Diyanet İşleri Başkanlığının devletin emrinde  olmasını uygun görmediklerini söylemektedirler. Bunların bir bölümü Diyanet İşleri Başkanlığının en azından özerk olmasını istemektedirler.

Ancak öte yandan laikliği, bazen, belki farkında olmadan dine karşı bir sistem olarak gören laiklik savunucuları da Diyanet’in devletin bir kurumu olmasını laikliğe aykırı bulmaktadırlar.Türkiye’de yine aşırı Laiklik taraftarı olarak bilinen Alevi vatandaşlarımız da Diyanet’in bu günkü yapısını tenkit etmektedirler.

 Bazı araştırmacı yazarlar da Türkiye’deki durumu, dinin devlete bağlı bulunduğu bir laik sistem olarak tarif etmektedirler.

Laikliği, din ve devlet işlerinin ayrı olması olarak tarif edenler de otomatikman Diyanet teşkilatının bir devlet birimi olmaması gerektiğine işaret etmektedirler diyebiliriz.

Din ile devlet işleri birbirinden ayrılabilir mi?

Din ile devlet işlerini bize göre ayırmak mümkün değildir. Çünkü devlet dini ya karşısına alacak ya da benimseyecektir. Bu önemseme en azından din hizmetlerini gerçekleştirmede bir çabasını gerektirecektir.Çünkü devlet neticede inanan ya da inanmayan (ki her toplumda inanmayanların sayısı genelde azınlıktadır) fertlerden oluşan bir toplumu idare etmektedir. Bu nedenle fertlerin dini istek ve taleplerine kayıtsız kalamaz. Bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devletin bir kurumu olması ne laik devlet yapısına ters düşer ne de İslamiyet’e aykırı sayılabilir.

          Laiklik açısından burada önemli olan Diyanet İşleri Başkanlığının devlet idaresine hakimiyet kurup karmadığı meselesidir.

         Yine İslamiyet açısından da önemli olan Diyanet’in hizmetlerinin İslami olup olmadığıdır.

Bu konuda hem laik sistem açısından hem de İslami açıdan sorgulayıcı olanlara şu soruyu sormak gerekmektedir:

Diyanet işleri Başkanlığının bu gün yaptığı hizmetleri, bu kuruluş kaldırıldığında kimler yapacaktır ve nasıl yapacaktır?

“Türkiye’de resmi İslam’ın kurumsal yapısı sadece diyanetle sınırlamak doğru değildir.Bu kurumun da elemanlarını yetiştiren İlahiyat Fakülteleri, İslam Enstitüleri, İmam Hatip okulları, Kur’an kursları, TRT’deki “din ve ahlak” programları, basılı yayınlar, Temel ve Orta öğretimdeki din dersleri vb. yaygın ve örgün eğitim kurumları da Resmi İslam’ın kurumsal dallarını oluşturmaktadır.(Din ve laiklik, Kadir Canatan sayfa:36, paragraf:4)

İslamiyet’i resmi sivil diye bir ayırıma tutmak, öte yanda  bazı laik çevrelerin yukarıda resmi İslam kapsamına sokulan faaliyetleri laikliğe aykırı bulmaları, laiklik meselesinin kendi mecrasında yürümesinin neden engellendiğinin ve gereksiz bazı tartışmaların neden çıktığının en güzel delillerinden birini teşkil etmektedir.

Resmi İslam ve dolayısıyla da ortaya konulan sivil İslam ayırımı bir yana, bu tezleri ileri sürenlerin hiç biri “resmi İslam’ın” yaptığı yanlışları “sivil İslam’ın” nasıl yapmayacağını ortaya koymamaktadırlar. Ya da bunlar  güçlü bir devletin varlığından rahatsızlıklarını böyle dolambaçlı yollarla dile getirmektedirler. Ya da bunlar dini öğretilerin  siviller tarafından yapılmasını ve belki bu şekilde halkın üzerinde devletin yanında başka otoritelerin kurulmasını istemektedirler.

Bazıları daha ileri giderek “Türkiye’de sanılanın aksine din, bizzat resmi ideoloji tarafından kullanılmakta ve istismar edilmektedir.”(Din ve laiklik. Kadir Canatan sayfa:44) demektedirler.

Dinin devlet tarafından istismar edildiğini ve kullanıldığını bir anlık kabul etsek bile, fertlerin dini istismar etmesinden, bütün fertleri içine alan ve bir ülkedeki bütün fertlerin çıkarı ve mutluluğu için var olan devletin istismar etmesi daha iyi değil midir? sorusuna cevap verebilmemiz gerekmektedir. Bu noktada da aslolanın devletin kuruluş ve işleyiş amacına yani halka yönelik olmasına uygun hareket etmesi meselesi olduğu ortaya çıkar.

Kaldı ki dinin istismarı, iktidar olmak için din istismarı ile  fertlerin samimi dini taleplerinin devlet tarafından karşılanması meselesini birbirine karıştırmamak lazımdır.

Bu noktada tek tartışılacak konu devletin değil ama siyasi iktidarların Diyanet’i kullanmaları ihtimaline karşı siyasi iktidarlara karşı daha bağımsız bir Diyanet  teşkilatı tartışması olabilir.

Diyanetin İslami açıdan tartışılacağı bir başka konu ise Diyanet’in İslami öğretide bir baskı unsuru olup olmadığı hususudur. Çünkü İslamiyet’te zorlama yoktur. İslamiyet’te zorlamanın olmadığı Yunus suresinin, 99.ayetinde şöyle buyurulmaktadır:”Rabbın dileyseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. Öyle olduğu halde insanları iman etmeye sen mi zorlayacaksın?”

         Bakara süresi, 256. ayette ise şöyle buyurulmaktadır:”Dinde zorlama yoktur;artık hak ile batıl kesinlikle ayrılmıştır.Putları inkar edip Allah’a inan kimse, kopmayan sağlam kulpa sarılmıştır.Allah her şeyi işitir, bilir.”    

Böyle olunca Diyanet’in dini hizmetlerin dışına çıkıp fertlere İslami açıdan bir zorlama yapıp yapmadığı önemlidir. Eğer bir zorlama yoksa İslami açıdan ters bir durum söz konusu edilemez.

Evet, devlet fertlerin  dini taleplerini yerine getirmek zorundadır. Burada önemli olan bu taleplerin dini inanç dışında bir amacı; iktidar olma amacı taşıyıp taşımadığıdır. Yine bu teşkilatın mensuplarının sahip oldukları bu pozisyonu bir siyasi parti veya iktidar lehine kullanıp, istismar edip etmedikleridir.

Bize göre Diyanet İşleri Başkanlığı sadece Müslümanların dışındaki din mensuplarının hizmetini görmesi açısından irdelenebilir.Vergisini de veren mesela bir Hıristiyan Türk vatandaşı devletten diniyle ilgili taleplerde bulunabilir. Mesela cenazesinin bir papazla kaldırılmasını ve dini törenle ilgili olarak isteklerde bulunabilir. Bu noktalarda bir sorun yoksa Diyanet teşkilatı hem İslami açıdan hem de devletin fonksiyonları açısından uygun ve gerekli bir teşkilattır diyebiliriz.

Diyanet teşkilatının tenkit edildiği bir yönü de istihdam ettiği elemanların menşei meselesidir. Bu tenkitleri yapanlar Devletin kurumu olan Diyanet’e yine devletin kurumu olan İmam-hatip okullarından ve İlahiyat Fakültelerinden mezun olanların görevlendirilmelerini örnek olarak göstermektedirler. Bu tenkidi yapanlar ya yanlış yapmakta ve bir kasıtlarını gizlemekte  ya da bu kurumlarda İslami eğitimin yanlış yada eksik verildiğini söylemektedirler.

O zaman da sorulacak soru, bu mükemmel İslami eğitimin nerede ve kimler tarafından verileceği hususudur. Bu eğitimi verecek olan yer veya kişiler İlahiyat Fakültelerine ve diğer kurumlara bilgilerini aktaramıyorlar mı?

3.Mart.1924 tarihinde Anayasanın 136. maddesine dayanılarak kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı “Türkiye kendine bir ruhban sınıfı yarattı” diye tenkit edenler de vardır. Anacak bu gün toplum ve siyasetçiler üzerinde Diyanet İşleri başkanlığı mensuplarının tarikatlar ve dini guruplar kadar etkisi yoktur.

Kaldı ki bu husustaki en önemli mesele şudur.

Devlet toplumsal görev açısından dini hizmetler mi yaptırmaktadır, yoksa topluma dini ilkeleri mi emretmektedir?

Bu iki konu arasında çok büyük fark vardır. Eğer devlet insanları namaz kılmaya zorlarsa ayrı bir durum vardır, eğer devlet namaz kılmak isteyenlere cami ve imam tahsis ederse, namaz kılmayanlara bir şey söylemezse ve ayrıca kılanlarla kılmayanlar arasında bir ayırım yapmazsa ayrı bir durum vardır. Doğru olan devletin dini hizmetleri yerine getirmesi ama gücünü dini zorlamalarda kullanmamasıdır.

 

xxx

 

Dini hizmetlerin verilmesini sağlayan devletin, bunu temin etmeyen devletin ya da adı İslami olan devletin dini olur mu?

En büyük ve en kapsayıcı bir örgüt olan devletin dini olmaz. Çünkü örgütlerin dini veya dinsizliği söz konusu olmaz. Ancak devletin ve diğer örgütlerin hangi insanlara yönelik olduğu, kimleri kapsadığı ve bu örgütlerin hedefleri ve amaçları konu edilebilir.Bu hedef ve amaçların dine uygunluğu veya tersliğinden bahsedilebilir.

Dine dayalı devletlerde din kurallarının Allah tarafından konulduğu gerçeğinden hareketle bu devletlerde Allah’ın kuralları hakimdir, bu devletler ilahidir, Teokratik devletlerdir. Laikliği benimseyen devletler de beşeri devletlerdir gibi tasnif ve tarifler çoğu araştırmacı ve ilim adamı tarafından yapılmaktadır.

Bize göre bu tasnifler gerçekçi tasnifler olmayıp sadece bir yakıştırmadan öteye geçmemektedirler.

Bu ve benzeri tasnifler ancak “idare edenler kendilerini böyle kabul etmiş veya ettirmişlerdir” şeklindeki bir anlatımla yapılabilir.

Geçmişte bazı kralların ve hakanların kendilerini Allah’ın görevlendirdiği kişi olarak görmeleri ve kabul etmeleri ve ettirmeleri dine dayalı bir devlet tarifini gerektirmez. Öyle olsaydı “Beni Allah görevlendirdi” şeklinde beyanatlar veren ABD başkanı Bush’un başkanlığındaki ABD de Teokratik bir devlet olurdu.

Bu gün ülkemizde bazı tasavvuf ehli insanlar, Türkiye’yi  yönetenleri Allah’ın adına yönetenler olarak görüp seçilen her iktidara itaat etmeyi Allah’ın buyruklarıyla eşdeğer görmektedirler. Çünkü onlara göre her şey Allah’tandır. Allah’ın uygun bulduğu böyle bir yönetimse, bu yönetime itaati şart görmektedirler.

Yine trafik kazaları, depremler için “Allah istemeseydi olmazdı” yaklaşımını gösterenler de yönetim ve devlet meselesine aynı açıdan bakabilirler.

Özetle şu devlet tipi ilahidir, şu devlet tipi beşeridir kesin yargısı ve tanımını ortaya koyamayız. Sadece bazı kabullerden bahsedebiliriz.

Teokratik devletlerde kanunlar, Allah’ın kanunlarıdır demek de doğru değildir. Çünkü Teokratik devlet biçimi diye vasıflandırılan devletlerde de laik devlet biçiminde de kanunları yapan ve uygulayan insandır. Birinde kanunların Allah’ın tebliğ ettiği kutsal kitaba dayandığı iddia edilir, diğerinde edilmez. Ancak, gerçekte hangi yasanın Allah’ın emirlerine uygun olup olmadığı ancak bir ciddi inceleme ve irdelemeden sonra ortaya çıkabilir. Mesela İslamiyet’te yalancı şahitlik yapmak günahtır. Bu günkü yasalarımızda da suçtur. Geçmişte şer’i mahkemelerde kadıların verdiği ceza ile bu gün verilen cezanın hangisinin daha uygun olduğunu kim bilebilir?

 Şahitlikle ilgili olarak Bakara süresi 282. ayette, Nisa süresi 135.ayette, Maide süresi 8. ve 106.ayette, Furkan süresi 72.ayette, Talak süresi 2.ayette ve  Mearic süresi 33.ayette Allah’ın buyrukları vardır. Ancak bu buyrukların hiç birinde yalancı şahitlik yapanların bu dünyada verilecek cezasının şekli, süresi belirtilmemektedir.

Şimdi tekrar soralım, yalancı şahitlikle ilgili olarak Şer’i mahkemelerdeki kadıların verdiği cezalar mı daha uygundur? Yoksa bu günkü mahkemelerdeki hakimlerin verdikleri ceza mı? Kim bilecek?    

Başka bir örnek verirsek, bu gün, adı İslam Cumhuriyeti olan bir ülkede Allah’ın buyruklarına ters olan uygulamalar oluyorsa, öte yandan da  laik bir devlet yapısına sahip olan bir ülke de adaletle yönetiliyorsa, acaba hangi ülkede ilahi kanunlar vardır diyebiliriz? İlahi kanunlar iddiasında bulunmak ayrıdır, bu kanunların İlahi emirlere uyup uymadığı meselesi ayrıdır. Aslolan adaletle yönetmektir.

Ayrıca Kur’an’da günahkar olanların cezasının öbür dünyada verileceği ve herkesin öbür dünyada hesap vereceği belirtilmektedir. Böyle olunca devletin görevi, hükmettiği insanların günah işlemelerini önlemek mi olmalıdır? Yoksa günah işleyenlere ceza vermek mi olmalıdır? Ya da verilen cezalar bir daha günah işlememeye mi yöneliktir, yoksa sadece Allah adına cezalandırmak mı dır?

İslamiyet’te herkesin öbür dünyada hesap vereceğini ve cezasını çekeceği belirtilmektedir. Cennet ve cehennem ceza ve mükafatın mekanlarıdır.

Şimdi soralım?

Bir ülkede bir kişiyi cezalandıran bir devlet, bu kişiyi ne adına cezalandırmaktadır? Bu devlet, ister İslami devlet diye anılsın ister anılmasın.

Allah adına birini cezalandırmak kimin haddinedir? Allah adına savaşmak değil Allah adına, birini, bir ülkede devlet olarak cezalandırmak...

Kur’an’ı Kerim’de hırsızlık ve zina ile ilgili olarak bu dünyada verilecek cezalar belirtilmektedir. Bu ayetler şunlardır:

“Maide süresi, 38.ayet:Hırsızlık eden kadın ve erkeğin yaptıklarına karşılık Allah’tan ibret verici bir ceza olarak ellerini kesin.Allah güçlüdür, hakimdir.”

Bu ayetten sonraki 39. ayette ise, ”Kim yaptığı haksızlıktan sonra tevbe eder kendini düzeltirse, şüphesiz Allah tevbesini kabul eder. Doğrusu Allah bağışlayıcıdır, merhamet sahibidir.” buyurulmaktadır.

“Nur süresi, 2.ayet:Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dinini uygulamada o ikisine de acımayın. Onlara ceza uygulama sırasında müminlerinden bir grup da olaya şahit olsun.”

Bu ayetten sonraki 5. ayette ise, ”Ancak tevbe edip bundan sonra da ıslah olanlar müstesna, şüphesiz Allah bağışlayıcıdır, merhamet sahibidir.” buyurulmaktadır.

Hırsızlık ve zina ile cezalandırma hükmünün olduğu, ancak bu iki ayetin arkasından gelen ayetlerde ise, tevbe edip ıslah olanlar müstesna dendikten sonra ,”şüphesiz Allah bağışlayıcı ve merhamet sahibidir” buyurulmaktadır. Bu da dikkatlice irdelenmesi gereken bir husustur.

Hırsızlık ve zinada bu dünyada cezalandırmayı buyuran, ancak ıslah olanları müstesna tutan Kur’an-ı Kerim, mesela 5 farzdan biri olan ve  Bakara süresi, 183,184,185 ve 187. ayetlerde belirtilen oruç ile ilgili olarak, oruç tutulmadığı takdirde bu dünyada bir cezalandırmadan bahsetmemektedir.

Yine haram olduğu belirtilmekle birlikte hırsızlık ve zina gibi bir cezalandırmadan bahsedilmeyen bir konu da içkidir. İçki ile ilgili ayetler ise şunlardır:

“Bakara süresi, 219.ayet:Sana içki ve kumarı sorarlar. De ki:” ikisinde de hem büyük günah, hem de insanlar için bazı faydalar vardır, ancak günahları faydalarından daha büyüktür.’Sana Allah yolunda ne sarf edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaç fazlasını.” İşte Allah, belki düşünürsünüz diye ayetlerini böyle açıklıyor.”

“Nisa süresi, 43. ayet:Ey iman edenler, sarhoşken ne dediğinizi bilene kadar..... namaza yaklaşmayın...”

“Maide süresi, 90.ayet:Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan sakının ki, kurtuluşa eresiniz.”

“Maide süresi,91.ayet:Şüphesiz, şeytan içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi?”

Hırsızlık ve zina ile ilgili olarak bu dünyada da bir cezanın verilmesinin elbette ki bir nedeni vardır.Bu cezaları bu gün devletin vermesi için de hırsızlık ve zina yapan insanlarla ilgili olarak , bu insanların bu suçları işlememesine yönelik bütün görevlerini yapması, adaletsiz hiçbir icraatın olmaması ve ayrıca bütün Müslümanlarında zekatlarının tam olarak ve yerinde kullanmaları gerekir diye düşünürsek çok yanlış yapmayız sanırım.

  Ceza, bir ülkede ancak toplum düzenini sağlamak için verilebilir ve buradaki amaç da bir daha bu suçu işletmek olabilir. Mükafatlar da aynı amaçlarla verilebilir.

İslam hukuku olmamalımıdır?

İslam hukuku bir devlet hukuku değildir. “İslam  hukukunda maddeleştirilmiş konular yerine ilim adamlarının yorumları halinde bir hukuk geliştiği için, İslam hukukunun bir devlet hukuku olduğu söylenemez. Nitekim ona daha ziyade ‘hukukçuların hukuku’ adı verilmektedir.” (İslamın Bügünkü  Meseleleri. Prof. Dr. Erol Güngör. Sayfa:94. Paragraf:1)

Devlet yönetimde esas olan hukukun, İslamiyet’ten faydalanması meselesi ayrıdır, İslam hukuku ile bir ülkeyi idare etmek ayrıdır. İslamiyet evrenseldir. Devletin ise sınırları, görev ve hedefleri bellidir.

Zaten burada anlaşılması gereken en önemli husus şudur: Bir devletin görevi, halkına, dini inançlarını yaşamak dahil huzur ve mutluluk vermek, halkını her türlü tehlikeden korumaktır. Devlet adamları da bu görevi yapan kişilerdir. Allah adına hareket eden kişiler değil.

Onun için dine dayalı devletler, Allah’ın kanunlarına göre idare edilen devlet gibi tasniflerde biraz da dini kötüleme maksadı vardır gibi gelmektedir.

Neden?

Çünkü peygamberler dışında hiç kimse Allah’ın elçisi olamaz. Peygamberlerin dışında da hiç kimse de Allah’ın buyruklarını tam olarak uyarlayıp kanunlaştıramaz.

Öte yanda da Kur’n- Kerim dünyayı imar ve ıslahta her insanı Allah’ın halifesi olarak belirtmektedir. En’am süresi 165. ayette şöyle buyurulmaktadır: Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği (nimetler) hususunda, sizi denemek için, kiminizi kiminizden üstün kılan O’dur. Şüphesiz Rabbın cezası çabuk olandır ve gerçekten O bağışlayan, merhamet edendir.

Ayrıca İslamiyet’te devlet şekli, siyasal iktidarın oluşumu ile ilgili net bir hüküm bulmak zordur. İslamiyet’te insan ve toplum Kur’an hükümlerine göre hareket etmek zorundadır. Burada devlet açısından önemli olan Kur’an hükümlerinin ne ad altında olursa olsun ne derece tatbik edilebildiğidir. Bunun en önemli ölçüsü ise “adaletle yönetim”dir.

Bazı yazarlar, mesela Dr. Önder Güngör Gelasius’un kılıçları adlı eserinde “Kur’an’a göre yönetilecek olan topluluk İslam ümmeti, yönetecek olan da Allah’tır. Ancak Allah’ın yönetimi demek, yönetimin Kur’an esaslarına uygun olması demektir.” demekte ve İslamiyet’in bütünü ile siyasal bir din olduğunu belirtmektedir.

Bazı düşünür ve yazarlar da (Muaviyeden Erbakana din siyaset. Rıza Zelyut. Sayfa:30. Paragraf:1) “Müslümanlık bir din olduğu kadar bir dolaylı siyaset ve din olmuştur” diyerek bir yargıdan çok, bir tespiti bize anlatmaya çalışarak daha gerçekçi bir yaklaşım göstermektedirler. 

Bir kere, Müslümanların Rabbı yerine alemlerin Rabbı diye başlayan Fatiha suresi, Kur’an-ı Kerim’in bir süresi, hatta ilk süresi olduğuna göre, eğer yönetim söz konusu ediliyorsa, yönetilecek olanlar sadece İslam ümmeti olmaz. İslamiyet’in bütünü ile siyasal bir din olduğunu, siyasetle ne kast edildiği belirtilmeden söylemek semavi dinlerin esaslarını Sümerler’e bağlamak kadar yanlış olabilir.

“İnsan var oluş gerçekliği sebebiyle bilme ve seçme özgürlüğüne sahiptir. Bunun için insanın doğru inanca gitmesi için imkan sağlanmalı, ancak asla cezalandırılmamalıdır.

Çünkü Kur’an-ı Kerim göre hiç kimse veya zümre kendi inancına dayalı bir hukuk sistemi kuramaz. Kur’an-ı Kerime uygun olan hukuk, bütün insanlara yönelik olan hukuktur. Çünkü Kur’an-ı Kerim sadece Müslümanlar için değil bütün insanlık için inmiştir. Bu sebeple inananlar, inanmayanlar, doğru düşünenler, doğru düşünmeyenler herkes toplumsal haklardan faydalanma hakkına sahiptirler.(Ku’an devrimi üzerine bir inceleme. Cemal El-Benna. Tercüme ve yorum:Dr. Adem Akın, Rıza Müftüoğlu)

Yine, İslamiyet bu dünya ve öbür dünya gerçeğine dayandığı göre, İslamiyet’i sadece bu dünyaya yönelik olan siyasete  bir bütün olarak dahil etmek ya da pekiştirmek gerçekten başlı başına bir delalettir.

Yine, bunlar, peygamberlerin toplumları maddi, manevi her yönüyle  yönetebilecek özelliklere sahip olduklarını ancak peygamberlerin dışında bu özellikleri taşıyan birinin olmasının mümkün olmadığını, bunun için de İslamiyet’in adalet temeline dayanan bir yönetim sistemini kendine ters bulamayacağını görememiştir.

“İslam tarihinde, özellikle İslamcıların örnek olarak gösterdiği bir dönem olan dört halife döneminde halkın seçim ve beyatına dayanan bir siyasal sistem görüyoruz. Dört halifenin hiç biri kendisini Tanrı’nın bir  temsilcisi  ya da halifesi olarak görmemiştir. Tam tersine bu yönde yapılan hitaplara karşı bile çıkmışlardır. Bu nedenle onlara ‘müminlerin emiri’ veya ‘Resulullahın halifesi’ ünvanı verilmiştir.(Din ve laiklik. Kadir Canatan. Sayfa:48-49)

Öte yanda din adamlarının Kur’an hükümlerine göre toplumu yönetmeye kalkmaları  otomatikman devlet gücünü kullanmalarını getirir ki burada “İslamiyet’te zorlama yoktur” ilkesi çiğnenmiş olur. Tebliğ edici ve ikna ederek, gönülleri feth ederek  İslamiyet’i yayma  durumunda olmaları gerekenlerin eline devletin gücünü vermek, İslamiyet’e ters uygulamaları  baştan kabul etmek demektir.

Özetle, İslami devletlerde  devlet ve hükümet kuralları dinsel kökenlidir, Allah’ın  hükümleri yürütülmektedir, laik ülkelerde beşeri hükümler vardır şeklindeki tanımlar tam ve açık tanımlar değildir. Çünkü Allah adına hükmetme rolünü hiç kimsenin üstlenmesi mümkün değildir.

“Siyaset bir toplum bilimidir. Siyasi bilim, Platon’un da ortaya koyduğu gibi, insanlar arasında “güzel” ve “iyi”yi anlamanın ve hakim kılmanın bilimi olarak temayüz etmiştir.”(Şerif Mardin, Din ve ideoloji Sayfa:17, Paragraf:1)

“Güzel” ve “iyi” nedir?

Bunun tarifi nasıldır?

Ve hangi din “güzel” ve “iyi”ye karşıdır.?

İslamiyet’te “iyi” ve “doğru” kurtuluşa ermenin ölçülerindendir.  

         Kur’an-Kerim’de Al-i İmran süresi 104. ayette şöyle buyurulmaktadır: “Sizden iyiliğe çağıran, doğruyu emreden, kötülükten alıkoyan bir topluluk olsun;işte kurtuluşa erenler onlardır.”

Peki laik bir devlet “güzel” ve “iyi”yi istememekte midir? 

Hangi  devlet yapısı olursa olsun, bir devlet nasıl tarif edilirse edilsin önemli olan devleti yönetenlerin adil olmaları ve ellerindeki kuvveti sadece adalet için kullanmalarıdır.

O zaman, devlet tipleri açısından yapacağımız tarihi tasniflerimiz de, bu gün için yapacağımız tasnifleri de ‘dini istismar edenler, etmeyenler’, ‘dine karşı olanlar, olmayanlar’, ‘adaleti gözetenler, gözetmeyenler’ esasları dairesinde yapmalıyız.

 

xxx

 

Devlet yönetiminde, yönetilenlerin durumu önemlidir. Bu durum din-devlet ilişkileri açısından da mühimdir. Yönetenlerin;halkın yapısı, ayrışmaya sebep olabilecek özellikleri devlet yönetiminin önceliklerinin başında gelir.

“Bir devlet için en büyük tehlike bölünmedir. Bir iken bir çok olmadır. Yurttaşları birleştiren sevinç ve acı ortaklığı, aralarına  ayrılık sokan ise tek başlarına sevinip tek başlarına üzülmeleri başkalarının mutluluğu veya mutsuzluğu, devletin kazanç veya kaybı ile ilgilenmemeleridir. Bu ayrılığın kaynağı yurttaşların “benim”, “benim değil”, “bana yabancı” derken ayrı ayrı şeyleri anlamalarıdır. Yurttaşların çoğunun “benim”, “benim değil” demesi en iyi devlet düzenini göstermez mi?Hele devlet bir tek insan gibi olursa!” (Siyaset ve retorik. Platon. Yayına hazırlayan:Ahmet Aydoğan Sayfa:42, Paragraf:2)

Devletin ilk önce bütünlüğü koruması “biz” şuurunu kuvvetlendirmesi öncelikle adaletli yönetimiyle gerçekleşebilir. Alacağı çeşitli tedbirlerin yanı sıra hak ve hukuk çok önemli olmaktadır.

“Biz devletimizi, bütün topluma mutluluk sağlasın diye kuruyoruz. Yoksa bir sınıf, ötekilerden daha mutlu olsun diye değil.Çünkü kurduğumuz devlette de eğriliği kolayca  görüyoruz” (Platon, Devlet Kuramı, çeviren:Hale Hacıkulaoğlu sayfa:35)

Devlet birlik ve beraberliği sağlarken, hak ve hukuku gözetirken bu noktada şiddete baş vurabilir mi?

Şiddetin ve baskının “biz” şuurunu, tek milletiz şuurunu kuvvetlendireceğini söylemek mümkün değildir.

Ancak günümüz dünyasında emperyalizmin öne çıkan silahları, geçmişte olduğu gibi savaşan ordular değildir. Emperyalizmin günümüzde öne çıkan bu ekonomik, kültürel, siyasi ve ideolojik silahları hiç sınır ve engel tanımamaktadır. Kalleş ve sinsidir.

Globalleşen ve silahların mahiyet değiştirdiği dünyamızda kültür emperyalizmi, ekonomik emperyalizm, ideolojik saldırılar ve “altıncı kol” faaliyetleri, bütün bunlardan etkilenen ve bunların emrine girenlere karşı, devletin  zora başvurusunu doğurabilmektedir. Çünkü böyle bir tabloda bir iç sorun, iç sorun olmaktan çıkmakta ve giderek milletlerarası bir hüviyet kazanmaktadır.

Dış güçler bir ülkenin iç işlerine kolayca müdahale edebilmektedirler.Bu durum geçmişe oranla günümüzde çok daha yoğundur. Kişi hürriyetlerinin giderek öne çıkması, demokratik yaşam biçiminin devlet yönetimi açsından bazı zorlukları, her ülkede mevcut olan “yumuşak karın”lar , insanların ünü ve parayı sevme eğilimleri, iletişim vasıtalarının çok yoğun olması ve bunların giderek kontrol edilebilirlikten çıkmaları, seyahat özgürlüğünün limitsizliğe doğru gitmesi emperyalist güçlerin çok daha rahat hareket etmelerini sağlamaktadır.

İbn Haldun’un Devlet adlı eserindeki (Sayfa21) “Çok sayıda grup ve toplulukların yaşadığı topraklarda güçlü bir devletin kurulması zordur” tezi aslında  günümüz dünyasındaki globalleşme karşısında çıkan sorunlar açısından haklı sayılabilir.

Aslında gelişmekte olan ülkelerin Birleşmiş Devletler nezdinde ciddi bir çalışma yaparak  “Ülkelerin iç işlerine karışılamayacağı ilkesi “ ni, yeni tanımlarıyla birlikte uluslararası bir kural haline yeniden getirmeyi başarmalıdırlar.

Devletin, dış güçlerin iç işlerine karışması halinde kuvvete başvurması gereğinin yanı sıra gerektiğinde kullanılabilecek bir kuvvetin varlığı adaleti sağlamak için de elzemdir. Ancak iç sorunlarda bu kuvvetin kullanılması en son çare olarak düşünülmelidir.

 

xxx

 

Devletin doğuşu, insanların tek başına yaşayamamaları gerçeğine dayanmaktadır.İnsanlar birlikte yaşamaya başladıklarından itibaren kendine göre bir model devlet kurmuşlardır.Ferdin tek başına yaşayamayacağı gerçeği, insanın insana muhtaç olması, toplumsal bir teşkilatı; en üst seviyedeki bir teşkilatı meydana getirmiştir. İnsan ihtiyaçlarının her türlüsüne hitap eden ve herkesi kapsayan bir teşkilat.

Devletin toplumsal ihtiyaçlardan doğmuş olması devletin de toplumun gelişen ve değişen ihtiyaçları paralelinde sistemini, usullerini, teşkilatlanma biçimlerini yeniden gözden geçirebileceğini bize göstermektedir. Mesela cumhuriyetimizin ilk yıllarında bez ve ayakkabı üreten Sümerbank çok gerekli iken, aradan yıllar geçtikten sonra “özelleşme” gereği tesisleriyle birlikte özel kişi ve firmalara satılmıştır.

Bu açıdan bakıldığında devleti korumanın, yaşatmanın ve daha da güçlü kılmanın bir yolunun da , yönettiği toplumun değişen ihtiyaç ve taleplerine göre devleti yeniden yapılandırmadan geçtiği kabul edilmelidir. Bu nokta da “surda bir gedik açtırmayız” anlayışı doğru olmamaktadır.

Aksi takdirde her insanın bir ömrü olduğu gibi devletin de bir ömrü vardır (İbn Haldun devlet, sayfa:37) diyenlerin tezi doğrulanmış olur.

 

 

 

 

 

xxx

 

İnsanların çoğu her yaptığı işin iyi ve doğru olduğunu düşünerek hareket eder. Devlet kurarken, yasa çıkarırken, idare ederken de bu böyledir. Ancak devlet yönetiminde doğru ve iyi karar, idare edilenlerin benimseme oranı ile bağlantılıdır. Bu nedenle devletin değişen, gelişen, artan ihtiyaç ve taleplere göre yeni bir denge kurabilecek yeni bir yapılandırmaya tabi tutulması şarttır.

Devletin  temel fonksiyonu adaletli olmak, yönettiği toplumun mutlu yaşamasını sağlamak gibi görevleri olduğunu kabul edersek devletin sisteminin ne olduğu meselesi ikinci plana düşer. Ancak burada hangi sistemin, devleti asli fonksiyonlarından ayırıp ayırmadığı tartışması yapılmalıdır.

Bir kere hangi devlet şekli olursa olsun idare ettiği toplumda hak ve adaleti gözetmesi birinci ödevse, bir devletin yapısı ne olursa olsun bir dinin temel hükümlerine ters düşmesi mümkün olamaz.

Ancak ne var ki çoğu tartışmalar ne yazık ki  devletin bir yaptırımının dine ya da laikliğe aykırı olup olmadığı noktasında geliştirilir.

Mesela iç ve dış güvenlik diye ayırdığımız devletin güvenlik görevi bazı dini emirlere uyulmama durumlarını doğurabilir. Dört halife devrinde Hz. Ömer’in bir savaş sırasında “bize şimdi savaşacak kollar lazımdır” diyerek hırsızlık yapan birinin kolunu kestirmemesi gibi. 

Çünkü devlet fonksiyonlarını yerine getirirken topluma hizmet etmek gibi dine de ters düşmeyen bir ana ve ulvi görevi yaparken ilk tercihi görevinin gereği olan şeyler olmaktadır. Bunlar dini de görülebilir dine aykırı da bulunabilir. Bir tarihte ülkemizde Güneydoğu Anadolu bölgemizde bölücülerle yapılan mücadelede devletin helikopterlerinden ayetlerin dağıtılması gibi.

Yine İslamiyet’te, insan  öldürmek  bütün insanlığı öldürmek gibi mütalaa edilmesine karşın Fatih Sultan Mehmet’in devlette iki baş olmaz gerekçesiyle kardeşini öldürtmesi gibi.

 

 

 

 

 

xxx

 

Devletin görev alanı sınırlı mı olmalı, sınırsız mı olmalı tartışması  daha çok ekonomik konularda gündeme getirilmektedir. Bir kere devletin en azından kontrol etme ve izin verme noktasında hiçbir sınırının olmaması gerekmektedir. Görev alanı konusu  yani bazı konuları bizzat yürütmesi meselesi zaman ve şartlara göre değişmelidir. Ancak devletin kontrol alanında olmayan hiç fert ve kurum olmamalıdır.

Devlet toplumu nasıl denetler? 

Devlet, emniyet teşkilatları, istihbarat teşkilatları, adli mekanizmaları, maliye teşkilatları başta olmak üzere kurduğu kurumlar vasıtasıyla her ferdi ve özel kurumları denetler. Her faaliyete izin vererek de denetim gerçekleştirir. Hatta devlet, kendini de denetleyecek belli kurumlar da kurar.

Devlet denetimini  gerçekleştirirken bazen yönettiği halkını rahatsız ettiği de olur. Ancak devletin makul çizgisindeki denetimleri yönetilenler tarafından her zaman istenir. Bununla birlikte halkın en çok üzerinde durduğu, devletin, yönetenleri de vatandaşları denetlediği gibi titizlikle denetlemesidir.

“Hür bir devletin yurttaşı ve egemen varlığın bir üyesi olarak doğduğuma göre, kamu işlerinde sesimin etkisi az bile olsa, oy verme hakkım bana bu işleri incelemek ödevini yükler.” (Rousseau)

Bu noktada bazı kişi ve sivil kurumların devletin denetim görevine yardımcı olacak faaliyetlerine, devletin engel olmaması çok önemli olmaktadır.

Devletin denetim görevini yaparken dinin de başlı başına bir destekleyici görev yaptığını kabul etmek gerekmektedir.

Devlet sadece kendi güçleriyle tam bir denetim sağlayamaz. Mesela vatandaşları denetlemek için polisi, polisleri denetlemek için de başka bir teşkilatı, bu teşkilat için de başka bir gücü kullanamaz. Çünkü böyle bir sistemi kurmak fiziken de zordur. 

İşte, din, insanların vicdan muhasebesi yapmasını sağladığı için devlet yönetiminde çok önemli bir denetim görevini kendiliğinden yapmaktadır.

Çoğu devlet, dinin böyle bir görevi sessizce yaptığını görmek istemez. Ama yine de çoğu laik sistemi benimseyen ülkelerde mesela hakim huzurunda ifade verirken, tanıklık ederken kişilere dini yemin ettirilir. Çünkü buradaki amaç kişiye doğru olanı söyletmektir. Dindar bir insanın Allah’ın adına yemin ettiği vakit yalan söylemeyeceğini bilerek hareket etmektir.

Türkiye’de mahkemelerde dini yemin ettirilmemesi ve hatta Türkiye Büyük Millet Meclisinde milletvekillerinin dini yemin yapmamaları bana göre devletin fonksiyonlarını yerine getirmesi açısından bir eksikliktir ve dini yeminlerin laiklik ilkesine ters düşen bir tarafı da yoktur. Mesela Türkiye Büyük Millet Meclisinde “laiklikten ayrılmayacağına” dair bir yemini seçilen kişi inandığı din veya değer üzerinde yapmış olması bırakınız laikliğe aykırılığını bilakis laiklikten yana bir durum olmaktadır.

 

xxx

 

Türkiye’de dini açıdan en çok tartışılan ve hedef alınan kurumların başında Türk Silahlı Kuvvetleri gelmektedir.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin dindar subayları sürekli bünyesinden attığı, Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının dine karşı olduğu iddia edilmektedir.

Bir kere önce şunu belirtmek gerekir ki Türk Silahlı Kuvvetleri Türk Milletinin bünyesinden çıkmış ve milletimizin her kesiminden, her bölgesinden  ve çok adil bir sınavla seçilmiş elemanlardan oluşan bir devlet kurumudur. Dolayısıyla bu kurum bünyesine çok dindar ailelerden de, dini hassasiyeti olmayan ailelerden de eleman almaktadır. Yani Türk Silahlı kuvvetlerinde dindar ve dine karşı olan insanların olması doğaldır.

Ancak şunu kabul etmek gerekmektedir ki  bir milletin ordusundan bekleyeceği, ordusunun çok iyi savaşan bir ordu olmasıdır.

Laik sistemi benimseyen, benimsemeyen bütün ülkeler ordularının böyle yetişmesini isterler.

Devletin yönetiminde her kurumun, kendi amacına göre belirlediği sistem ve usuller ve kaideler vardır. Orduların temel bir ilkesi disiplin; astın üstüne itaat etmesidir.

Türk Silahlı kuvvetleri de tarikat mensuplarının, dini gurup mensuplarının kendi dini liderine yani şeyhine veya hocasına herkesten çok bağlı olduğu gerçeğinden hareketle bünyesinde  tarikat ve dini gurup mensuplarına yer vermemektedir. Bu durum tarikatların varolmasın istememek anlamını taşımaz. Ancak şunu da söylemek gerekir ki bazen de bir tarikat mensubu olmadığı halde sadece namaz kıldığı için ordudan atılan subaylar da olmuştur. Ancak bu tür yanlış uygulamalar Türk Silahlı kuvvetlerine bir bütün olarak mal edilemez ve ayrıca da bu tür yanlışlıklar her kurumda olabilir ve bunun için de genelleştirilemez.

Yani ordumuz, bu tür uygulamaları Türk devletinin tipi ne olursa olsun kendi görevi gereği yapacaktır ve yapmalıdır. Yoksa Osmanlı’nın son dönemlerinde olduğu gibi öğle sıcağında iki dağ arasında uyuklayan düşman ordusuna saldıralım mı saldırmayalım mı diye karar vermede komutanın keçisinin kuyruğunun kalkması ya da kalkmamasına bakılır.

 

xxx

 

İlk eğitim kurumlarında temel dini eğitimin verilmesi, ilahiyat fakülteleri hariç üniversitelerde din derslerinin verilmemesi yine üniversitelerde  kılık kıyafetlere karışılmaması ve üniversitelerin hür bir ortamda insan yetiştirmesi, bilgilendirmesi yine devletin kuruluş ve işleyiş amacına uygundur.

Bu arada, Türkiye’nin  İslam ülkeleri açısından da  uluslararası boyutlu “İslami İlimler Üniversitesi”ne ihtiyacı vardır. Bu üniversite İslami konularda özellikle İslam ve ilim konularında araştırma ve incelemeler yapacak, diğer  Müslüman ülkelerdeki İslami meselelere de çözüm yolu bulacak şekilde kurulmalı  ve çok ciddi bir kadro ihdas edilmelidir. Bu üniversite öğrenci okutmamalı, sadece araştırmacılara ve ilim adamlarına yer vermelidir.

Bu üniversiteye kaynak teşkil edecek şu andaki dini okullarının yanısıra ilkokulun birinci sınıfından başlayıp lise seviyesine kadar dini ağırlıklı eğitim veren, seçme öğrencisi olan belli bir sayıda dini okullar açılmalıdır. Bu okullar devletin denetiminde olmalıdır. Bu okullardan mezun olanlar  devlet memuru olmamalı, sadece  İslami İlimler Üniversitesine girmeli, kendini din adamı ve din alimi olarak yetiştirmeye gayret edecek insanlar olmalıdır. Bunlar, toplumu aydınlatan, İslamiyet’i halka anlatan örnek insanlar olarak yetişmelidirler.

 

 

xxx

 

Devlet, baş örtüsünü üniversitelerde serbest bırakmalı ama baş örtüsünü siyasi bir simge olarak kullananlar varsa bunları da tespit etmelidir. Geçmişte olmayan bir baş örtüsü şeklinin, başka ülkelerden gelmiş olmasını da önce kendi eksikliğinde aramalıdır.Baş örtüsü meselesinde önemli olan ve dikkat edilmesi gereken husus, başörtüsüne karşı olanlarla, başörtüsünü isteyenlerin bu görüşlerinin hangi zihniyete dayandırılmış olduğudur. Yani başörtüsü her yerde serbest olmalıdır diyenlerin amacı nedir? Her yerde serbest olmamalıdır diyenlerin amacı nedir? Devlet bu amacı net bir şekilde belirledikten sonra gerekli kararı vermelidir. Ama öncelikle bu gün devletin kuruluş ve işleyiş amacı itibariyle ve tarafsız hizmet etmek gibi bir görevi nedeniyle, kendi kurumlarında başörtüsünü de sakalı da, mini eteği de, belli şekillerdeki bıyığı da hasılı giyim, kuşam, tavır, hareket tarzı gibi konularda yasak getirmesine, belli müeyyideler koymasına hiçbir gerekçe ile karşı çıkılmamalıdır. Çünkü devlet öncelikle kendi görevini en iyi şekilde yapmakla yükümlüdür ve bu yükümlülüğün hangi şartta olursa olsun icrasında İslamiyet’e ters bir durumu yoktur. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi hür bir ortam olması gereken üniversitelerde giyim ve kuşama karışılması doğru değildir.

 

xxx

 

İmam hatip okullarından mezun olanların devlet memuru yapılması ya da yapılmaması tartışması da  yine devletin bir eksikliğinin neticesidir. Çünkü eğitim sistemimiz  toplum ihtiyaçlarına göre hala daha düzenlenememiştir. Halbuki ilköğretimden başlayan bir mesleki düzenleme imam hatip mezunlarının sadece imamlıkla uğraşmasını kendiliğinden getirecektir. Yine devlet memuru olmak için torpil ve benzeri yöntemler gerektirmediği takdirde bilgi ve beceri öne çıkar ve dolayısıyla bu göreve hangi okuldan mezun olunursa olunsun gelinmiş olur.

Özetle İmam hatip mezunları şu göreve gelemez ya gelmeli şeklindeki tartışmalar çok boş tartışmalardır. Asıl tartılacak olan mesele devletin ve toplumun ihtiyaçlarına göre eğitim sisteminin düzenlenmesi ve devlet memurluğuna giriş ve terfi sistemini başarı, bilgi, tecrübe ve kabiliyete göre düzenlenmesidir. Devlet, işleyişini kuruluş amacına göre düzenleyemezse,  açıklarını gereksiz gerekçelerle kapatmaya  çalışır. Bu yanlışa düşülmemelidir.

Devlet, din meselesine, ilim-din ilişkileri açısından da uzak durmamalıdır. Tarihin geçmiş dönemlerinde daha yoğun bir şekilde ilim adamlarıyla din adamları arasında  bir çatışma ve gerilim olmuştur. Din adamları, dini muhafazakar bir anlayışla korumak ve anlatmak eğilimi içinde olurken öte yanda ilim adamları hür bir ortamda bağımsız bir anlayışla çalışmalarını yürütmüşler ve insanlara hayırlı olacak çok şeyler ortaya koymuşlardır.

Halbuki İslamiyet ilime ve akıla büyük önem vermektedir. Bu durum artık İslam alimlerince kabul edilmektedir. Hıristiyan din adamları da bu gün belli üniversiteleri bitirmeyi önemli görmekte ve bunu gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar.

Devletin din adamları ile  bilim adamlarını daha yan yana getirmek için mesela bir İlahiyat Fakültesinde, hem dini hem de ilmi bir eğitimi  müşterek verdirmeyi denemelidir. Çünkü bazı düşünürlerin belirttiği gibi “ilimsiz din kör, dinsiz ilim topaldır.”.

 

xxx

 

 Devlet asli görevini yerine getirirken dini konularda çok daha ileri gidebilmelidir. Devletin sırasında bir din politikası olmalıdır.

Laik bir devletin din politikası olabilir mi?

Eğer ülkenizle uğraşan  ülkeler dini bir çizgide hareket ediyorlarsa, evet devletin bir din politikası da olmalıdır.

Atatürk’ün kendi tahsisatından pay ayırarak Hamdi Yazır’a sipariş ettiği Kur’an tefsirinin sözleşmesi şartları arasına “ Bu tefsir, Hanefi Fıkhı ve Maturidi itikadı üzerine kaleme alınacaktır” hususunun yer alması bize göre sadece dini bir anlayışın etkisiyle değil, bir dış siyaset hadisesinin de etkisiyle olmuştur.

 

 

 

 

 

 

 

xxx

 

Bir devletin yapısı, bir Müslüman için dinin emrettiklerini yerine getirebilmek  açısından önemli olmalıdır. Bana göre bu önem aşağıda yer alan ayet ile ilgili olabilir.

Mearic süresi 22-34. ayetler: “

1-Namaz kılanlar,

2-Mallarında, isteyene ve (isteyemediği için) mahrum kalmışsa belli bir hak tanıyanlar,

3-Ceza (ve hesap) gününün doğruluğuna inanlar,

4-Rablerinin azabından korkanlar,

5-Mahrem yerlerini koruyanlar,

6-Emanetlerine ve ahidlerine riayet edenler,

7-Şahitliklerini (dosdoğru) yapanlar,

8-Namazlarını koruyanlar.

Cennetliktirler.”

Bir Müslüman yukarıda buyurulan ayette yer alan emirleri hangi devlet biçiminde yerine getirebiliyorsa, o devlet yapısı kendine uygun bir devlet yapısıdır demektir. Bunun dışındaki arayışların tamamen bir iktidar kavgasından kaynaklandığını söyleyebiliriz.

 

xxx

 

         Özetle devletin, bir topluluk içinde yaşayan bir insan için en gerekli bir teşkilatlanma olduğunu, bu teşkilatlanmanın;devletin  adaletle yönetilmesi halinde insanın dinine aykırı bir uygulama içine düşmesinin mümkün olmadığını, çünkü her dinin  “iyi”  ve “güzel” uygulamalara dayandığını, “temiz ahlak” istediğini ve bütün bunlar için adaletli bir yönetimin yeterli olduğunu söyleyebiliriz.

         Yine devleti idare edenlerin, toplum işlerini omuzlayanların ahlaklı olmaları gerektiğini, ahlaklı değilse hangi devlet biçimi olursa olsun değişen bir şeyin olmayacağını, kötü yöneticilerin zamanında değiştirilebilmesi için de yönetenlerin seçimle iş başına gelip, seçimle değiştirilmesinin gerekli olduğunu yani devlet yönetiminde ilimden faydalanmayı öne almak lazım geldiğini, devleti İslami veya İslami olmayan bir isimlendirme ile hapsetmenin asla ve asla doğru olmadığını söyleyebiliriz.

Bunların yanısıra dinin devletsiz yaşamasının zor olduğunu belirtebiliriz. Çünkü, kişi devleti olmayan, vatanı olmayan ve ihtiyaçlarının karşılanmadığı bir ortamda dini vecibelerini yerine getiremez. Kaldı ki İslamiyet’i bütün insanlığa tebliğ edebilmenin en önemli unsurlarından bir güçlü bir devletin varlığıdır. Güçlü bir devletin vatandaşı olan bir din adamının insanlığa İslamiyet’i tebliğ etme avantajları çok daha yüksek seviyede olur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SİYASET

 

Siyaset, devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı. (Meydan Larousse.11.cilt, sayfa:399)

Siyaset, toplumdaki devlet ve hükümetle temsil edilen güce (İktidara) sahip olmak suretiyle, toplum problemlerini çözmeye çalışan faaliyetlerin bütünü.(Yeni Türk Ansiklopedisi. 9.cilt. Sayfa: 3614)

Topluluk olarak yaşayan her yerde ve her zaman siyaset vardır. Çünkü her toplumda yöneten ve yönetilen olur. Yine her toplumda her zaman bir inanç ve bu inancın önderleri bulunur.

Yöneticilerle inanç önderleri kimi zaman tek kişi olur. Kimi zaman çatışır, kimi zaman da bir mutabakat içinde hareket eder.

Geçmişte çoğunlukla, Müslüman halkların kurdukları devletlerde siyaset ve din müşterek ele alınmış, siyasetin ayrı bir bilim olduğu düşünülmemiştir. “Oysa Müslümanların siyaset ilimlerini incelemelerini gerektiren bir çok sebep vardır. Siyaset ilminin incelenmesine sebep olan daha önemli bir neden de, hilafet makamının  Hz. Ebu Bekir devrinden beri ayaklanmalara, isyanlara maruz kalmasıdır. İslam tarihinde neredeyse her halife bir isyanla karşılaşmış, her devirde bir halife katledilmiştir.”(İslamda iktidarın temelleri, Ali  Abdurruşit, çeviren:Ömer Rıza Doğrul, sayfa:42-43)

Tarihte hemen hemen hiçbir halife yoktur ki şiddetli silahlarla, kaba kuvvetle, sıyrılmış kılıçlarla çevrilmiş olmasın.(İslam’da iktidarın temelleri, Ali Abdurruşit, Çeviren:Ömer Rıza Doğrul, sayfa:45)

Neden halifeler döneminde böyle bir durum vardır?

Siyaset yerine; yönetenlerin yönetilenleri idare etme yerine iki tarafın da keskin inançları ve doğruları vardı. Bunun içindir ki cennetle müjdelenen on sahabeden biri olan Hz. Ali Kur’an hükümlerine göre şehit edilmiştir. Hz. Osman’da.Yani Hz. Ali’yi  öldürenler de Müslümandılar ve öldürme gerekçeleri de onlara göre Kur’an hükümlerine dayanıyordu.

Hz. Peygamberin en yakın arkadaşları olan ve her biri anılırken Peygamberimizde olduğu gibi Hazret kelimesi birlikte anılan dört halife döneminde Müslümanların böyle birbirlerini kırması ve Halifelerin canına kıyılması, bu gün Müslümanlarca çok iyi irdelenmek zorundadır.

 



Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.