ABDURRAHMAN ŞAFİ ALMAS’IN (1892–1954) İZLERİNDEN…

Roza KURBAN

 

         Abdurrahman Şafi Almas, Tatar Milli Bağımsızlık Mücadelesi’nin bir döneminin lideridir. Şafi Almas hakkında ilk kez 2009 yılının 7 Mayıs tarihinde Türk Ocakları Genel Merkezi ve Milli Kütüphane Başkanlığı’nın birlikte Milli Kütüphane’de düzenlediği “Geçmişten Günümüze İdil-Ural’da İnsan Hakları ve Demokrasi” adlı panelde duymuştum. Tatar Milli Meclisi reisi, tarihçi ve yazar Fevziye Bayramova (1950) panelde “İdil-Ural Kurultayı” başlıklı bir tebliğ sunmuş ve Şafi Almas’tan bahsetmişti. Şafi Almas, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’da ikamet etmiş ve İdil-Ural Lejyonlarında çalışmıştır. 1944 yılının 4–5 Mart tarihlerinde Almanya’nın Baltık Denizi kıyısında bulunan Greifswald şehrinde yapılan İdil-Ural Kurultayı’na başkanlık yapmış olan bu milli kahraman dikkatimi çekmişti. 1945 yılının yazında Almanya’dan Türkiye’ye dönen Şafi Almas’ın Türkiye’deki hayatı hakkında, Prof. Dr. Ahmet Temir’in (1912–2003) “60 Yıl Almanya” başlıklı kitabında verdiği aşağıdaki bilgi dışında hiçbir malumat yoktu: “Abdurrahman Şafi Bey, 1944’te Almanya’dan ayrılarak, ailesi ile birlikte İstanbul’a gelip yerleşti ve Kapalıçarşı’da dükkân açtı. Üç kızı da yeni şartlara intibak ettirilerek iyi tahsil gördüler. Ben onlarla İstanbul’da ancak bir defa karşılaştım. Sonra gelen 3 yıllık askerlik ve Ankara’daki memuriyet yüzünden onları bir daha arayamadım. Büyük kızı Nilüfer’in bana yazdığına göre Abdurrahman Bey de Emine Hanım da vefat etmiştir.”(Temir 1998: 152). 2009 yılında gerçekleşen panelden sonra Şafi Almas’ın Türkiye’deki hayatını gün ışığına çıkarmak için onu aramaya başladım. Ankara ve İstanbul’daki Tatarlara sordum, sorduğum Tatarlar arasında İkinci Dünya Savaşında Almanlara esir düşüp daha sonra İdil-Ural Lejyonlarına katılanların çocukları da vardı. Ne ilginçtir ki, kimse Şafi Almas hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Oysa ister lejyona katılanların çocukları, ister diğer Tatarların bilmesi gereken bir şahsiyetti Şafi Almas. İdil-Ural Lejyonlarının kuruluşunun nerdeyse başından sonuna kadar çalışmış, İdil-Ural Kurultayı’nın başkanlığını yapmış, 1928–1939 yılları arasında “Milli Yul”(Milli Yol) (daha sonra “Yaña Milli Yul”(Yeni Milli Yol) adıyla yayınlanmıştır) dergisi Berlin’deki evinin deposunda yayınlanan bir kişinin, Tatarlar tarafından bilinmemesi tuhaftı doğrusu. Şafi Almas sırra kadem basmış, yer yarılıp yerin dibine girmişti sanki. Aslında Kazan Tatarları uğruna milli bağımsızlık mücadelesi veren birisinin böyle yok olup gitmesine gönlüm razı değildi. Aramalara devam ettim, son olarak bu yaz ailece İstanbul’a gidip Kapalıçarşı’da aramayı düşünürken 2011 yılının Temmuz başlarında internette Ömer Özcan’ın “İdil-Ural’dan Bir Ses: Çocukluğumun Öyküsü” başlıklı kitap tanıtım yazısına rastladım. Kitap, Şafi Almas’ın ortanca kızı Aysu Erinç tarafından yazılmış ve 2009 yılında Everest yayınlarınca yayınlanmıştı. Şafi Almas’ı gökte ararken yerde bulmuştum. Sevdiği oyuncağına kavuşan bir çocuk gibi sevindim, içim içime sığmıyordu… Hemen yayınevini arayarak Aysu Hanım’ın telefonunu buldum ve aradım. Şafi Almas’ın kızını bulabilmemin sevincini, heyecanımı Aysu Hanım’la da paylaştım. Onun durumu da benimkinden pek farklı değildi, telefonun öbür tarafından gelen seste de heyecan ve merak vardı. Aradan birkaç gün geçtikten sonra imzalı kitabı elime aldım. Hızlı hızlı kitabın sayfalarını çeviriyor, bir an önce Şafi Almas’ın hayatı, ailesi ile ilgili bilgilere ulaşmak istiyordum. Kitabın giriş sayfasına Aysu Hanım şu satırları yazmıştı: “Tanışmaktan onur duyduğum değerli memleketlim Sayın Roza Kurban hanım’a en güzel dileklerimle…” İşte Şafi Almas’ı 2 yıl aradıktan sonra bulma hikâyem bundan ibarettir.

        

         Aysu Erinç’in kaleme aldığı kitabının adı “ Çocukluğumun Öyküsü: Rusya, Almanya, Türkiye Üçgeninde Savrulan Bir Ömür” . Kitabın adında da bir hüzün var… Savrulmak, göç etmek, muhaceret, yabancılar arasında yaşam mücadelesi vermek, bazen açık, bazense belli etmeden kasıtlı olarak dışlanmak –  kendi özgür vatanı ve devleti olmayan tüm milletlerin acı kaderidir. Tüm dünyaya savrulan 7 milyon Kazan Tatarı’nın bugün ancak %25’i Tataristan topraklarında yaşamını sürdürmektedir. “Tatar’ın toprağı yok, Tatarsız toprak yok” tabirinin kanıtıdır bu durum. Aysu Erinç’in kitabı, aslında Kazan Tatarlarının oradan buraya savrulurken kendi ayaklarının üzerinde kalmaları için verdikleri yaşam mücadelesini anlatmaktadır.

        

         Gerçek adı Aysulu olan Aysu Erinç, Şafi Almas’ın üç kızından ortancasıdır. Aysulu, Kazan Tatarları arasında çok yaygın bir isim olup Ay Güzeli (Ay + Sılu) anlamını taşımaktadır. Aysu Hanım, kitabın “Annemle Babamın Rusya’sı” başlıklı ilk bölümünde Tataristan’ın başkenti Kazan, anne ve babasının aileleri hakkında bilgiler vermektedir. Abdurrahman Şafi Almas’ın Rusya’daki adı Gabdrahman Galiullin’dir. O, 1892 yılında Kazan’a 39 kilometre uzaklıkta olan Biyektau (Yüksek Dağ) bölgesinin Döbyaz kazasında çiftçilikle uğraşan İbrahim Bey’le Gülsüm Hanım’ın en küçük çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Altı kız çocuğu arasında tek erkek evlat olduğundan biraz şımartılmıştır. Çarlık Rusya’sı Dönemi, Şubat ve Ekim Devrimleri, İç Savaş Dönemi’nin canlı tanığıdır Şafi Almas. O yıllardaki hayatı tam olarak bilinmemektedir. Şafi Almas ticaretle uğraşmıştır. 1 Nisan 1922 tarihinde, Abdülhamit Kazakof ile Fahri Banu Hanım’ın ilk kızı Emine (1902) ile Tomsk şehrinde evlenmiştir. Emine Hanım’ın babası Abdülhamit Kazakof, bir dönem Kazan’da Belediye başkanlığı yapmış olup, kürkçülük ve deri ticareti ile uğraşmıştır. Rusya’daki şirketlerinin Almanya’nın Berlin kentinde de şubesi olduğundan, her kış ailece birkaç aylığına Berlin’e gitmişlerdir. Berlin’de çocuklara Almanca özel ders alma imkânı sağlandığından Kazakof’un çocukları çok iyi derecede Almanca bilmişlerdir. Abdülhamit Kazakof, 1908 yılında Sibirya’ya sürgüne gönderilmiş, 2 yıl sürgün hayatı yaşamıştır. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra Kazakof ailesinin tüm mal mülkleri müsadere edilmiştir. Abdülhamit Kazakof, Stalin Devri kurbanlarındandır. O 1937 yılında “karşıdevrimci” suçlamasıyla kurşuna dizilmiştir.  

        

         Abdurrahman Şafi Almas, 1925–1926 yıllarında eşi Emine Hanım’la Kazan’dan Moskova’ya gitmiştir. Bu yıllarda Şafi Almas Türk Büyükelçiliği’nde memur olarak çalışmıştır. Abdurrahman Bey’in Türk Büyükelçiliği’ne nasıl yerleştiği hakkında bir bilgi bulunmamakla birlikte bunun bir tesadüf olmadığı aşikârdır. Ama şunu açık söylemek gerekir ki, Şafi Almas’ın Türklük ve milliyetçilik şuuru ta o yıllarda şekillenmeye başlamıştır. Abdurrahman Şafi Türk Büyükelçiliği’nde çalıştığı sırada, Büyükelçi Muhtar Bey’in ünlü Tatar Devrimcisi, Stalin Devri kurbanı Mirseyet Sultan Galiyev’le (1892–1940) buluşmasına aracı olmuştur. Tatar yazar Rinat Möhemmediyev SSCB’nin gizli arşiv belgelerine dayanarak                                   “Sirat Küpere” (Sırat Köprüsü) adlı tarihi romanında Türk Büyükelçisi Muhtar Bey’in Mirseyet Sultan Galiyev’le görüşmesini de kaleme almıştır.

        

         1927 yılında Şafi Bey ve Emine Hanım’ın ilk kızları Nilüfer dünyaya gelmiştir. 1928 yılında Abdurrahman Safi ailesiyle Türkiye üzerinden Almanya’ya göç etmiştir. Abdurrahman Şafi, Türk Büyükelçiliği’nde çalıştığı için Türkiye vatandaşı olmuştur. Bu noktada Abdurrahman Şafi’nin ön sezgilerinin yüksek olduğunu söylemek mümkündür ki, eğer Abdurrahman Bey Moskova’da ikamet etmeye devam etseydi, onun da sonu kayınpederi Abdülhamit Kazakof’un kaderine benzerdi. Çünkü o yıllarda elçiliklerde çalışan birçok aydın “casus” suçlamasıyla kurşuna dizilmiştir. Abdurrahman Şafi’nin isabetli bir karar verdiği ortadadır.

 

         1928 yılında Moskova’dan ayrıldıktan sonra İstanbul’a gelen Abdurrahman Şafi Almas, İstanbul’da aradığını bulamamış olmalı ki, eşi ve küçük kızını Türkiye’deki akrabalarının yanına bırakıp Almanya’nın yolunu tutmuştur. Berlin’de iş olanaklarını araştıran Abdurrahman Bey, 9 ay sonra eşi ve kızını Berlin’e getirtmiştir. Aysu Erinç kitabının “Almanya-Berlin” başlıklı bölümünde Berlin şehri hakkında geniş bilgi vermekle birlikte, tarihi yapı, caddeleri, Berlin’in coğrafi konumunu da kaleme almıştır.

 

         Kitabın “Nazi Almanya’sında Bir Çocukluk” adlı kısmında Aysu Hanım kendi doğumundan şöyle bahsetmiştir: “6 Ocak 1933 tarihinde Berlin-Charlottenburg’da ünlü “Kadewe” (Kaufhaus des Westens) adlı büyük mağazanın yakınlarında yer alan “Augsburgerstrasse” Caddesi’nde özel hastanede Emine Hanım ile Abdurrahman Şafi’nin (soyadı kanunundan sonra Almas) kızı olarak dünyaya geldim. Bana verilmiş olan ad, Aysulu… Doğumumda, babam, benden altı yaş büyük ablam Nilüfer’i de alıp kocaman bir buketle annemi kutlamaya ve beni görmeye gelmiş. Hem de kışın ortasında nasıl bulduysa, annemin en sevdiği çiçek olan beyaz leylaklarla… Babam ikinci çocuğunun erkek olmasını isterdi. Bu yüzden olsa gerek, küçüklüğümde beni “oğlum” diye severdi. Ben onu hiç utandırmadım doğrusu; yaramaz bir erkek evladı benim kadar haşarı ve azgın olamazdı!” (Erinç 2009: 38–39). Abdurrahman Bey ailesiyle, Berlin-Charlottenburg, Havelstrasse 9 adresinde, zemin katı hariç 4 katlı, kuleli, Spree Nehri’ni gören otuz iki daireli apartmanın üçüncü katındaki bir dairesinde oturmuştur. Aslında apartman tamamen Abdurrahman Şafi’ye ait olup, geriye kalan daireleri kiraya vermişlerdir. 1943 yılında İngilizlerin Berlin’e düzenlediği bombardıman sırasında Şafi Almas’ın evi yanıp kül olmuştur. Allahtan aile o sırada Berlin’de olmamış ve bu sayede gelen cana değil de mala gelmiştir.

 

         Abdurrahman Şafi Almas, bu kitapta bir aile babası ve bir insan olarak çıkıyor karşımıza. Aysu Erinç babası hakkında şunları yazmıştır: “Babam dışa dönük, ikramcı mı ikramcı biri. Akşam yemeğine sık sık konuklarımız oluyor ama misafir olunca bizi akşamları sofraya oturtmuyorlar. Biz odamızda daha önce yemeğimizi yiyoruz.” (Erinç 2009: 57). Kitabı okurken Kazan Tatarlarına özgü birçok özellik, geleneklere rastlamak mümkündür. Kazan Tatarları gittikleri her yere kendi kültürlerini götürmüşler ve bunu imkânlar el verdiği kadar yaşatmaya çalışmışlardır. Kazan Tatarlarının evlerinde genellikle Tatar yemekleri yapılmaktadır. Örneğin, Tatarca adı “Peremeç” olan “Tatar Böreği” dünyanın her yerinde bilinmektedir, çünkü Kazan Tatarı olan her ailede bu börek yapılır ve misafirlere ikram edilir. Erinç, “Annemin Pişirdiği Yemekler” bölümünde annesi Emine Hanım’ın yaptığı Tatar yemeklerinden söz etmiş ve şöyle demiştir: “Annemin sık sık yaptığı Kazan usulü hamur yemeklerinin arasında en çok sevdiğim Peremeç. Hazırlanan yuvarlak hamurun içine karabiberli, soğanlı çiğ kıyma konuyor, sonra çiçek şeklinde katlanıyor ve bu börek yağda kızartılıyor. Üzerine daha doğrusu ortasındaki deliğe sirke ve yoğurt konuyor. Sıcak sıcak yeniyor ve yanında mutlaka çay içiliyor… Bir de Pilmen (mantı) yapıyor annem. Şekilleri yuvarlak göbek gibi, küçük. Bu da haşlandığı et suyunun içinde çorba gibi yeniyor.” (Erinç 2009: 78). Abdurrahman Şafi’nin evinden misafirlerin hiç eksik olmadığını Prof. Dr. Ahmet Temir şöyle kaleme almıştır: “Bilhassa savaş yıllarında hemen hemen her hafta Cumartesi günleri öğleden sonra onların misafiri olur ve gece yarısına kadar onlarda kalırdım. Fakat, Şafilerin evine her gidişimde başka misafirlerle de karşılaşırdım. Tatarların sanki bir konsolosluk dairesi gibi hareketli olan evde hiçbir zaman ziyaretçi eksik olmazdı.” (Temir 1998: 151).  Gelen misafirler arasında Tatar ve diğer Türk kökenli öğrencilerin yanı sıra, Kazan Tatarı Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat ve eşi İç Hastalıklar uzmanı Dr. Rabia Arat, Kazanlı yazar ve gazeteci Ayaz İshaki İdilli, İshaki’nin kızı Saadet ve Türkistanlı eşi Tahir Çağatay, Prof. Dr. İbrahim Veli Odar ve eşi Diş Hekimi Hatice Odar, Finlandiya Tatarlarından Diş Hekimi Mahsure Hanım ve eşi Tahir Bey, kadın doğum hastalıkları uzmanı Türkistanlı Dr. Abdülvahap Oktay, bir Almanla evli olan Kazanlı Dr. Hayrünisa Fuchs, Kazanlı Osman Bey, Kazan Tatarlarından varlıklı bir işadamı Ahmet Veli Menger, eşi Ayşe Hanım ve daha niceleri bulunmaktadır. Abdurrahman Şafi’nin evi herkese açık olduğu gibi milli mücadele verenlerin de uğrak yeri olmuştur ki, Berlin’e gelenler kendini Tatar Bağımsızlığına adayan Abdurrahman Bey’le fikir alışverişinde olmak istemeleri gayet doğaldır. Ortak dert ve ortak amaçlar insanları birbirine çekmektedir ki, Türkistan mücahidi Mustafa Çokay ve Kırım Tatar milli hareketinin önemli isimlerinden birisi olan Müstecip Ülküsal Şafi Almas’ı ziyaret edenlerdendir. Müstecip Ülküsal “Kırım Yolunda Bir Ömür” adlı kitabında Abdurrahman Şafi hakkında birkaç yerde bahsetmiştir: “İdil-Ural Türklerinin temsilcisi ve Ayaz İshaki Bey’in mutemedi olan Abdurrahman Şefi Bey’i evinde yalnız ziyaret ettim. Yüksek Mühendis Fuat Kazak’ın ablası ile evli olan Abdurrahman Bey kendisinin olan güzel bir evde oturuyor ve çocuklarını Alman okulunda okutuyordu. Milliyetçi ve anlayışlı bir kişi idi.” (Ülküsal 1999: 308).

 

         Şafi ailesi eğitime önem veren bir ailedir ki, nereye giderlerse gitsinler, hangi şartlar altında yaşarlarsa yaşasınlar Emine Hanım’ın ilk işi çocuklarını okula yazdırmak olmuştur.  Türkiye’ye geldiklerinde Aysu Erinç’i Çamlıca Kız Lisesi’ne kaydını yaptırdıktan sonra, yatılı okul ücretini vermek için mücevherini satacak kadar da fedakârdır Emine Hanım. Konuyla ilgili Erinç şunları yazmıştır: “Beni Çamlıca Kız Lisesi’ne yatılı verebilmek için, beş yüz beş lira olan senelik okul ücretini (üç taksitle ödeniyor) ödeyebilmek için annem iri beyaz incilerden iki sıralı kolyesini satıyor.” (Erinç 2009: 188). Hayatları gurbette geçen Şafi Almas ailesinin çocukları kendi ana dili olan Tatar Dili’nde eğitim alma imkânından yoksun kalmıştır. Aysu Erinç kendini tarif ederken “Tatarca bilmeyen bir Tatar kızı” olarak tanımlamış ve şöyle demiştir: “ Okulda, sokakta hep Almanca konuşuyoruz. Evimize gelen dostların da hemen hepsi Almanca bildikleri için bu dil benim birinci dilim, bir tür anadilim oluyor. Tatarca ders hiç almadım. Ablam Berlin Camii’nde din dersi aldığı zaman Tatarca ders de almıştı. Yani o biraz biliyordu ama ben hemen hemen hiç bilmiyordum atalarımın dilini… Babam Almanca bir şey söylediğim zaman kızıyor ve git de annenden Tatarca öğren diyor. Ben de çoğu zaman babamın yanına gitmeden önce annemin yardımıyla söyleyeceğim cümleleri ezberliyorum.” (Erinç 2009: 76). Tatar canlı, milli ruhlu Abdurrahman Şafi’nin bu durum elbette ki içine sinmemiş, ama ne çare… Devletsiz olmanın acı kaderidir Almas ailesinin yaşadıkları. Abdurrahman Şafi çocuklarına kol kanat germiş bir babadır ki, çocuklarının Almanlarla oyun oynamalarına da pek sıcak bakmamış, nedenine gelince: “Biz de mahalle çocuklarını topluyoruz, ama yalnız kızları çünkü babam erkeklerle arkadaşlık etmemizi istemiyor. Nedeni: Daha küçük olmamıza karşın, büyüyünce Almanlarla evlenip Almanlaşacağımızdan korkuyor!” (Erinç 2009: 92).  

        

         Aysu Erinç, anne-babası hakkında “Annem” ve “Babam” başlıkları altında da, satır aralarında da bilgiler vermiştir. Annesi Emine Hanım, Tatarca (Arap alfabesi), Rusça (Kiril alfabesi), Almanca ve belirli ölçüde Fransızca dillerine hakim olan kültürlü bir kadın olmuştur. Çocuklarına düşkünlüğü ile tanınan Emine Hanım, hayatını da, tüm varlığını da onlara adamıştır. Emine Hanım sessiz-sakin, içine kapanık, yani dışa dönük olan Abdurrahman Bey’in tam tersidir. Annesinin içine kapanık, kendi dünyasında yaşamasının sebeplerini Erinç şöyle açıklamıştır: “Annem, babamla evlenirken ailesini Rusya’da bırakıp ayrılmış, onları bir daha göremeyeceğini bile bile. Belki de bir nebze umudu vardı ayrılırken. Yaşama kırgınlığı, insanlardan uzak duruşu, kitaplarda teselli arayışı, gerçeklerden kaçışı hep bundan.” (Erinç 2009: 71).  Kitaplarda teselli arayan Emine Hanım, çocuklarına da kitap okuma alışkanlığını aşılamıştır. Aysu Erinç’in şu satırları ailede kitap okuma sevdasını kanıtlar niteliktedir: “Spree Nehri’nin üstündeki cumbalı penceremizin içinde oturup oyun oynuyor, kitap okuyoruz. Ama kitabın en çok okunduğu yer, yatağımız ve annem ışıkları söndürdükten sonra, elimizde cep feneriyle, yorgan altı… Okuma aşkı bize annemden geçti. Annem sürekli kitap okur, biz de elimizde sipariş listeyle, anneme kitap almak için kütüphaneye giderdik… Babamız ise daha çok Nazilerin propaganda aracı sayılabilecek günün en büyük gazetesi Vőlkischer Beobachter ve Tatarca İdil-Ural gazetesi okuyor.” (Erinç 2009: 106–107). Ayrıca Erinç “Kitap Sevgimiz” başlığı altında kendi “kütüphanesinden” bahsetmiştir. Annesi vitrinin en alt katındaki kapaklı bölümü Aysu’ya ayırmıştır. Aysu Erinç tüm kitaplarına kart yaparak kartotek sistemini düzenlemiş, arkadaşlarına “kütüphanesinden” kitap verirken bu karta kaydetmiştir. Kütüphanedeki kitaplar arasında Andersen Masalları, Jacob ve Wilhelm Grimm kardeşlerin Çocuk ve Ev Masalları” gibi eserler bulunmuştur.

 

         Aysu Erinç, kitabının “Babam” başlıklı bölümde babası Abdurrah Şafi’den söz etmiştir. Bilindiği gibi Abdurrahman Bey, dışarı dönük ikramcı birisidir. Evine gelen gidenin de haddi hesabı yoktur ki, bu da onun Kazan Tatarlarına özgü olan misafirperverliğinin bir göstergesidir. Sözü Aysu Erinç’e bırakalım: “Babam da şık ve bakımlı bir erkek. Çok dışa dönük olduğu için gezip tozmaktan, arkadaş toplantılarından, dans etmekten hoşlanıyor… Babamın neşeli ancak çok çabuk kızan, aniden öfkeye dönüşebilen bir mizacı var.” (Erinç 2009: 71). Evdekiler tarafından “babasının kızı” olarak adlandırılan Aysu Hanım, kendi de bu durumu benimsemiş ve kabullenmiş olmalı ki, kendinde babasına özgü huyları olduğunu da itiraf etmiştir. Bir de, kitabı okurken Aysu Erinç’in babasına daha yakın olduğunu hissetmek mümkündür. Erinç, Abdurrahman Bey’i aile ve arkadaş çevresinde aydınlatmıştır kitabında. Fakat siyasi kişiliği hakkında bilgi vermemiştir. Daha çocuk yaşlarında olan Aysu Hanım’ın bunları bilmemesi gayet doğaldır. Söz Abdurrahman Şafi’den açılmışken onun siyasi faaliyetleri ile ilgili bilgi vermek gerekmektedir. Abdurrahman Bey 1920–1921 yıllarında Moskova’da bulunduğu dönemde bir siyasetçi olarak şekillenmeye başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ise Şafi Almas bir siyasi lider olarak çıkıyor karşımıza. Tatar Milli Bağımsızlık mücadelesinin lideri ve bağımsızlığın ateşli savunucusu olan Almas İkinci Dünya Savaşı sırasında oluşan İdil-Ural Lejyonu’nun başına getirilmiştir. İlk önce Lejyon kurulduğu dönemlerde bu işi Ahmet Temir yürütmüş olup, daha sonra Şafi Almas’a devretmiştir. 1944 yılının 3–5 Mart tarihleri arasında Greifswald şehrinde yapılan İdil-Ural Kurultayı’nda yaptığı konuşmasında Almas İdil-Ural Lejyonu’nun oluşması hakkında şu bilgileri vermiştir: “ Bundan 18 ay önce Rusya’da ezilen tüm milletlerin lejyonları kurulmuş, iyi-kötü milli teşkilatları da oluşmuştu. Onların arasında sayıca bizden 10 kat daha az olan milletler de, kendi milli varlıklarını ortaya koymak için milli bayraklarını yükseltmişlerdi. O zamanlar bizim lejyonumuz oluşma aşamasında olsa da, Alman Hükümeti’nce tanınan bir teşkilatımız yoktu. İşte durum böyleyken, biz bu duruma seyirci kalamazdık. Daha önce, bir yıl gibi bir süreç içerisinde ben birçok yerlerdeki esirler kampını ziyaret ettiğim sırada esirlerin durumu ve isteklerini iyi biliyordum. Onların istekleri: Bana sözlü olarak izah ettiklerine göre özetle şöyleydi:

“Şefi Almas ağabey! Diğer milletler lejyonlar kurup Bolşeviklere karşı mücadele etmeye başladılar. Tatar lejyonu oluşturmaya çalışın. 25 yıldır milletimizin kanını içen Bolşeviklerden elimizde silahla intikam almak istiyoruz!” Adıma gelen yüzlerce mektubun hemen hemen hepsinin içericiği böyledir. Berlin’de bu işlerle ilgilenen Alman dairelerine hem mektuplar yazarak hem de sözlü olarak başvurularda bulunulmalar sonucunda sn. Adolf Hitler, İdil-Ural Tatarlarının gönüllü lejyonlarının kurulmasına izin verdi. 1942 yılının 6 Ekim tarihinde bizim de milli lejyonumuz kurulmuş olup, 390 yıl önce Ruslar tarafından indirilen milli bayrağımız tekrar yükselip, gönüllü olarak lejyona katılan milli kahramanlarımıza devredildi. Böylelikle, milletimizin milli amacı olan – bağımsız İdil-Ural Devletinin ilk temel taşı atılmıştır.” ( İdel-Ural Qorьltajь 1944: 22–23).        

         

         Aysu Erinç’in okul hayatı 1938 yılında çocuk yuvasına gitmesi ile başlamıştır. O yıllarda Almanya’da tüm çocuklar okula başlamadan önce bir yıl yuvaya gitmek bir zorunluluk olmuştur. Aysu Erinç, 1939 yılının sonbaharında evlerine yakın olan Charlottenburg 16. İlkokuluna kaydettirilmiştir. Okula başlamadan okumayı sökmüş olan Aysu Erinç’in okumayı öğrenmek gibi bir derdi olmadığı için derslerde çok sıkıldığını dile getirmiş, işte bu sıkıntıdan dolayı yaptığı afacanlıklarla okulun en yaramaz çocuğu olarak ünlenmiştir. Berlin’in ünlü yerleri olan Potsdam, Spreewald (Spree Ormanı), Pfaueninsel (Tavus kuşu Adası), Berlin Hayvanat Bahçesi gibi yerlere yapılan okul gezilerinden bahseden Erinç bu gezi yerleri hakkında bilgi vermekle birlikte, kendi duygu ve düşüncelerini de eklemiştir. Nazi Almanya’sı okullarındaki eğitim hayatından söz eden Aysu Erinç, sağlam bedenli bir gençlik yetiştirmek istediklerinden önem verilen derslerin birisi beden eğitimi dersi olduğunu yazmıştır. Tarih derslerinde ise tüm eğitim yılı devamında Hitler, Nazi Almanyası’nın Propaganda Bakanı felsefe doktoru Paul Joseph Goebbels ve Goeringlerin hayatları okutulmuştur. III. Reich Hitler İktidarı ve İkinci Dünya Savaşı kronolojisini sunan Erinç, İkinci Dünya Savaşı öncesi Almanların nasıl savaş hazırlığı yaptıklarını, karneli hayat ile ilgili bilgilere de yer vermiştir.  

 

         1 Eylül 1939 tarihinde Alman birliklerinin Polonya’ya saldırısı ile başlayan savaş yılları. Savaşın beraberinde getirdiği sıkıntıları en ufak detayları ile kaleme alan Aysu Erinç, daha çocuk yaşında olmasına rağmen bir ihtiyarın bile çekmediği zorlukları ailesi ile beraber çekmiştir.  Erinç’in savaş yıllarında yaşadıkları belki 100 yıla bedeldir… Şehre atılan bombaların gürültüsü, açlık, sefalet, korku vs. tüm bunlar Aysu Erinç’in kalbinde derin yaralar bırakmış olmalı ki, çocukken yaşadıklarını bir ömür boyu unutamamıştır. Savaş yıllarının etkisini Erinç şöyle kaleme almıştır: “Almanya’da savaş bombardımanı altında geçirdiğimiz yılların etkisi var ne de olsa. Sinirli ve ürkek çocuğum.” (Erinç 2009: 195). İkinci Dünya Savaşı sırasında uçak, siren sesi ve yangınlara çok rastladığı için böyle olaylar gördüğünde hissettiği rahatsızlığı Erinç şu satırlarla dile getirmiştir: “ Uçak ya da siren sesine hele yangına hiç dayanamıyorum. Filmde bile yangın sahnesine bakamıyorum. Her ne kadar bizim binamız bombardımanda yandığında evde yok idiysek de, biz Berlin’deyken bombardıman sonrası sokağa çıktığımızda çok sayıda yangın görüp korkmuştuk. Böyle bir savaştan çıkan çocuk, ömrünün yarısı bombardımandan korunmak için sığınaklarda geçmiş biri, sonunda ya çok cesur ya da korkak olacaktı. Ne yazık ki ben cesurlardan değilim.” (Erinç 2009: 200).

 

         Berlin’e düzenlenen hava saldırılarının yoğunlaşmasından dolayı 1943 yılını ortalarında büyük kentler boşaltılıp, çoluk çocuk, kadın ve yaşlılar daha az tehlikeli kırsal bölgelere gönderilmiştir. Çocukların kırsal alanlara gönderilmesi programı çerçevesinde Aysu Erinç okulca Polonya sınırlarındaki Posen kentine yakın olan Goslin denilen küçük bir kasabaya yerleştirilmiştir. Eski bir saraya yerleştirilen öğrenciler burada yatılı kalmış, her şeye rağmen okuldaki disiplinden ödün verilmemiş, derslere aksatılmadan devam edilmiştir. Aysu ve ablası Nilüfer Goslin’de okuldayken, annesi ve kız kardeşi Gülnar da Goslin’e gelip pansiyona yerleşmiştir. Emine Hanım, Berlin bombardımanı haberini duyunca soluğu Berlin’de almıştır. Evin yerinde dış duvardan başka bir şey kalmamış, Şafi ailesinin evi yanıp kül olmuştur. Ailenin eşyası artık birkaç valizden ibarettir. Bundan sonra evleri olmadığı için otel, pansiyon hayatı başlamıştır. 1944 yılının sonbaharına kadar Goslin’de kalan Emine Hanım ve kızlarını,  Şafi Almas kasabadan alıp Elbsandsteingebirge Dağlarının eteğinde bulunan Rathen adlı bir tatil köyü kasabasına götürmüştür. Burada bir pansiyona yerleştikten sonra okul arama girişimine giren Emine Hanım, kızlarını Elbe Nehri kıyısındaki Pirna kasabası okuluna kaydını yaptırmıştır. Pirna’ya her gün trenle gidip gelmiştir Aysu Erinç. Sonbaharın kışa dönüştüğü günlerde Dresden şehrine taşınmışlar. 13–14 Şubat 1945 tarihinde tüm Dresden bombalanmıştır. Önsezileri güçlü olan Abdurrahman Şafi,11 Şubat 1945 günü ailesini toplayıp kentten ayrılma kararı almış ve aile Güney Almanya’ya doğru yola koyulmuştur. Bu isabetli karar sayesinde Şafi ailesi, 650 000 yangın bombasının atıldığı ve yaklaşık iki yüz bin kişinin hayatını kaybettiği bombardımandan sağ salim kurtulmayı başarmıştır. Tren garlarının tıklım tıklım olduğu günlerde aile güç bela Konstanz şehrine varmıştır. Şehir, Almanya’nın Baden-Württemberg eyaletinde, bir bölümü İsviçre’ye ait olan Bodensee (Konstanz Gölü) kıyısında bulanan güzel, tarihi ve turistik bir yerdir. Buradaki günleri hakkında Erinç şu satırları yazmıştır: “Konstanz’da göl kıyısında dolaşıyoruz ama yine de çok mutlu değiliz, ne de olsa yine göç, yine taşınma; bizlere huzur yok artık.” (Erinç 2009: 155). Aysu Erinç, Konstanz’da da eğitimine devam etmiş, ayrıca annesi onu rahibelerin açtığı bir dikiş kursuna da göndermiştir. Savaşın sonunu Ebingen (sonraki adı Albstadt) kasabasında görmüştür Şafi ailesi. Güzel bir apartmanın ikinci katında dayalı döşeli bir daire kiralamışlar, çocuklar da eğitimlerine devam etmiştir. Almanya 7–8 Mayıs 1945 tarihinde kayıtsız şartsız teslim olmuş, savaşı kaybetmiştir. Almas ailesinin bulunduğu Ebingen kasabası Fransızlar tarafından işgal edilmiştir.

 

         “Evimizi, barkımızı, ekmek kapımızı yitirdikten sonra artık Almanya’da bizim aile için bir gelecek yoktu. Babam burada yeniden ticarete atılamazdı. Varlığımız da devalüasyon nedeniyle eriyip gitmişti. Babamız bize Türkiye’de yeni bir yaşam kurmaya kararlıydı ama buna bir an önce girişmesi gerekiyordu. İlk fırsatta Türkiye’ye gidecekti. Orası memleketimiz. Orada dayımız var, Kazan Türklerinden eski aile dostlarımız var.” (Erinç 2009: 168). Ve böylece 1945 yılının yazında Abdurrahman Bey Türkiye’ye doğru yola koyulmuştur. Nereye ve nasıl gideceği de belli olmadığı, cebinde Türk pasaportu ile bir Fransız askeri jeepini durdurup Sigmaringen’e doğru yola çıkmıştır. O yıllarda Alman Reichsmark’ı %90 devalüasyona uğradığından dolayı Almas’ın fazla parası olmamıştır. İhtiyacı olduğunda bozdurması için altın bir şövalye yüzüğü varmış yanında. Abdurrahman Şafi’nin Almanya’dan Türkiye’ye gelmesi aylar sürmüş ve çok maceralı geçmiştir. Bir ara İtalya’da darda kalınca İtalyanca hiç bilmediği halde sözlük yardımıyla balık konservesi satmak zorunda kalmıştır. Aylarca ailesi ile haberleşememesi de her iki taraf için de hiç kolay olmamıştır. Fakat tüm bu zorluklara rağmen Şafi Türkiye’ye sağ salim varmayı başarmıştır. Artık sıra ailesindedir.

        

         Şafi ailesi, 6 Temmuz 1946 tarihinde Ege vapuruyla Marsilya üzerinden İstanbul’a gelmiştir. Aysu Erinç onları karşılamaya gelen babasının durumunu şöyle izah etmiştir: “Rıhtımda bir yıldır göremediğimiz ve aylarca haber alamadığımız babacığımı adeta küçülmüş haliyle görünce hüngür hüngür ağladım… Babacığım çok çökmüştü. Oysa daha elli dört yaşındaydı.” (Erinç 2009: 175). Abdurrahman Şafi’nin bu çökmüş hali yalnız fiziksel bir çöküş olmayıp, umut, hayallerinin yıkıldığının bir işaretidir. İdil-Ural Lejyonu’nda bağımsız bir İdil-Ural Devleti için mücadele eden Şafi Almas’ın umutları biçilmiş olsa bile idealleri yıkılmamıştır. 3–5 Mart 1944 tarihinde Almanya’nın Greifswald şehrinde “Milli Bağımsızlık İçin Mücadeleye!” şiarı altında gerçekleşen İdil-Ural Kurultayı’nda Abdurrahman Şafi Almas “Bir Milletin Gücü – Ortak Arzuda, Ortak Yolda İlerlemektedir” başlıklı konuşmasında Tatar Tarihi’nin birçok dönemine değinmekle birlikte, milli bağımsızlık fikrini vurgulayarak şunları söylemiştir: “Dünyada yıkılmayan hiçbir şey yoktur. Demir betondan yapılan yapıları dahi bir dakikada yerle bir etmek mümkündür. Fakat yıkmaya, kırıp dökmeye mümkün olmayan bir şey varsa,  o da – bir milletin milli idealidir. Yüz yıllar devamında kanlı mücadelelerle kanına sinmiş bir milletin arzusunu hiçbir silah yıkamaz, yok edemez. Bu bir gerçektir. Ruslar bizi bu fikrimizden vazgeçirmek için ellerinde bulunan tüm silahlarla bize karşı koysalar da, bizi bu fikrimizden vazgeçiremediler ve vazgeçiremezler.” ( İdel-Ural Qorьltajь 1944: 21). (Çev. R.K). Bağımsızlık fikri yıkılmasa dahi, Safi Türkiye’ye geldikten sonra siyasetle uğraşmamıştır. O yıllarda zafer sarhoşu olan SSCB’nin Türkiye’ye çeşitli baskılar yaptığı da bir gerçektir. Durum böyleyken Şafi Almas’ın da baskılara maruz kalması kaçınılmazdır. Bazen hayatta kalabilmek, hayata tutunabilmek için susmak gerek. O da kalbinde olan duyguları bastırmak zorunda kalıp hayata devam etmiştir. “Ak gün ağartır, kara gün karartır” atasözündeki gibi böyle kötü şartlar altında ne kadar istesen de iyimser olmak imkânsızdır.

 

         Almanya’da yaşadıkları yıllarda işadamı Ahmet Veli Menger ile kurdukları arkadaşlık ilişkileri Türkiye’de de devam etmiştir ki, Menger ailesi Şafi ailesine yardımını esirgememiştir. Şafi ailesi, Türkiye’ye döndüklerinde Ahmet Veli Menger’in eşi Ayşe Hanım’ın yeğeni Reşide Hanım ve eşi İshak Aslan’ın Kurtuluş’taki kışlık evlerine yerleşmiştir. Abdurrahman Şafi, Kapalıçarşı’da Kafkasyalı kuyumcu Bek Sultan Batırhan’ın yanında çalışmaya başlamıştır. Aysu Erinç babası hakkında: “Babam hacıyatmaz gibidir. Devrilip devrilip yeniden ayağa kalkabiliyor.”(Erinç 2009: 178) sözleriyle Abdurrahman Bey’in ne denli girişken biri olduğunu gözler önüne sermektedir. Çok zaman geçmeden kendi kuyumcu dükkânını açmış olan Şafi Almas ve ailesi, Cağaloğlu Yeşildirek’te kiralık eve çıkmıştır. Abdurrahman Şafi, 1950 yılında Levent’te iki katlı bahçeli bir ev satın almıştır. Türkiye’ye geldiklerinde Türkçe hiç bilmeyen çocuklar için Türkiye’ye uyum sağlamak pek kolay olmamakla birlikte zamana da ihtiyaç olmuştur. Alman eğitimi almış olan çocukların bayağı zorlandıkları söz konusudur ki, arkadaşları ile iletişim kurabilmek için de Türkçe bilmek gerekmektedir. Şafi ailesi gittikleri her yerde yabancı olmanın burukluğunu yaşamıştır. Almanya’da “Türkler”, Türkiye’de ise “Almanlar” olarak adlandırılmaları hakkında Erinç şunları yazmıştır: “ Berlin’de Havelstrasse’de “köşe apartmanda oturan Türkler” iken, Levent’te yine iki sokağın kesiştiği noktadaki evde oturan “köşedeki Almanlar” olduk!” (Erinç 2009: 239). Tek cümle ile ifade etmek gerekiyorsa Şafi ailesi gurbetten gurbet beğenmiştir… 

 

         Türkiye’de Aysu Erinç, Çamlıca Kız Lisesi’ne yatılı olarak yazdırılmıştır. Kitabın “Çamlıca Kız Lisesi” başlıklı son bölümünde Erinç liseye babası ile gelişini şöyle kaleme almıştır: “Babam durgun ve üzgün, bense durgun ve şaşkınım, ayrıca Türkçe de bilmiyorum. Türkiye’ye geleli henüz iki buçuk ay olmuş ve bizim evde konuşulan Türkçe zaten Kazan Türkçesi (Tatarca)… Okula geldik… Babam yetkililerle görüştükten sonra valizimle birlikte beni Kırım Tatarlarından müdür muavini Hidayet Hanım’a teslim ediyor. Eti senin, kemiği benim…” (Erinç 2009: 192–193). Erinç okul yıllarından bahsederken, arkadaşlarını, öğretmenlerini, derslerini, yatılı okulun yarar ve zararlarını, çektiği zorlukları, yaz tatillerini, okulda yaptığı yaramazlıklarını, hoşlandıkları ve hoşlanmadıklarını kâh güldüren, kâh düşündüren olayları güzel ve akıcı bir üslupla anlatmıştır. Aysu Erinç 1951 yılının Haziran ayında 32 kişilik sınıftan liseyi bitiren 8 mutlu kızın arasında bulunmuştur. Lise olgunluk sınavında kompozisyon konusu olarak Ziya Gökalp’ın ‘Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan;/ Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan’ dizesi verilmiştir. Şafi ailesi, milli ruhlu bir aile olduğundan kompozisyonun konusu da tam Aysu Hanım’a göredir. Erinç, Rusya Türklerinden başlayıp Alsas-Loren’i örnek gösterip yazdığı kompozisyonundan “pekiyi” almıştır. Öğrencilik hayatı boyunca doktor olmak isteği ile yanıp tutuşan Aysu Erinç, babasının sağlığı ve maddi imkânsızlıklardan dolayı bu hayalinden vazgeçmiş ve İstanbul Üniversite’si Edebiyat Fakültesi, İngiliz ve Alman Filolojisi bölümüne yazılmaya karar vermiştir. “Elveda tasasız gençlik elveda…” (Erinç 2009: 246) cümlesiyle Aysu Erinç gençliğine veda ederken kitap da burada sona eriyor. Kitap sanki tamamlanmamış, yarıda kesilmiş bir şarkı gibidir… Son sayfaları çevirirken “keşke biraz daha devam etseydi, keşke bitmeseydi” düşüncesi geçti aklımdan. Şafi ailesinin hikâyesi, sevgi, hüzün ve vatan özleminin harmanlanıp iç içe olduğu bir hayat hikâyesidir. Kitap, Kazan Tatarlarının hazin hikâyesi olmakla birlikte, sevgi, dostluk, vefa ve özlemin arayışıdır. Aysu Erinç, kendi duygu ve düşünceleri dünyasında yolculuğa çıkarken düşündürüyor, sorguluyor ve belleklerimizi yeniliyor adeta… Belleklerimizi yenileyip bizleri geçmişe götürüyor… Geçmişi irdelerken acı gerçekler, unutulan geçmişimiz tekrar karşımıza çıkıyor ve ‘yaşananları asla unutma bu senin milletinin kaderidir, tarihidir!’ diye haykırıyor. Şafi ailesinin 1951 yılından sonraki hayatı hakkında bilgilerin olmaması ikinci kitabın da geleceğinin bir müjdesi mi, yoksa burada bitiyor mu? Umarım kitabın devamı gelir ve okuyucular Şafi ailesinin 1951 yılından sonraki hayatından haberdar olurlar.

 

         1951 yılından sonra Şafi ailesiyle ilgili kısaca bilgi vermek gerekirse: hastalıkla boğuşan Abdurrahman Bey 1954 yılında vefat etmiş ve İstanbul Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verilmiştir. Abdurrahman Bey’in eşi Emine Hanım küçük kızı Gülnar’la (1939) Ankara’da oturmuş ve 1976 yılında hayata gözlerini yummuştur. Emine Hanım’ın uzun yıllar Ankara’da oturmasına rağmen Kazan Tatarları ile iletişim kurmaması çok ilginçtir. Bu bir dışlanma mı, kaçıp saklanma mıdır (saklanma olduğunda imkân yok, Şafi ailesi dışarıya dönük, herkese kapılarını açan bir aile olduğu malumdur) veya başka sebepleri mi var, çözemedim doğrusu. Abdurrahman Bey’in üç kızı da bugün hayattadır. En büyük kızı Nilüfer Almanya’da ikamet etmektedir. Ortanca kızı kitabın yazarı olan Aysu (Aysulu) Hanım 1956 yılında Dr. İ. Ethem Erinç ile evlenmiş, 1957 yılında eşinin tahsili için Amerika’ya gitmiş ve 12 yıl ABD’de yaşamıştır. Şimdi kızı Deniz, oğlu Yalçın ve torunları Meriç Su, Göksu, Nilsu ve Gökçe’yle Bodrum’da yaşamakta, aynı zamanda çalışmalarını sürdürmektedir. Abdurrahman Bey’in küçük kızı ise, annesinin vefatından sonra Ankara’dan İzmir’e taşınmış, bugünlerde oğluyla İzmir’de yaşamaktadır. Özetle Abdurrahman Şafi Almas ailesi birçok badireyi atlatarak ayakta kalmayı başarmıştır. Hani derler ya “üç göç bir yangına bedeldir” diye, Almas ailesi göçü de, yangını da yaşamış, görmüş-geçirmiştir. Aile hem üç göç, hem de yangın olayını yaşamış olup, çifte yanmıştır… “Başa gelmeyince bilinmez” atasözünden yola çıkarak, Almas ailesinin yaşadıklarını Aysu Erinç’in kitabından okuyup öğrendiğimiz, kendi başımıza gelmediği için tam olarak kestiremeyiz…

 

         Her milletin sessiz kahramanları, taçsız kralları vardır. Abdurrahman Bey de onlardan birisidir. O, siyasal yaşamında gösterişi olmayan bir başarının mimarı, bir tarihtir. Abdurrahman Şafi Almas, Tatar Milli Bağımsızlık mücadelesinin bir dönemine damgasını vurmuş bir lider olmasına rağmen geçmişin karanlığında kaybolup gitmiştir. Milli mücadele tarihindeki liderlerin unutulmasının, bilinmemesinin sebebi belki de gerçek Tatar tarihi ile yüzleşmekten korkmakta saklıdır. Bir siyasi lider olarak Abdurrahman Şafi’nin adının duyulmaması, konuyu bir elin beş parmağını geçmeyecek kadar az insanın bilmesinin sebebini ilk önce kendimizde aramalıyız ki, İkinci Dünya Savaşı yıllarında yürütülen milli bağımsızlık mücadelesini kamuoyuna aktarılması biz Kazan Tatarlarının milli görevidir. 1944 yılının Mart ayında Almanya’da yapılan İdil-Ural Kurultayı geçiştirilmiş bir tarihi olaydır ki, Tatar Milli Mücadelesinde önemli bir safhadır. Tarihten ancak işgalci zalimler korkar, Kazan Tatarları bu milli davalarında sonuna kadar haklıdır. Milli mücadele tarihinin İkinci Dünya Savaşı dönemi açılmamış bir sayfa olarak kalmaya devam etmektedir…   

 

         Abdurrahman Şafi Tatar tarihine geçmiş bir şahsiyettir, İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki Tatar Milli Bağımsızlık Mücadelesi’nin bir simgesidir. “Hava soğuduğunda gölge veren ağaçları unutursun” Japon atasözündeki gibi Tatar tarihinde iz bırakan önemli bir şahsiyet olan Abdurrahman Şafi Almas da ne yazık ki unutulup gitmiştir… Tatar Milli Bağımsızlık Mücadele tarihine adlarını yazdıran, tarih yazan siyasi liderler asla ve asla unutulmamalıdır. Aslında bu kahramanlar unutulmamış, gerçeklerden korkan bazı çevreler tarafından unutturulmaya çalışılmıştır. Fransız yazar Jean Cocteau’nun (1889–1963) dediği gibi, “Ölülerin asıl mezarı, canlıların yüreğidir.” Abdurrahman Şafi Almas da milliyetçi Kazan Tatarlarının kalbindedir ve Tataristan bir gün bağımsızlığını kazandığında, Abdurrahman Şafi Almas gibi bağımsızlık mücadelesi verenlerin adları Tatar Milli Bağımsızlık Tarihine altın harflerle yazılacaktır. Zaman, devir, dönem ve yönetim şekli değişti artık XXI. yüzyıldayız, fakat 1552 yılında Kazan Hanlığının Ruslar tarafından işgali ile başlayan ve yüzyıllardır devam eden Tatar Milli Bağımsızlık Mücadelesi halen sona ermemiştir. Rus zulmüne karşı yürütülen bu bağımsızlık savaşında bir zamanlar Abdurrahman Şafi Almas, Ahmet Temir, Garif Soltan (1923–2011) ve daha nicelerinin yükselttiği milli bayrak bugünlerde de yükselerek dalgalanmaya devam etmektedir ki, bu milli bayrak nesilden nesle intikal ederek milli bağımsızlık mücadelesi Kazan Tatarları bağımsız olana dek devam edecektir. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın! Abdurrahman Şafi Almas cesareti, kararlılığı, önsezisi ve milliyetçi kişiliğiyle bağımsızlık mücadelesi veren Kazan Tatarlarının ilham kaynağıdır. Kazan Tatarları var olduğu müddetçe milli kahramanlarımız unutulmayacak ve asla unutturulmayacaktır!

 

Kaynakça:

 

1.         Bayramova, Fevziye,  İdil-Ural Kurultayı, Önce Vatan Gazetesi, İstanbul 30.05.2009.

2.         Erinç, Aysu, Çocukluğumun Öyküsü (Rusya, Almanya, Türkiye Üçgeninde Savrulan Bir Aile), İstanbul 2009.

3.         İdel-Ural Qorьltajь (İdil-Ural Kurultayı), Berlin 1944.

4.         Möhemmediyev, Rinat,  Sirat Küpere (Sırat Köprüsü), Kazan 1992.

5.         Özcan, Ömer, İdil-Ural’dan Bir Ses: Çocukluğumun Öyküsü, Türk Yurdu Dergisi, sayı 264, Ağustos, Ankara 2009, s: 99–102.

6.          Sertel, Adem, Tecrübenin Dili: Konu Konu Atasözleri, İstanbul 2006.

7.          Temir, Ahmet, Vatanım Türkiye ( Rusya-Almanya-Türkiye Üçgeninde Memleket Sevgisi ve Hasretle Şekillenmiş Bir Hayat Hikâyesi), Ankara 2011.

8.         Ülküsal, Müstecip, Kırım Yolunda Bir Ömür (Hatıralar), Ankara 1999.