Hatta Arapların bir de namaz milliyetçiliği vardır. İsmail Hami Danışmend’in Tarihi Hakikatler
adlı eserinin 2’nci cildinin 28’nci sayfasında bakınız
ne deniyor:
“İbadette milliyetçilik Araplara mahsustur. Çünkü onlar
Arap olmayan Müslümanları her hususta kendilerinden
aşağı görmüşlerdir. Corci Zeydan’ın Zeki Megamız tarafından
Türkçeye tercüme edilen Medeniyet-i İslamiyye Tarihi’nin
1329’da yayınlanan 4. cildinin 109. sayfasında bu
eski Arap anlayışı şöyle izah edilir:
“Araplar, Arap olmayan Müslümanları kendilerinden
daha aşağı görürler, onlara namını verirlerdi.”
Arapçada bu tabiri manasına gelir. Yani onların gözünde
Arap olmayan Müslümanlar, Arapların köleleridir!
Irklar ve milletler arasında mutlak bir eşitlik esası kurmuş
olan İslamiyetle bağdaştırmaya imkân olmayan bu tuhaf
anlayış namazda bile kendini göstermiştir. Aynı cildin aynı
sayfasında bu nokta da şöyle izah edilir:
“Araplar, Arap olmayanların arkasında namaza durmaktan
çekinirlerdi. Arap olmayanların arkasında namaz
kılarlarsa bu tenezzülü Allah’a karşı bir alçak gönüllülük
sayarlardı.” Böyle bir kanaat gütmek, İslamiyete karşı cephe
almak demektir.”
Evet, “Takva” korunma ve sakınma anlamını taşımaktadır.
Yüce Allah’a karşı sorumluluk duyarak, her türlü günahlardan
kendini korumanın niyet ve gayreti içinde olmak
anlamını taşımaktadır. Yani buradaki üstünlük İslami yaşayış
açısından ortaya konmuştur. İslamiyet’te insanın ırka
bağlı bir unsur olarak görülmediği anlatılmıştır. İnsanın
siyasi tarafı bu anlatımda yoktur. İnsan neticede içtimai ve
siyasi yönleri olan bir varlıktır. İslami açıdan Takva sahibi
olurken, siyasi açıdan da milletine (ki o milette tek bir ırk
hâkimiyeti ve üstünlüğü yoksa) mensup olmak ve ona ters
düşmemek durumundadır. Onun için bu hadisde, günümüz
dünyasında milletler arasındaki amansız mücadelede
İslamiyetin reddettiği ırkçılığı kabul etmeyen bir milliyetçilik
kasdedilmemiştir diyebiliriz. Çünkü siz, milletlerarası
mücadelede, İslamiyetin bu ilkesini dikkate almayan ve
halkı müslüman olan başka bir ülkeye karşı halkınızı, ordunuzu,
kadronuzu nasıl motive edeceksiniz? Mesela yarın
Suriye veya Iran Türkiye’yi vursa “bunlar müslüman, takva
sahibi mi? onu bir inceleyelim” mi diyeceğiz. Ya da “Aynı
ümmetteniz, onun için savaşmaya gerek yok, ülkemize
girseler bile, müslümanız kucaklaşırız mı” diyeceğiz?
Dokuz Işık’ta öncelikle Türk Milletinin güçlü bir hale
gelmesinde, en üst seviyeye getirilmesinde ve bununla
birlikte bundan sonra da cihana nizam vermede İslam adaleti
ve ahlakı esastır. Irk üstünlüğü yoktur ama Türk Milletini
motive etme ve güvendirme vardır. Tarihten örneklerle
övme vardır. Asırlardır İslamiyetin bayraktarlığını yapma
konusunda övgü vardır. Egemenlik çizgisinde, siyasi çizgide
var olan millet olgusunu yaşatmak ve devam ettirmek için
ezici ve saldırgan olmayan bir milliyetçiliği savunmak vardır
ve gereklidir.
Nesep ile ilgili “Kevser” süresini bile siyasi hayata indirgeyip
ırkçılık suçlaması yapmanın ne anlamı vardır? Din
adamlarımız camilerde ve uygun olan her yerde, İmam
Hatip okullarında, İlahiyat Fakültelerinde, din dersi okutulan
bütün okullarımızda, televizyon ve gazetelerimizde,
ilgili bütün kitaplarda İslamiyetle ilgili, “Kevser” süresi ile
ilgili, “Veda hutbesiyle” ilgili bilgiler verilmektedir. Bunları
vatandaşlarımız anlamakta, öğrenmekte ve bilmektedir.
Hal böyle olduğu halde devleti yönetirken mesela üçbuçuk
bölücüyü memnun etmek için Türk Milliyetçiliğine hem de
haksız yere ve hem de “Kevser suresi” ile saldırmanın ne
anlamı var? Bu, bizi yanlış bir çizgiye götürür.
İslamiyet’te millet ve milliyetçiliğe karşı çıkmanın bir
hedefi ve neticesi olmalıdır. Bu netice ne olabilir?
Bütün bunların maksadı Ümmetçiliğe geçiş olabilir.
Zaten şimdiden bazı televizyon kanallarında “Ulustan
Ümmete” programları başlamış bulunuyor. Yeni Osmanlıcılık
diye bir kavramın tartışmaya açılması, belli tarihler hedef
gösterilerek federatif sistemin en üst yönetim kademelerince
anlatılması ve federasyon meselesinin tartışılması;
Milletleşmeyi durdurup etnik federasyon sistemine geçme
çalışmaları olarak görülebilir. Bu çalışmaların dışardan destek
gördüğünü çok sayıda belgelerle ortaya koymak mümkündür.
Burada sadece, yirmi yıldır her ne hikmetse Türkiye
ile ilgilenen “ Kürtler dünya üzerinde devlet sahibi olmayan
en büyük azınlıktır” tahrikleriyle Ekim 2007’de
‘PKK’nın Silahsızlandırılması, Dağıtılması ve Yeniden Entegre
Edilmesi’, 2009‘da ‘Türkler ve Iraklı Kürtler Arasında
Güven Tesisi’ başlıklarını taşıyan raporları hazırlayan ve
yine ne hikmetse Norveç Hükümeti tarafından finanse edilen
David L.Philip’i örnek göstermek kafidir. Ayrıca bu kişinin
verdiği bir beyanatta “63 akil adam”lardan bir kısmı ile
temaslarının olduğunu söylemesi çok sayıda belgeye denktir.
Bu çalışmaların dışardan destek gördüğünü bütün bunların
yanısıra herhangi bir delile ihtiyaç duymadan söylememiz
mümkündür.
Şöyle bir düşünelim. Emperyalist bir anlayışa sahip
olsanız, sömürmek istediğiniz bir ülkede ikna edemeyeceğiniz
bir kral mı isterdiniz, yoksa ikna edebileceğiniz bir kral
mı? Ya da sizin için krallıkla idare edilen bir ülke mi daha iyi
olur, yoksa birden çok siyasi partinin iktidar olma şansı
bulunan bir ülke mi? Peki bunlardan daha iyisi, federatif
sistemle yönetilen demokratik bir ülke olmaz mı? Üstelik
federasyonla idare edilen bu demokratik ülkede bir kısımları
size minnet duyacaklarsa, siz bir emperyalist olarak
hangisini tercih edersiniz?
Bu soruları sormamızın nedeni şudur. Günümüzde
dünya hâkimiyetini elinde bulunduranlar, dünyada ne kadar
güç varsa bunların şu veya bu şekilde zayıflamasını
isterler. Bu zayıflama için de ellerinden geleni yaparlar.
Burada da en çok ele aldıkları ülkelerin bazı eklem noktaları
ve bazı farklılıklarıdır. Federasyon halinde, özerk bölgeler
halinde idare edilen demokratik ülkelere istediğinizi yaptırmak
daha kolaydır. Bilhassa bu yönetim ABD’de olduğu
gibi coğrafi esaslara dayalı değil de aynı zamanda etnik
farklılara dayalı ise, işler daha kolaydır.
Günümüzde giderek küçülen dünyamızda, emperyalizm
için hiç de hoş olmayan manzara, bir ülkenin bir bütün
halinde bir hedefe yönelebilme kabiliyetine sahip olma
manzarasıdır. Milletleşme sürecini engelleme, onu yok
etme gayretleri neye dayandırılırsa dayandırılsın, neticede
emperyalizmin biraz daha kucağına yanaşmış oluruz. Acaba
bugün millet kavramını ortadan kaldırmak isteyenler, milliyetçiliğe
İslamiyet’le saldırmaya çalışanlar bu gerçeğin farkında
mıdırlar? Bütün bu gayretler bilinerek mi yapılıyor,
yoksa bilinmeden mi yapılıyor? Ya da İslamiyet’in bütün
buyruklarını yerine getirdikleri halde sadece bu “Millet”
meselesi mi müminliklerine engel teşkil ediyor? Milliyetçilik,
İslamı yaşamaları için hangi engelleri önlerine koyuyor?
Bütün bunları düşünmek gerekir.
Devleti idare edenlerin İslami çizgide olmalarını temin
edecek olan; “ADALET”li yönetim ve “GELİR
DAĞILIMINDA” adaletle hareket ve ÜLKEYİ REFAHA
GÖTÜRMEKtir.
Adaletli yönetimin içinde her şey vardır.
- İnsanları etnik kökenine göre ayırmamak,
- Fakir zengin diye ayırmamak,
- Partili partisiz diye ayırmamak,
- Doğu batı diye ayırmamak
Özetle idaren altındaki bütün insanları Allah’ın sana
bir emaneti olarak görmek vardır. Eşit haklara sahip vatandaşların
birlik ve beraberliklerini sağlama vardır.
Ümmet siyasi bir tabir değildir. Müslüman olan herkes
Yüce Peygaberimiz Hz. Muhammed’in ümmetidir. Ama
bu ülkede yaşayan herkes tek bir milletin mensubudur. Bu
milletin içinde çeşitli etnik kökene sahip insanlar olduğu
gibi başka özelliklere sahip olanlar da vardır. Ve bunların
hepsi Türk Milletinin bir parçasıdır.
İşte Dokuz Işık İslamiyet’ten feyz alarak onun prensiplerini
dikkate alarak Türk Milletinin en üst seviyeye gelmesini
hedeflemektedir. Bunun içindir ki, Dokuz Işık Doktrini
ortaya konduktan sonra özellikle 1980 öncesi her platformda
dile getirilen slogan “Türklük Gurur ve şuuru, İslam
ahlak ve fazileti” sloganı olmuştur. 1985’den sonra da Alparslan
Türkeş bu sloganda yer alan Türklük Gurur ve şuuru’ndaki
“Gurur” kelimesini, “gurur bir süre sonra insanı
kibire götürür, kibir de İslamiyet’te yoktur” diyerek çıkarttırmıştır.
Slogan “Türklük bilinci ve şuuru, İslam Ahlak ve
fazileti” haline getirilmiştir. İslamiyete uyma budur. Yoksa
her siyasi platformda ayetler, hadisler okumak değildir.
Dokuz Işık’ta dikkat çeken başka bir husus da, ta o
yıllarda yani 1980 öncesinde Kur’an-ı Kerim derslerinin
orta öğretimde yer almasını teklif etmesidir. Seçmeli ders
olarak teklif edilen Kur’an-Kerim derslerinin yanısıra Din
Bilgisi derslerinin mecburi olması önerilmektedir. Dokuz
Işık yıllardan beri bir din korkusu yayılmasını yanlış bulmakta
ve Türkiye’de hıristiyan çocuklara verilen hakların
bile verilmediğini söylemektedir. Yani dini eğitimin okullarda
yeterli bir seviyede yer almasını istemektedir.
Ahlakçılık ilkesi, Dokuz Işık Doktrininin esasını teşkil
eden ve ona yön veren ilkelerin başında gelmektedir.
***********************************
4-TOPLUMCULUK
“Toplumculuk demek: Toplum menfaatının, toplum
varlığının, kişi varlığının üzerinde gözetilmesi demektir. Bu
ilke de Türk töresinden kaynağını almaktadır. Türklerin
tarih boyu yaşayışlarında daima milletin varlığı, vatanın
menfaatları, devletin menfaatları ve varlığı kişi varlığının
üzerinde, kişi varlığının önünde yer almıştır. Onun için Milli
Doktrin Dokuz Işıkın toplumculuk ilkesi de bu görüşü ortaya
koymak için Milli Doktrin içinde yer almıştır. Kişiler toplumun
yararını, toplumun yükselmesini, Türk Milletin korunmasını,
yükselmesini, yaşatılmasını her şeyin üzerinde
görecekleri ve her hareketi Türk Milletine yararlı mı yoksa
zararlı mı olur düşüncesiyle değerlendireceklerdir. Bu ilkenin
genel anlamda ifadesi budur. Toplumculuk ilkesi başlıca
iki bölüme ayrılır. Birincisi: Ekonomik görüşü teşkil eden
bölümdür. Diğeri ise sosyal yapıyı ilgilendiren, sosyal görüşü
temsil eden bölümdür. Ekonomik görüşümüzü şöyle
ifade edebiliriz. Türk Milletinin süratle kalkınması, tarımın
modern hale getirmesi ve modern sanayi kurması gerekmektedir.
Bize göre Türkiye bir tarım ülkesi olarak kalamaz.
Türkiye’nin sadece bir tarım ülkesi olduğunu kabul etmek
mümkün değildir. Buna karşılık Türkiye’yi tarımı ihmal ederek
yalnız sanayi ülkesi haline getirmek de düşünülmez. Bir
milletin güçlü olması, bir milletin refahlı ve mutlu olması
hem tarımda hem de sanayide dengeli bir şekilde kalkınmış,
ilerlemiş bulunmasına bağlıdır. Bunun için biz tarıma
da en yüksek önemi vereceğiz, sanayileşmeye de en yüksek
önemi vereceğiz ve her iki alanda milletimizin süratle
ileri gitmesini sağlayacak tedbirleri alacağız. Tarımımızı
ilme ve tekniğe dayanan modern bir tarım haline getireceğiz.
Tükiye’mizi süratle sanayileştireceğiz ve her çeşit modern makinaları, fabrikaları, araçları, gereçleri kendi ilim
adamlarının, teknisyenlerin bilgisiyle ve kendi insanlarının
el emeğiyle kendi topraklarında kurulmuş fabrikalarda yapabilen
bir hale getireceğiz. Ülkemizin kısa zamanda refaha
kavuşabilmesi için tarımda ve sanayide modern, standart,
kitlevi çok üretim sağlamak başlıca hedefimizi teşkil edecektir.
Çok üretim ancak Türkiye’yi refahlı yapabilir ve sıkıntılardan
kurtarabilir. Bununla beraber, bunlardan ayrılmaz
kabul ettiğimiz diğer bir görüş de gerek devlet idaresinde,
gerek milletimizi meydana getiren her vatandaşın
yaşayışında, tasarrufu hâkim kılmak görüşüdür. Yurdumuzda
büyük israflar yapılmaktadır. İsrafların önlenmesi ve
her alanda tasarrufa giddilmesi sermaye birikimi sağlamakta
ve Türkiye’nin süratle kalkınmasını teminde başvuracağımız
tedbirlerden birisi olacaktır. Çok üretim sağlamak,
çok ihracatta bulunabilmek ve aynı zamanda tasarrufu
hâkim kılan bir yaşayışı memleketimizde yürürlüğe koymak
Türkiye’mizin kalkınmasını sağlayacak genel esaslardır.
Bunları belirttikten sonra Türk Milletinin kalkınması için
uygulayacağımız model nedir?
Bu model “Üçlü Esasa Dayanan Karma Ekonomi”
modeli olacaktır. Yani hem özel teşebbüs desteklenecek,
yardım görecek hem devlet eliyle kamu yatırımları yapılacak
hem de bunlardan başka milletimizin insanlarını sosyal
dilimler, gruplar halinde, kooperatifler halinde, üretim ve
tüketim birlikleri halinde teşkilatlandırarak, tasarruf sandıkları
kurarak, Meyak gibi, Oyak gibi kuruluşlar meydana
getirerek millet eliyle yatırımlar yapılması sağlanacaktır.
Özel sektör, kamu sektörü ve millet sektörü halinde Türkiye
ekonomisinin tanzimi sağlanacaktır. Türk Milletini altı
sosyal dilim halinde mütalaa etmek mümkündür. Bu gün
milletimizi meydana getiren insanları yaşayışları, mesleklere
bölünmeleri yönünden incelediğimiz zaman %65’ni teşkil eden kısmının (Not: Bu oran ve bundan sonra geçecek
rakamlar ve oranlar 1977 yılındaki oran ve rakamlardır.)
köylü olduğunu, köylerde yaşadığını ve çiftçilikle geçindiğini
görmekteyiz. Bunlardan başka sayıları 4,5-5 milyonu
bulan bir esnaf kütlesinin bulunduğu da bir gerçektir. Bunun
yanısıra bir memur tabakasını, sayısı bu gün üç milyonu
bulan bir işçi grubunu görmekteyiz. Bunlardan başka da
serbest meslek erbabı dediğimiz bir grup vardır. Avukat
gibi, doktor gibi, eczacı gibi kendi bilgileri ve emekleriyle
serbest olarak çalışan insanlarımızın meydana getirdiği bir
grubu görmekteyiz. Bunların yanısıra bir de işveren grubu
vardır. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz. Köylü dilimi, İşçi
dilimi, esnaf dilimi, memur dilimi, işveren dilimi, serbest
meslek mensupları dilimi. Böylece Türk toplumunun bugünkü
sosyal yapısı itibariyle 6 sosyal dilimden meydana
geldiği görülmektedir.
Dokuz Işık’ın ekonomik görüşüne göre bu 6 sosyal dilimin
kendi içerisinde teşkilatlandırılması gerekmektedir.
Kendi içinde bu sosyal dilimin ayrı ayrı bir tasarruf teşkilatı
kurması gerekmektedir. Milli doktrinin görüşüne göre mülkiyet
hakkı insanlar için vazgeçilmez kutsal bir haktır. İnsan
tabiatına uygun bir haktır. İnsan kendisinin olan bir şeye
sahip çıkar. Kendisinin olan bir şeyi korur, saklar, onun bakımını
sağlar. Kendisinin olmayan bir şeyle ilgisi zayıflar
veya hiç kalmaz. Bunun için Milli Doktrin Dokuz Işık mülkiyeti
insan haklarının vazgeçilmez bir bölümü kabul etmektedir.
Fakat mülkiyetin kapitalist sistemde olduğu gibi belirli
kimselerin üzerinde sulta kurmak vasıtası olarak kullanılmasına
karşıdır.
Dokuz Işıkcı Ekonomik Görüş, bir toplumda, o toplumu
meydana getiren kişilerin her birinin ayrı ayrı mülkiyet
sahibi olması görüşüdür. Onun için Milli Doktrin mülkiyeti
bütün vatandaşlara, halka yaygınlaştırma ilkesini kabul
etmiştir. Bu maksatla her sosyal dilim bir tasarruf sandığına,
bir tasarruf teşkilatına sahip olacaktır. Bu gün yurdumuzda
kurulmuş olan Oyak gibi, kurulmaya çalışılan Meyak
gibi. Bu tasarruf sandıklarında, her vatandaşın kendi imkânlarına
göre toplanan tasarrufları millet sektörünün yapacağı
yatırımları meydana getirecektir. Bu yatırımların
sahipleri bu tasarrufları yapan kişiler olacaktır. Hisse senetleri
vasıtasıyla kurulan fabrikalar, kurulan tesisler bu tasarrufları
yapan vatandaşlarımızın malı olacaktır, mülkü olacaktır.
Böylece her vatandaşa mülkiyet hakkı sağlanacak ve
mülkiyet yaygınlaştırılmış hale getirilecektir. Dokuz Işık’ın
öngördüğü ekonomik model budur. Bunun yanısıra Türkiye’nin
kalkınması için hızlı, büyük yatırımlara girişmek ihtiyacı
vardır. Hızlı büyük yatırımlara girmek ihtiyacı
dolayısyla büyük sermaye birikimine ihtiyaç vardır. Bugün
biliyoruz ki Türkiye’de büyük sermaye birikimi şöyle dursun,
normal sayılacak bir sermaye birikimi dahi yoktur. O
halde süratle büyük yatırımları sağlamak için büyük sermaye
birikimi nasıl nasıl sağlanır, nasıl temin edilir? Bunların
temini için Dokuz Işık’ın öngürdüğü yollar şunlardır:
Birisi millet sektöründe açıklandığı üzere Türk Milletinin
tasarrufa sevk edilmesi ve tasarruf dolayısyla her vatandaşın
sahip olduğu küçük imkânların birleştirilerek büyük
sermaye birikimi sağlanması yolu olacaktır. İkincisi;
halkın kullanılmayan emeğinin kullanılması. Halk enerjisinin
seferber edilmesi yoluna başvurulacaktır. Bu gün Türkiye’de
2 milyonu aşan işsiz vardır. Bunlar açık işsizlerdir.
Bunun yanısıra 8 milyon civarında da gizli işsiz bulunmaktadır.
Böylece toplam olarak, senenin üçte ikisinde 10 milyon
insanımız işsiz durumdadır. Yani on milyon Türk vatandaşının
emeği değerlendirilmemektedir. Biliyoruz ki
insan emeği zamana bağımlı olarak değerlendirilmedikçe,
zaman aşımıyla muhafazası, depolanması ve gerektiği zaman
kullanılması mümkün olmayan bir varlıktır. Bu sebepten
insan emeğini zamanında, ilmi şekilde, randımanlı şekilde
değerlendirmek gerekmektedir. On milyon insanımızın,
yılın üçte iki zamanında emeklerinin değerlendirilmemesi
demek ne demektir? Bir insanın bugün günlüğünü yüz
lira kabul etsek on milyon insanın emeğinin değeri bir milyar
Türk lirası etmektedir. Bunun bir ayda hesabını çıkaracak
olursak otuz milyar lira etmektedir. Bir yıllık hesabını
çıkaracak olursak üçyüz altmış milyar lira etmektedir. Demek
ki bu insanların 8 ay işsiz kaldıklarını kabul etsek, Türkiye’nin
yılda iki yüz kırk milyar lira, insanlarının emeğini
değerlendiremediği için kayba uğradığını görmekteyiz.
Hâlbuki insan emeğini, insan enerjisini seferber edebildiğimiz
takdirde, vatandaşlarımızın iki yüz kırk milyar
yıllık değer ifade eden bu emekleri, Türkiye’nin kalkınmasında
büyük bir hamle meydana getirir. İşte Milli Doktrin
bunu sağlamayı amaç edinmektedir.
Bunun yanısıra Türkiye’nin kalkınmasını sağlamada
öncelikler tayin etmek zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Bugüne
kadar Türkiye’yi idare eden iktidarlar, bu öncelikler
tayininde yanılmışlardır veyahut da öncelikler tayinini düşünmemişlerdir.
Türkiye’nin bir an önce kalkınması, refaha
kavuşması, güçlü hale gelmesi her şeyden önce onun modern
sanayie sahip olması, modern tarıma sahip olmasıyla
mümkündür. O halde yatırımları öncelikle bunu sağlamaya
yöneltmek lazımdır. Süratle Türkiye’nin bütün tarımını teşkilatlandırmak,
modern hale getirmek ve Türkiye’yi süratle
sanayileştirmek yönüne giderek yatırımları yoğunlaştırmak
lazımdır. Buna katkıda bulunmayan alanlara yatırım yapmak
doğru değildir. Bunları daha sonralara bırakmak lazımdır.
Misal ne olabilir? Misal: süslü binalar yapmak, opera binaları yapmak, kapalı spor salonları yapmak gibi faaliyetlerdir.
Bunu söylemekle spor faaliyetlerine karşı olduğumuz
veyahut sanat faaliyetlerine, tiyatro faaliyetlerine
karşı olduğumuz anlamı çıkmamalıdır. Fakat öncelikle Türk
üretimini artıracak, Türkiye’nin üretimini çoğaltacak ve bu
yoldan Türkiye’nin gelirini, iktisadi gücünü artıracak faaliyetlerin
yapılması gereklidir. Gelir sağlandıktan sonra, refah
sağlandıktan sonra bu gibi imar faaliyetlerinin yapılması
çok kolaylaşmış olur. Bunları bir sıraya koymak görüşünü
savunmaktayız. Yani biz, hemen ekonomiye katkıda bulunmayan
ve üretimin artışını sağlamayan yatırımlara ölü
yatırım demekteyiz. Türkiye’yi kalkındırmak için ölü yatırımlardan
kaçınmak lazımdır. Ölü yatırım dediğimiz zaman
şunu kasdetmekteyiz. Yatırdığımız sermayenin hemen Türk
ekonomisine fazla üretim sağlamayan, fazla gelir sağlamayan
teşebbüsler demektir. Bunun yanısıra memleketin sahip
olduğu, tabii bir çok imkânları süratle değerlendirmek
gerekmektedir.
Türkiye’nin hızla kalkınmasında başvurulması
icabeden tedbirlerin bir de sahip olduğumuz tabii kaynakları
süratle seferber etmek, değerlendirmektir. Bundan
başka çeşitli ekonomik faaliyetler ve dış ticaret konularında
devletçe enerjik tedbirler alınması görüşündeyiz.
Toplumculuk ilkesinde gözettiğimiz husular üç ayrı
bölümde açıklanabilir:
I- Özel teşebbüs: Toplumun kalkınmasında özel teşebbüs
desteklenecek, himaye edilecektir. Ancak bu konuda
işverenle işçinin karşılıklı olarak haklarının korunması ve
bu iki tarafın münasebetlerinin milletin zararına olmayacak
şekilde kontrol, tanzim ve nezaret altında bulundurulması
şarttır. Demek ki, özel teşebbüsü korumak, himaye etmek
amacımızdır. Fakat bunu yaparken işveren işçi ilişkilerini
karşılıklı olarak iki tarafın da haklarını koruyacak ve her iki
tarafın münasebetlerinin milletin zararına olmayacak şekilde
denetlenmesi, düzenlenmesi, nezaret altında bulundurulması
esasını şart koşuyoruz.
II-Küçük sermayenin birleşmesi: Memleketimizde
yapılması gereken pek çok büyük iş vardır. Bunların başarılması
için halkın elindeki küçük tasarrufların teşvik edilerek,
devlet tarafından tanzim ve organize edilerek birleştirilip
halkın sermayedar olacağı büyük ekonomik teşebbüslere
girişilmesini gaye edinen bir görüşe sahibiz. Ayrı ayrı
kimselerin elinde bulunan küçük tasarruflar, mesela on bin
kişinin yirmi bin kişinin katılıp birleşmesiyle büyük sermaye
haline gelir ve bu sermaye büyük tesislerin kurulmasını
sağlar. Bu nasıl olacaktır? Halkımız buna alışmıştır. Halkı
buna teşvik etmek, alıştırmak, cesaretlendirmek, organize
etmek ve ön ayak olmak devletin görevleri arasında olacaktır.
Bunun dışında yapılması icap eden birçok büyük işin
ayrıca yine devlet eliyle bizzat ele alınarak başarılması gerekir.
Bugün Amerika gibi en kapitalist memleketlerde dahi,
bazı büyük işler vardır ki, tamamiyle devlet tarafından
yapılmaktadır. Bunlar mesela: Atom, füze araştırmaları ve
ilmi araştırmalar gibi büyük organizasyon isteyen, büyük
masraflar isteyen işlerdir. Bunların tamamiyle devletçe ele
alınıp planlanması ve süratle başarılması esasını içine alan
bir görüşü tutuyoruz.
III-Sosyal yardım ve güvenlik teşkilatı: Bu da, Türk
Milletini içine alacak bir sosyal yardımlaşma ve güvenlik
teşkilatı meydana getirmek görüşüdür. Türk Milleti bugün
sosyal bakımından organize edilmemiş, dağınık bir durumdadır.
Eskiden onun bir takım sosyal bağları, sosyal kuruluşları
vardı. Bunlar dağıldı, yıkıldı. Mesela eskiden vakıflar
vardı, mahalle heyetleri vardı. O günün şartlarına göre,
zamana uygun düşecek bir takım sosyal ve ekonomik organizasyonlar
vardı. Loncalar vardı, loncaların da aynı zamanda
sosyal fonksiyonları vardı. Bunlar zamanla yok oldu,
kalktı.
Bu gün milleti tekrar organize etmek lazım geliyor.
Bunların en başında gelen işlerden birisi de bütün halkı
içine alacak bir sosyal yardımlaşma ve sosyal güvenlik teşkilatı
kurmaktır. Yani Türkiye içerisinde hiç kimse sahipsiz,
yardımsız, himayesiz, desteksiz, işsiz kalmamalı, kalmak
korkusuna düşmemelidir. Bir ailenin reisi mi öldü, çocukları,
ailesi mutlaka bu teşkilat tarafından derhal himaye
edilmelidir. Çocukları okuyacaksa, okutulmalı, tahsillerine
devam ettirilmelidir. Ailesine iş bulunmalıdır. Bütün bu
problemleri üzerine alan bir organizasyon meydana getirilmelidir.
Böyle bir organizasyon olmaksızın cemiyette
büyük haksızlıklar, büyük facialar meydana gelir ve böyle
bir durum milleti sıhhatli olmaktan çıkarır. Birçok yerlerde
sizler, kendiniz de, bu gibi olaylara herhalde tesadüf ediyorsunuz.
Bunları önleyecek böyle bir organizasyon kurmayı
esas kabul eden bir görüşün sahibiyiz. Yani toplum
içerisinde herkes bilecek ki, herkesin sosyal güvenliği sağlanmıştır.
İş mi? Başvuracaksınız, iş verecek. Hastalık mı?
Tedavi görecek. Tahsil mi? Çocuğuna tahsil imkânı sağlayacak.
Ayrıca sağlık ve adalet güvenliği, sağlanmasını düşündüğümüz
bir diğer iştir. Yani bir dava ve mahkeme konusu
olduğu zaman, vatandaş ihtiyacı olan avukat, mahkeme
masrafı ve diğer zaruri masraflar gibi yardımları kolayca
elde edebilmelidir. Bugünkü gibi öyle parası olanın
kendisine çifter çifter avukatı tutup, şahit masraflarını
ödeyip hukuk imkânlarından rahatça faydalanması ve parası
olmayan vatandaşların ise, bunlardan yoksun kalarak
haklarını koruyamaması durumu ortadan kaldırılmalıdır.
Ayrıca ceza ve tevkif evlerinin durumu da insanlığa yakışır
şekilde islah edilmeli ve oraya düşen vatandaşlar tam bir
imkân eşitliğine kavuşturulmalı, henüz sanık durumunda
olan vatandaşın haysiyeti korunmalıdır.
Toplumculuk ilkemizin içine aldığı önemli bir husus
da şudur:
Türk Milleti yüzyıllar boyunca büyük ihmallere uğramış,
sıkıntılara düşmüş, felaketler geçirmiş bir millet olduğu
için özellikle halk ve köylü, aydınlara, kendisine yol göstermeye,
yardım etmeye gelenlere karşı güvensizdir ve
aynı zamanda ümitsizdir. Yani kötümserdir. Bunun en açık
misalini şarkılarımızda, türkülerimizde görürüz. Daima bir
kötümserlik sonucu olarak halkımzda hareket, büyük hamle
yapma kabiliyeti durdurulmuştur. Bunu açmak lazım.
Büyük işlerimizi, büyük tasarılarımızı çözebilmek için
halk enerjisini seferber etmeliyiz. Halkı uyandırmalıyız.
Halkı uyandırabilmek için de güzel sanatları bu amaçla seferber
etmeliyiz. İnsanlara önce neşe, yaşama sevinci ve
şevk aşılamalıyız. Heyecan aşılamalıyız. Neşe, ümit ve şevk
duyan insan yorulmadan çalışabilir; enerji gösterebilir.
Ümütsizliğe düşen, kötümserliğe düşen insan yaşama iştahını
kaybeder. Bunu kendi hayatımızda birçok kere duymuş,
üzgün olduğumuz zamanlarda çalışma isteğimiz olmadığını
anlamışızdır. İşte Türk Milletinin kalkınması için
başvuracağımız önemli çarelerden birisi budur. Sanatı, kültür
faaliyetlerimizi, halkı heyecana getirmek; ona ümit,
zevk, neşe vermek ve böylece halk enerjisini seferber ederek
hareket yaratmak istikametinde kullanmalıyız.
Bunun için de biz bir ilke olarak diyoruz ki, sanat toplum
için, toplum yararına kullanılacaktır. Toplum yararı için
seferber edilecektir. Böylece boşa giden halk enerjisini (ki,
bizim halkın büyük bir çoğunluğu senede üç buçuk ay çalışıyor
geri kalan sekiz buçuk ay bu enerji heder oluyor) seferber
edip, erozyon problemimizin çözülmesi, memleketin
ağaçlandırılması, sulama işleri, yol meseleleri gibi büyük
meselelerimizin halli yolunda faydalanmalıyız. Buna bir
örnek olarak İzmit körfezinden İskenderun’a kadar uzanan
bölgedeki 400 milyon yabani zeytin ağacını gösterebiliriz.
Bu ağaçların hepsi 150-200 milyon lira harcanarak verimli
hale getirilebilir. Aşılanmış bir ağacın değeri bugün 1000
lira civarındadır. Yani bir tarım seferberliği sonucu aşılanacak
ve bugün değeri sıfır olan 400 milyon ağacın değerini
400 milyar Türk lirasına çıkarmak imkânı vardır. Sadece
200 milyon lira haracayarak bugünkü bütçemizin yaklaşık
üç katını sağlamak işten bile değildir.
Bu arada halka yine boş vakitlerini değerlendirecek el
işleri, el sanatları öğretmek, göstermek, okuma melekesi
ve kültürünü artıracak kurslar açmak ve hiçbir dakikasını
heder etmeyecek şekilde organize etmek toplumculuk
prensibi içine aldığımız hususlardan bir diğeridir”. 83
***
Dokuz Işık’ta yer alan toplumculuk görüşü, aslında
“Millet” esaslı bir ideolojinin kendiliğinden ortaya çıkarttığı
bir görüştür diyebiliriz. Liberal felesefede temel olan “ferdiyetçilik”
ile Marksist görüşün esasını teşkil eden “Sınıf”
bilinci Dokuz Işık’ta yer bulmamaktadır. Dokuz Işık’ta, toplumu
esas alan, mülkiyet hakkına saygılı olunurken kapitalizmin
vahşiliklerini ortadan kaldıran, kollektivist sistemler-
(83 9 Işık ve Türkiye. Alparslan Türkeş. 1977. Sayfa:80-81-82-83-84-85-86-87-88-89-90-91-92)
deki hâkim devletçiliği belli bir seviyeye indiren bir görüş
söz konusudur.
Dokuz Işık, doktriner anlamdaki “Üçüncü Yol” özelliğini
ekonomik açıdan da ortaya koymakta, devlet ve özel
sektörün yanısıra “Millet Sektörü” önerisiyle de farklılığını
göstermektedir.
Millet sektörü, o dönemlerde hem sermaye birikimi
temin etmede önemli bir fonksiyon icra ederken, mülkiyetin
yaygınlaşmasında, gelir dağılımındaki adaletin tesis
edilmesinde ana rol oynayan bir özellik taşımaktadır. Bugün
dünyamızda her ülkede en önemli sorunların başında
gelen gelir dağılımı adaletsizliği, bu sektör teklifiyle kuvvetli
devlet kontrolü olmaksızın ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.
Bankacılık sektörünün toplumları sömüren özelliğini
de büyük ölçüde ortadan kaldırmaktadır. Örneğin, daha
önce ziraat için kurulan Ziraat Bankası’ndan, esnaflar için
kurulan Halk Bankası’ndan kullanılan kredi oranları dikkate
alındığında, ziraatle uğraşanların, esnaf olanların kredi kullanma
oranları bugün ne kadardır? Bu bankalardan da yine
malı, mülkü olanlar faydalanmakta, imkânların çok azı ilgili
kesimlere akmaktadır.
Günümüz ekonomik yapısında “Millet Sektörü”nü
özü itibariyle tatbik etmek mümkün olabilir. Bankacılık
sektöründe yapılacak yeni düzenlemeler ve kooperatifvari
birliklere ve çok ortaklı şirketlere verilecek destekler, kredi
müessesesinin proje esasına dayandırılması gibi bir dizi
önlemlerle; Millet sektörü, zaten parası olan büyük şirketlerin
amansız tırmanışını önleyebilir. Mülkiyeti yaygınlaştırabilir.
Her kesimin kurması önerilen tasarruf sandıkları; bu
kesimlere hizmet eden bankalar haline, tasarruf ve yatırım
bankaları haline getirilebilir ve mevcut bankalar buna göre
yeniden düzenlenebilir.
Dokuz Işık’ta ekonomik sistem yeni bir boyutta ele
alınırken işçi haklarına büyük önem verilmekte, iş düzeni
ile ilgili o dönemdeki bazı aksaklıkların giderilmesi teklif
edilmekte ve bunlarla beraber emek sermaye bütünleşmesi
önerilmekte ve bu öneri de milli bütünleşmeyi tam anlamıyla
sağlamak için yapılmaktadır.
Dokuz Işık’ta yer alan Toplumculuk ilkesindeki ekonomik
kalkınmayı daha iyi kavrayabilmek, gelişen şartlara
göre dinamik ve hamleci ekonomik modelleri bulmak ve
tatbik etmek için Türk Milliyetçiliği ile ekonomik kalkınmanın
irtibatlarını belirlemek gerekmektedir.
“Türk Milliyetçiliği, Türk toplumunu büyük hedeflere
yöneltecek en büyük güçtür. Bu büyük hedefler ise bu şuurla
kendine uygun ekonomik sistemi ve kalkınmayı meydana
getirecektir. Kalkınma her toplum için arzulanan bir
durumdur. Kalkınma, bir halden daha üst hale gelme durumudur.
Geçmişte de bugün de her toplumda kalkınma
tartışılmaktadır. Kalkınmak için gayretler sarf edilmektedir.
Çünkü ekonomik kalkınma, büyüme ve gelişme insanlarla
direkt ilgili konulardır. Her türlü ekonomik faaliyetin özünde
onun refahını artırma gayesi vardır. Yine insan, her türlü
ekonomik faaliyette hem bir araç hem de gayedir. Bu nedenledir
ki, insanı ön plana almayan ya da aldı gözükmeyen
hiçbir ekonomik sistem yoktur. Bunun için de her zaman
ekonomik karar ve faaliyetler insanların sonsuz olan
ihtiyaçları çizgisinde devamlı vücut bulurlar. Ekonomik faaliyetler,
ihtiyaçlar paralelinde yoğunlaşırken, ekonomik
ihtiyaçların tek tek insanlara, keza insanların oluşturdukları
çeşitli sosyal kesimlere, mesleklere, iktisadi gurup ve teşekküllere,
baskı ve menfaat gruplarına göre değişmesi, bu
değişik ihtiyaç ve isteklerin birbirleriyle çatışması, kesişmesi,
engellenmesi veya bütünleşmesi, çok yönlü ve karmaşık
meseleleri doğurmaktadır. Sürekli değişen toplum istek ve
ihtiyaçları ise daha değişik boyutlu problemleri meydana
getirmektedir. Böyle olunca insanlar sürekli istemekte,
istek ve arzuları artmaktadır. İşte bu karmaşık ortamda
meydana gelen sonsuz istekler, bu istekleri sistematikleştiren
görüşler, inançlar daima en iyi yol arayışını ayakta tutmaktadır.
İşte milliyetçiliğin toplum kalkınmasında en
önemli rolü burada doğmaktadır. Yoksa insanlık tarihinde
kalkınmak, yükselmek, mutlu olmak, hâkim olmak, kuvvetli
olmak gibi kavramlar hiçbir zaman değişmemiştir ve değişmeyecektir.
Fakat bu değişmeyen kavramların en üst
seviyede gerçekleşmesi ise milletler için milliyetçilik ruhu
ile milliyetçilik anlayışı ile mümkün olabilecektir. Çünkü
milliyetçilik, en üst sınırda kalkınma idealini doğurur. Yarışı
ve üstün gelme duygusunu öne çıkarır. Milliyetçilik bir toplumun
kalkınmasında tek ve değişmeyen bir modeli kabul
etmez. En uygun olanı seçer. Gerçekten de toplumların
ekonomik kalkınmasında değişmez bir yol olmamalıdır.
(Sadece kapitalizm gibi patronlar hâkimiyetine dayanan
sistemlerde, kollektivizm gibi sınıf hakimiyetini esas alan
sistemlerde değişmeyen kalıplar mevcuttur). Çünkü insanların
ihtiyaçları ve bu paralelde istekleri sonsuzdur…
Milliyetçiliğin ekonomik kalkınmada toplumları büyük
hedeflere bir bütün olarak yöneltmesi, toplum içindeki
değişik kesimlerin isteklerinin çatışmasını asgariye indirmesi
ve topluma yön vermesi toplum yapısıyla ekonomik
yapı arasındaki ahengi sağlaması noktasında çok büyük
etkisi vardır.
Ekonomik milliyetçilikte, ekonomik kalkınma hedeflerinin;
milli hedeflerin seçiminde dünyaya yön verme
ideali nihai hedeftir. Sömürmeyi değil ama adil bir ekonomik
yapıyı oluşturma önemlidir. Bu nihai hedefe ulaşmak
için hızla ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmek için öncelikle
toplumun yönlendirilmesi ve isteklendirilmesi şarttır.
Bundan sonra ekonomik kalkınma yolunun seçiminde, tatbikinde
meseleleri çok yönlü ve dikkatli bir şekilde incelemek
gerekmektedir. Yani ülkemizin kaynakları, ihtiyaçları,
istekleri, hedefleri, toplumumuzun değer yargıları, kitlevi
kabiliyetleri, inançları çok objektif bir şekilde ortaya koymak,
ondan sonra iktisat biliminin günümüze kadar gelen
birikimlerinden mevcut dünya ekonomisinin durumu ve
işleyişi de dikkate alınarak faydalanmak ve en uygun yolu
süratle tatbike çalışmak lazımdır.
Ekonomik kalkınma, mevcut durum de üst hedeflere
göre önce bunları gerçekleştirecek bir organizasyonun
tesbitiyle başlar. İktisadi meselelerin hallinde, hangi malların
üretileceği, bunları kimlerin hangi metotlarla istihsal
edeceği, gelirin hangi esaslar dairesinde paylaşılacağını
tesbit etmek, kısaca bütün iktisadi faaliyetleri belli yapılarda,
belli rejimlere dayanarak bir düzene koymak üzere bir
sisteme ihtiyaç vardır. İktisat çeşitli alternatiflere kullanılabilecek
sınırlı imkânlar ile tatmin edilmek istenen ve bitiş
noktası bulunmayan ihtiyaçlar arasındaki ilişkilere ait insan
davranışlarını inceleyen ve yön veren bir bilimdir. Bu meyanda
iktisadın incelemelerine esas olan faaliyetleri, insanların
ihtiyaçlarını karşılamak, içinde bulundukları maddi
şartları düzeltmek, refahlarını artırmak amacına yönelmektedir.
Bu faaliyetlerin hedefi, ihtiyaçlarla bu ihtiyaçları tatmine
yarayan vasıtalar arasındaki gerginliği gidermektir.
İşte bunun içindir ki milletler arasındaki mücadelelerde
ekonomik sömürü; emperyalizm en çok kullanılan
vasıta olmaktadır. Her ülke kendi insanının sonsuz olan
ihtiyaçlarına diğer ülkelerden daha çok ekonomik değer
kazanmak suretiyle cevap vermeye çalışmaktadır. İşte Türk
Milliyetçiliğinin ekonomik kalkınmadaki en önemli etkisi ve
uyandırıcı özelliği burada yatmaktadır.
Milliyetçilik, ekonomik kalkınmada şu sistem veya bu
sistem ön yargısını asla taşımamaktadır. Çünkü milliyetçilikte
aslolan en iyi yolu bulmaktır. Bu bakımdan Türk Milliyetçiliği
kapitalizm, kollektivizm gibi sistemlere asla bir
bütün olarak angaje olmak istemez. Bu sistemlerden faydalanabilir.
Bu sistemlerden kendine uygun metodları seçip
kullanabilir, ancak kesinlikle milli hedeflerine göre bir
ekonomik sistem kurar.
Bu sistemi kurarken;
a) En üst milli hedeflerini tesbit eder,
b) Ülkemizin ekonomik seviyesini, birikimlerini, kaynaklarını
ve mevcut ekonomik teşkilatlanmayı ortaya koyar.
Bu duruma göre milli hedefleri gerçekleştirecek kadro
tesbitini yapar. Kadro açıklarını gideecek yolları bulur.
c) Milli hedeflere varacak, asrı aşacak bir çalışma
temposuna hangi cazibe ve kuvvet merkezlerinden hareketle
ve hangi düzeylerdeki isteklendirmelerle varılabileceğini
belirler.
Ve neticede, hızlı ve topyekün bir kalkınmayı meydana
getirecek sistemi ve kadrolaşmayı meydana getirerek,
milletler arasındaki ekonomik mücadelede açığı hızla
kapatacak ve hedefe varacak şekilde yerini alır.
Türk Milliyetçiliği açısından ekonomik kalkınmada
hedefler, bu hedeflere varmadaki zihniyet ve dünya görüşü,
yeni ve büyük bir uyanışın doğuracağı hızlı ve topyekün
çalışma, iktisat biliminin ortaya koyduğu ekonomik kaidelerin
tesbitinden önce gelir ve bunlardan daha önemlidir.
Çünkü aslolan ana hedefler ve bu ana hedeflere göre ortaya
çıkacak ana organizasyondur. Onun için isteklendirme,
yönlendirme ve eğitim kalkınmanın ana ateşleyici unsurları
olmaktadır. Milliyetçilik ise isteklendirmeyi, yönlendirmeyi
ve eğitimi en uygun ve en üst sınırda gerçekleştirecek olan
büyük bir güçtür.
Hızla kalkınmanın, diğer ülkeleri geride bırakacak bir
kalkınmanın, ekonomik sömürüye karşı çıkabilecek, yeni
emperyalizme karşı dirençli olabilecek bir kalkınmanın gerçekleştirilmesi
için öncelikle toplumun bu noktalarda
uyandırılması gerekmektedir. Bu yeni uyanışı yapacak olan
Ülkücü Kalkınma Mimarları’dır.
İşte bugün, Türk Milliyetçiliği açısından Ekonomik
kalkınmanın önemi, “Gelişmecilik” ilkesinin önemi burada
ortaya çıkmaktadır.
Türk Milliyetçiliği ile ekonomik kalkınma arasında ayrıca
ekonominin manevi ihtiyaçları ve manevi geçişleri yönünden
de irtibatlar vardır.
Çünkü ekonomi kendi kuralları içerisinde işlerken,
ekonominin çoğu noktalarda diğer sosyal bilimlerle olan
müştereklikleri vardır. Ekonomi bilhassa başta siyaset olmak
üzere sosyal ilimlerle zaman zaman müstakil bir tetkike
imkân vermeyecek kadar yakından bağlıdır.
Hatta çoğu İslam düşünürü iktisat bilimini politika ve
ahlak bilimiyle birlikte pratik bilimler sınıfına sokmaktadırlar.
İktisadı bağımlı bir bilim ve politikanın bir parçası olarak
kabul etmektedirler.
İbn-i Haldun, ‘Devletin ve egemenliğin sürdürülmesi
çabasının kaynaklandığı temel amaç ekonomiktir’ diyerek
devletin varoluş amacını ekonomiye bağlamaktadır.
Gerçekten de günümüzde ekonomik faaliyetler ne
kadar serbest olursa olsun, devlet ekonomik faaliyetlerde
ne kadar arınırsa arınsın yönetimin güçlü olmasını, bürokrasinin
daha etkin olmasını doğurmakta, bu da iktisadi faaliyetlerin
büyümesini sağlamaktadır.
Günümüzde ekonomik istikrarın büyük ölçüde idari
istikrara bağlı olduğu bir gerçektir.
Türk Milliyetçiliği ile ekonomik kalkınmanın ahlak
ve adalet açısından da ciddi ilişkileri vardır.
Bir ülkede asgari geçim seviyesi altında çok sayıda
insan yer alırken öte yanda büyük servetler çok az sayıda
insanın elinde bulunursa, bu durum Türk Milliyetçiliği açısından
kabul edilebilir bir durum değildir.
Cadde ve sokaklarımızı süpüren çöpçümüzle, Cumhurbaşkanı
mevkiinde oturan en üst yöneticimizi sevgi açısından,
ilgilenme açısından bir tutan Türk Milliyetçiliğinin
gelir dağılımındaki büyük çarpıklıklara seyirci kalması
mümkün değildir.
Toplumculuğun bir önemli yönü yaygın mülkiyet
anlayışına sahip çıkması, ekonomik imkânlar açısından herkese
fırsat eşitliği tanımasıdır.
Milletini sınıf, mevki farkı gözetmeksizin bir bütün
olarak kabul eden ve her ferdine karşı derin bir bağlılık ve
sevgi duyan Türk Milliyetçiliğinin ekonomik adaleti sağlamada
ilgisiz kalması da düşünülmemelidir.
Türk Milliyetçiliği açısından köşe başında dilenen bir
insan, çamura batmış bir Türk bayrağı gibi addedilir. Nasıl
ki bu bayrak yıkanır, ütülenir ve layık olduğu yere asılır,
köşe başında dilenen insan da insanca yaşayacak düzeye
muhakkak surette getirilir” 84
Dokuz Işık’ta ve toplumculuk ilkesinde ekonomik
kalkınmanın birinci hedefi güçlü ve büyük bir Türkiye’dir.
Nihai hedefi ise bütün dünyayı kapsayan EKONOMİK
TURANCILIKtır. Ekonomik Turancılık, dünyada sömürüye
(84 Ekonomik Milliyetçilik.-Ekonomik Turancılık- Rıza Müftüoğlu. Ankara.1997. Sayfa:54-55-56-57-58-59)
dayanmayan adil bir ekonomik düzenin kurulması esasına
dayanır.
9 Işık eserinde dikkat çeken ve günümüz siyasi yapılanmasını
büyük ölçüde değiştirecek olan teklif, 6 sosyal
dilime göre siyasi teşkilatlanmadır. Bu altı sosyal dilimi
ekonomik kalkınmada da güç kaynağı olarak gören Alparslan
Türkeş, siyasi demokrasi olarak tanımladığı bugünkü
siyasi düzeni millet için çok zararlı görmektedir ve Marksist
devlette nasıl ki bir sınıf hâkimiyeti varsa aynı şekilde bugünkü
düzende de bir avuç kesimin hakimiyeti olduğunu
iddia etmekte, bunu anlatmakta ve altı sosyal dilime dayalı
bir sistem önermektedir. Bunu da “Milli demokrasi” olarak
adlandırmaktadır. Buradaki milli ifadesi, millete dayanması
açısından doğmaktadır. “Milli devlet”, “Milli demokrasi”
kavramları Kapitalist ve Marksist sistemlere karşı “Millet”i
esas alan anlayışın eseri olmaktadır.
Tek başkan, tek meclis ve altı sosyal dilime dayalı bir
meclis oluşumu, bugünkü siyasi partilerin yapısını da otomatikman
değiştirecek özelliktedir. Her sosyal dilimden
uygun sayıda ve uygun oranda milletvekilinin Türkiye Büyük
Millet Meclisi’ne gelmesi demek, siyasi partilerin de
yönetimlerini altı sosyal dilime göre oluşturması demektir.
Bu öneride önemli olan hususlardan biri de; ülke sorunlarının
süratle çözülmesini hedeflemesidir. Çünkü her kesim
kendi temsilcisini meclise milletvekili olarak gönderirken,
kendi sorunlarını en iyi şekilde çözecek, kendi kesimini en
iyi şekilde temsil edecek, haklarını koruyacak, yeni haklar
alacak kişileri tercih edecektir. Siyasi parti liderleri de buna
mecburen uyacaktır. Bugün olduğu gibi lider sultası olmayacaktır.
Ne siyasi partilerin yönetiminin oluşmasında, ne
milletvekillerinin seçilmesinde ne de meclisin çalışmasında
lider sultası olmayacaktır. “Başkanlık sistemi önerisiyle
otoriter bir yönetim öneriliyor” görüşü, meclisin oluşum
şekliyle ortadan kalkmakta, Başkanlık sisteminin sadece
hızlı karar ve uygulamalarla ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Bütün bunları 9 Işık adlı eser “Demokratik milliyetçi
devlet” ifadesi ile bir araya getirmektedir. Demokratik Milliyetçi
Devlet’te ekonominin millileşmesi; öncelikle kendi
öz kaynak ve kuvvetlerine dayanması prensibi mevcuttur.
Ancak burada da, bir avuç ferdin veya bir sınıfın menfaatlerini
gözeten bir devlet yapısına şiddetle karşı çıkılmakta,
milletin bütün fertlerinin yükselmesi öngörülmektedir. Bu
öngörü ile hem devleti, hem ekonomiyi, hem de sosyal ve
siyasi yapıyı yeniden, millet esasına, fert esasına göre düzenlemektedir.
Toplumculuk ilkesi paralelinde yer alan Demokratik
Milliyetçilik’le de milletin bütününü kucaklama hedefi
mevcuttur.
9 Işık adlı eserde ayrı bir kesim olarak yurt dışında
yaşayan vatandaşlarımız ele alınmış ve bunların sorunları o
günkü şartlarda çözümlenmeye çalışılmıştır. Yani yurt dışında
yaşayan vatandaşlarımız, toplumculuk çerçevesinde
9 Işık’ta ayrı bir ilgi alanı olmuştur.
Toplumculuk ilkesinde başta idari ve içtimai reformlar
olmak üzere bir dizi reform teklifi söz konusudur. Bütün
bu reform teklifleri o günkü şartlarda mevcut olan aksaklıkları
gidermek için önerilmiştir. Gelişmecilik ilkesiyle Toplumculuk
ilkesi bu yönde birlikte mütalaa edildiğinde, “Dokuz
Işık her dönem gelişen ve değişen ihtiyaçlara göre yeni
reformlar önermektedir” diyebiliriz.
Dokuz Işık’ta yer alan toplumculuk ilkesinin büyük
çapta ekonomik, sosyal, siyasi reformlar önermesi, bu ilkeyi
ülke meselelerinin çözümünde öne çıkarmış ve “Milliyetçi
Toplumcu” düzen kavramını bir dönem slogan haline
getirmiştir. Hatta bu slogan o dönemlerde “Dokuz Işıkçı”
lığı gölgede bırakan bir hüviyet bile arz etmiştir. Bundan
dolayı 1980 öncesinde “Milliyetçi Toplumculuk”, “Nasyonal
sosyalizm” ile eş değer görülürek Dokuz Işıkçılara faşist
suçlamasında bile bulunulmuştur. Ancak pek tabidir ki,
Dokuz Işık Doktrini 9 ilkesiyle birlikte ele alındığında bir
mana ifade eder. Birkaç ilkesiyle ortaya çıkmak veya birkaç
ilkesini öne çıkarmak doğru değildir. Dokuz Işık, 9 ilkesiyle
birlikte bir doktrindir.
**********************
5-İLİMCİLİK
“Bugün dünya üzerinde ilimdeki büyük gelişmeler insanlığa
uçsuz bucaksız gelişme ve mutluluk ufukları açmıştır.
Bir memleketin refahlı olması, güçlü olması her şeyden
önce o memlekette yaşayan insanların ilimde, teknikte ileri
bir seviyeye ulaşmış olmaları ile mümkündür. Bir milletin
askeri gücü de ilim ve teknik gücüne, medeni seviyesine
bağlıdır. İlimde, teknikte geri kalmış bir ülkenin insanları ne
kadar kahraman yaratılışlı olurlarsa olsunlar, onların milli
savunma yönünden, askerlik yönünden güçlü olmaları
mümkün değildir. Bu sebeplerden Türkiye’yi kalkındırmayı
düşünürken Türk Milletinin hızla bir an önce refaha kavuşmasını,
mutluluğa kavuşmasını ve güçlü bir varlığa sahip
olmasını sağlamak için ilim ve teknikte büyük bir ilerleme
kaydetmek mecburiyetindeyiz.
Bunun için Türkiye’nin ilimde, teknikte süratle en
yüksek seviyeye çıkmasını, hızla modern sanayii kurmasını,
tarımını modernleştirilmesini sağlamak için dünya çapında
yüksek kaliteli, liyakatli ilim adamları ve teknisyenler yetiştirmek
zorunluğu vardır. Bu vasıfta insan gücü yetiştirmedikçe
Türkiye’nin ilimde, teknikte süratle ilerlemesi ve modern
sanayie sahip olması, tarımını modernleştirmesi
mümkün olamaz. Bunun için Türkiye her şeyden önce öğrenimde
bulunan gençler içinden en kabiliyetlilerini seçerek
bunlara geniş öğrenim imkânları sağlanmalı ve süratle
dünya çapında her konuda yüksek seviyeli ilim adamları ve
teknisyenler kadrosunu kurmalıdır. İster Matematikte,
ister Fizik’te, ister Kimya’da, ister Tarım bilgilerinde, ister
Sosyal bilimlerde olsun dünya çapında ve en yetenekli bilim
adamları yetiştirmek ve Türkiye’yi kalkındırmaya yetecek
bir ilim adamları kadrosunu teşkil etmek Türkiye için
başlıca önemli meseleyi teşkil etmektedir. Bu güne kadar
Türkiye’yi idare eden iktidarlar bu konuyu karıştırmışlardır.
Türkiye için her kasabada ortaokul, liseler açmak, her yerde
okulları çoğaltmak başlı başına Türkiye’nin meselelerini
çözmeye yetmez. Öncelikler tespit etmek zorunluluğu vardır.
Öncelikleri düşündüğümüz zaman da Türkiye’nin kalkınmasını
sağlamada birinci öncelik yüksek seviyeli,
liyakatlı ve üstün kaliteli ilim adamları, teknisiyenler kadrosunu
kurmaya önem vermek gerekmektedir. Birinci öncelik
burdadır. Böyle bir kadro kurulduktan sonra bu kadronun
varlığı sayesinde Türkiye’nin süratle madern sanayie sahip
olması ve tarımı modernleştirmesi mümkün olacaktır. Ve
bu üstün, seçkin ilim adamları kadrosu sayesinde Türkiye
ilim ve teknik yönünden büyük bir güç elde etmiş olacaktır.
Buna işaret etmeyi çok gerekli saymaktayım.
Bunun yanısıra Milli eğitim ele alınması ve Milli Eğitimin
Türkiye’nin ilimde, teknikte süratle dünyanın en ileri
gitmiş ülkesi haline gelmesini sağlayacak bir planlama
yapmak ve buna göre bir Milli Eğitim faaliyeti göstermek
gerekmektedir.
Milli Eğitimin başlıca dört gayesi olduğu ortaya konulmalıdır.
Bu gayeleri sırayla şöyle ifade edebiliriz:
Birincisi, Türk insanını yaşı ne olursa olsun Türk Milletinin
tarihinden şuur almış olan, Türk geleneklerinden
şuur almış olan, Türk Milletinin Milliyetçilik duygularıyla ve
manevi değerleriyle beslenmiş olan insanlar olarak yetiştirmek
teşkil etmelidir. Milli Eğitimin birinci gayesi bu olmalıdır.
Türk insanını Türk Milletinin örnek bir kişisi, Türk
Milletinin bütün vasıflarını üzerinde taşıyan, müşterek vasıfları
benimsemiş insan olarak yetiştirmek olmalıdır. Kendi
tarihinden habersiz, geleneklerinden habersiz, örfünden
habersiz, manevi değerlerinden habersiz çıplak bir varlık
olarak insanlarımızın yetişmesi, yurdumuzun büyük zaafını
teşkil etmektedir.
İkinci gaye: Milli Eğitim Türk milletinin sosyal ve ekonomik
ihtiyaçlarına göre hedeflerini tayin etmeli ve Türk
insanını ona göre yetiştirmelidir. Türk Milletinin sosyal ve
ekonomik ihtiyaçları önce tespit edilmelidir. Yani Türkiye’nin
modern sanati kurması, Türkiye’nin modern tarım
kurması, Türk toplumunun kalkınması için ne kadar doktora
ihtiyacı vardır, ne kadar kimyagere ihtiyaç vardır, ne
kadar mühendise ve Yüksek mühendise ihtiyacı vardır, ne
kadar makine mühendisine ihtiyacı vardır, ne kadar öğretmene
ihtiyacı vardır, ne kadar tornacıya, tesviyeciye ihtiyacı
vardır; bunlar gayet dikkatli olarak, ilmi bir şekilde tespit
edilmeli ve Türk toplumunun bu sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarına
göre Milli Eğitimin hedefleri tespit edilerek ona
göre okullar açılmalı, ona göre teşkilatlanma yapılmalı ve
bu okullar ona göre öğrenciler alınarak bu hedeflere göre
Türk insanı eğitilerek yetiştirilmelidir.
Milli Eğitimin üçüncü gayesi: Türk insanını topluma
yük olmadan yaşayacak, üretici olarak yetişecek ve topluma
katkıda bulunacak şekilde yetiştirilmesi esas olmalıdır.
Okullardan bir takım gereksiz bilgi yüküyle yüklenmiş
ve gözünü devlet kapısına dikmiş, devlet kapısında memuriyet
peşine düşmüş insanlar yetiştirmek özellikle bundan
sonra, memleketimiz için çok zararlı ve tehlikelidir. Türk
insanını üretici olacak şekilde yetiştirmek, Türk toplumuna
katkıda bulunacak şekilde yetiştirmek, hem de bu ruhta,
bu anlayışta, bu zihniyette yetiştirmek büyük önem taşımaktadır.
Dördüncü gaye: Bu gün dünya üzerinde tekniğin,
teknik bilginin önemi hayatı derecede artmıştır. Bunun için
Türk çocuklarını teknik eğitime yönelik yetiştirmek gerek
mektedir. Türk çocuklarını, Türkiye’nin ihtiyacı olan kalkınmayı
sağlayacak bir eğitim göstererek yetiştirmek yoluna
gidilmelidir. İlim ve teknik milletlerin sayısı ne olursa
olsun, durumu ne olursa olsun diğer milletler arasında durumunu
sağlamlaştırmakta ve etkin hale getirmektedir.
Bunun için bu konu Türk Milleti için de hayati değer taşımaktadır.
Karşılaşılan her olayı, önümüze getirilen her meseleyi
gördüğümüz her işi ön yargılardan ayrılarak, art düşüncelerden
sıyrılarak gerçekçi bir gözle görmek ve ilim zihniyetiyle
bunu muhakeme etmek, değerlendirmek başlıca usul
olmalıdır. Her çeşit peşin hükmü kafalardan bir kenara bırakacağız.
Her olayı incelerken ilim metodunu takip edeceğiz.
Bu da nedir? Müşahade, inceleme, araştırma, analiz,
tecrübe ve müspet sonucu bulmak. Demek ki, bütün
memleket meseleleri ile ilgili olayları, tutumları düşünürken
en doğru neticeye varabilmek için uygulayacağımız ilke
ilim metodu, ilim mantalitesi olacaktır ve bütün faaliyetlerimizde
bize yol gösterici olarak ilmi önder kabul edeceğiz.
Bunu da görüşümüze esas olarak almakta çok fayda gördük.
Çünkü çoğu zaman birçok kimselerin ilk hamlede ortaya
ön yargılarla, art düşüncelerle çıkıyor ve daha ilk anda
muhakeme yürütüp, doğru sonuca varma yollarını tıkamış
oluyor. Bunun için ilimciyiz. İlimcilikten de kastettiğimiz
şey, yukarıda da belirttiğimiz gibi, olayları incelerken ilim
mentalitesini, ilim metodunu kullanmak ve her işimizde
ilmi kendimize önder kabul etmektir. Yalnız ve sadece ilmi,
müspet ilmi önder kabul edeceğiz.” 85
***
(85 9 Işık ve Türkiye. Alparslan Türkeş.1977. Sayfa:93-94-95-96-97)
Dokuz Işık’ta yer alan İlimcilik ilkesi bize göre, ideolojilerin
ve doktrinlerin kendiliğinden ördükleri bazı yanlış
duvarları da ortadan kaldıran önemli ilkelerden biridir.
Gerçekten de ilme önem vermeyen hiçbir yönetimin halkını
kalkındırması, yükseltmesi mümkün değildir. İlimcilik
günümüz dünyasında hayatta kalmanın gereksinimi olduğu
gibi dinimizin de emrettiği önemli bir husustur.
Bu bölümde Dokuz Işık, halk ve aydın bütünleşmesine
özellikle işaret etmektedir. Bunun nedeni o dönemin
aydınların büyük bir bölümünün Batılı ülkelerin kültürlerini
yaşama eğiliminde olmalarından; bu batıcı yaşayış modasının
da aydınları halktan koparmasındandır. Aydınların kendi
milli kültürlerini yaşamaları gerektiği, milli kültürle halkla
bütünleşmeleri ve bu şekilde halkı aydınlatmaları gerçeğinden
hareketle Halk-Aydın bütünleşmesi önerilmiştir.
Dokuz Işık’ta her vesilde büyük önem verilen gençliğin
ilme yönelmesi hususu da bu ilkede özellikle vurgulanmaktadır.
Dokuz Işık İlimcilik ilkesindeki okullarla ilgili bir açıklamayı
bugün üniversitelerimiz için tatbik etmek mümkündür.
Bugün hemen hemen her ilde üniversite veya fakülteler
vardır. Bu yaygınlaşma önemlidir. Ancak ilim adamları
yetiştirecek, seçkin yöneticiler yetiştirecek belli üniversiteler
olmalı ve bu üniversiteler öğretim elemanlarını da buna
göre istihdam etmelidir. Diğer bütün üniversite ve fakültelere
girmek sınavsız olurken, bu üniversitelere sınavla, hatta
sadece eğitime yönelik sınavla değil, karakteristik özellikleri
de test edilerek öğrenci alınmalıdır. Bir taraftan eğitimi,
yüksek öğrenimi yaygınlaştırırken öte yandan dünya
çapında ilim adamları, araştırmacılar, yöneticiler yetiştirecek
birkaç öncellikli üniversite olmalı ve bu üniversiteler
her bakımdan bu amaca yönelik donatılmalıdırlar.
İlimcilik ilkesinde Milli Eğitimin milli olması önerilirken,
ilim dilinin Türkçe olması özellikle belirtilmektedir.
Türkçenin ilim dili olması zaten dünyada en çok konuşulan
dillerin içinde 5’ncisırada yer alan Türkçe için zor olmaması
gerekir. Fakat burada işaret edilen ilimdeki ilerleyişin Türkçe
bilinci ile Türkçe’nin ilim dili olmasını sağlayacağı gerçeğidir.
Türkçe’nin ilim dili olması, Dokuz Işığın son hedefi
açısından da önemli görülmektedir.
Türkçe’nin ilim dili olması nihai hedefinin yanı sıra,
ilimde başarı seviyesi ve gençlerimizin temel bilimlere hâkim
olmaları ancak temel bilimleri ana dilleri ile öğrenmeleri
ile artacaktır. Yabancı dil, dünyaya açılabilmeleri ve
rekabet edebilmeleri için muhakkak ki gerekli ve önemlidir.
Ancak, dünyaya açılacak ürünü geliştirirken ya da ürüne
dönüşecek bilimi gerçekleştirirken ana dilinizde yani en iyi
anladığınız dilde öğretim görmeniz önem arz etmektedir.
Dolayısıyla, Türkçe ilim, hem ülkemizi temel bilimlerde ön
plana çıkaracak, hem de Türkçe’nin ilim dili olmasını sağlayacaktır.
***************************
6- HÜRRİYETÇİLİK VE ŞAHSİYETÇİLİK
“İnsanlar için mutluluk her şeyden önce hür olmaya
bağlıdır. İnsanlığı aşağılatan en tiksindirici hal insanların
köle olmaları, köle yapılmalarıdır. Biz Milli Doktrin Dokuz
Işık’ta ne başkalarını uşak olarak kullanmayı, ne de başkalarına
uşak olmayı kabul eden bir görüşü esas almış bulunmaktayız.
İnsanları aşağılatan, en tiksindirici hal olan,
köleliğe karşıyız. Türk Milletinin, Türk Toplumunun her
manada özgür olmasıyla mutlu olacağına, yükselebileceğine
inanmaktayız. Bu bakımdan her ne bahane ile olursa
olsun, her ne isim altında olursa olsun insanları hürriyetsizliğe
sürükleyen her çeşit davranışa karşıyız. Hürriyet derken
sadece siyasi hürriyeti değil, ekonomik hürriyeti, sosyal
hürriyeti, ilim hürriyetini, kısacası İnsan Hakları Beyannamesi’nde
ve Birleşmiş Milletler Anayasası’nda ifadesini
bulan tüm hürriyetleri bir bütün olarak kasdetmekteyiz.
Türk Milleti için uygun gördüğümüz yönetim sistemi
de Hürriyetçi Demokrasi sistemidir. Bu bakımdan Demokratik
Nizamın korunması, geliştirilmesi ve Demokratik Nizam
içinde halkın desteğinin sağlanması Dokuz Işık görüşü
için baslıca esastır.
Yalnız memleketimizde hürriyet birçok zamanlar kalıp,
klişe halinde siyasi bir manada anlaşılmış, kabul edilmiştir.
Böyle bir hürriyet yaşayan bütün insanlar için, bütün
milletler için hürriyet olmaktan çok zaman uzak kalmıştır.
Hürriyet deyince, siyasi hürriyeti esas almayacağız, hürriyeti
bütün bölümleri ile beraber düşünmek ve o şekilde
bir hürriyeti istemeyi esas kabul ediyoruz. Bunlar Birleşmiş
Milletlerin Anayasası’nda yer almış olan hürriyetlerdir. Bu,
söz hürriyeti, yazı hürriyeti, bilim hürriyeti, sosyal hürriyet,
ekonomik hürriyet, korkudan ve baskıdan azade olmak
hürriyeti ve sefaletten kurtulma hürriyeti gibi bütün hürriyetleri
içine alan bir hürriyet görüşüdür. Bir insana ‘Hürsünüz
işte size siyasi haklarınızı tanıyoruz, istediğiniz yere
reyinizi verebilirsiniz’ der, fakat arkasından el altından ‘Şu
tarafa rey vermezseniz işinizden çıkarırım’ korkusunu, tehdidini
koyarsanız, onun hürriyeti bir mana ifade etmez.
Veyahut ‘Bu tarafa rey verirseniz akşam eve giderken beş
tane adam sizi çevirir, adamakıllı döver’ gibi tehdit eder bir
durum ortaya çıkarsa, hürriyetin anlamı kalmaz. Yani hürriyetin
gerçek hürriyet olabilmesi için Birleşmiş Milletler
Anayasası’nda ayrı ayrı sayılmış olan bu hürriyetlerin bütün
olarak herkese sağlanmış olması şarttır.
Hürriyetçilikle beraber şahsiyetçiliği de esas alıyoruz.
İnsanlar şahıslarına karşılıklı saygı ve karşılıklı teminat içinde
bulunmalıdırlar. İnsanlar her zaman hakarete uğrarlarsa,
her zaman haklarından emin durumda bulunmazlarsa,
o insanların o memleket içinde faydalı olmalarına, huzur
içinde olmalarına ve mesut olmalarına imkân yoktur. Onun
için bu prensibimizi de hürriyetçiyiz ve şahsiyetçiyiz diye
ifade ediyoruz.” 86
***
Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik ilkesinde, hürriyete ve
şahsiyete her bakımdan ve derinlemesine verilen önemi
görmekteyiz. Dokuz Işık, sadece Anayasa’da ve kanunlarda
yazılı siyasi bir hürriyeti yeterli görmemektedir. Özellikle
ekonomik hürriyetle, vatandaşların şahsiyetlerini kaybetmeden
iradelerini her bakımdan rahatlıkla kullanmalarını
istemektedir. Ekonomik bağımsızlığını kazanmayan ülkeler
nasıl tam bağımsızlıktan bahsedemezlerse, kişiler için de
(86 9 Işık ve Türkiye. Alparslan Türkeş. 1977. Sayfa:98-99-100)
bu böyledir. Bunun için Dokuz Işık Hürriyetçiliği ayrı bir ilke
olarak ortaya koymuştur.
Dokuz Işık, baskıdan azade olmak hürriyeti ile yine iktidar
gücünün kötüye kullanılmasını önleyen bir öneri getirmiştir.
İktidarlar ya da mali gücü ve çevresi güçlü olanların,
insanları ezmesini önlemeyi hedeflemektedir.
Dokuz Işık, “Disiplinsiz bir hürriyet anarşi, hürriyetsiz
bir disiplin ise diktatörlüktür” tezi ile Hürriyetçilik ile disiplin
arasında gerekli olan dengeyi işaret etmiş ve “Hürriyet”
diyerek diğer insanların ve toplumların hürriyetlerine müdahale
anlamını taşıyan hareketlere de set çekmiştir.
Hürriyetçilik ilkesi, insanların en iyi hürriyet içinde
gelişebilecekleri gerçeğinden doğmuştur. Ve burada da
Türk Milletine en iyiyi bulma gayreti ve bu gayreti doğuran
derin sevgi vardır.
************************************
7- KÖYCÜLÜK
“Milli Doktrin Dokuz Işık’ın önemli esaslarından birisi
de köycülüktür. Türk Milletinin bugün hala %65’i köylerde
yaşamaktadır. Onun için nüfusumuzun %65’ini teşkil eden
köylünün dertlerini süratle çözerek çareler bulmak ve köylümüzün
elinden tutarak kalkındırmak, Türk Milletinin kalkınması
için başta gelen bir konudur. Bugün Türkiye’mizde
kırk beş bin civarında köy ve mezralar, ufak ufak, çeşitli
yerleşme yerleriyle beraber 70 bini aşan yerleşme yeri bulunmaktadır.
Bunların hepsinin ilgiye ihtiyacı vardır. İhtimama
ihtiyacı vardır, bakıma ihtiyacı vardır. Nüfusumuzun
%65’i köylü olduğuna, köylerde yaşadığına göre, bu, aşağıya
yukarı 28 milyon insan demektir. Yani 42 milyonu aşan
nüfusa sahip olan Türkiye’nin 26,5 milyon insanı köylerde,
mezralarda yaşamaktadır demektir. (Not: Yukarıdaki rakamlar
ve bundan sonra yer alacaklar 1977 yılının rakamları
ve durumlarıdır.)
Bu insanlar bugün %90 denecek kadar doktorsuz, bakımsız,
ışıksız ve birçok ihtiyaçları halledilmemiş durumdadırlar.
Bunların süratle ellerinden tutularak kalkındırılması,
teşkilatlandırılması milletimizin yükselmesi için en başta
düşünülecek bir konudur. Böyle olduğu halde yıllardan beri
yurdumuzda ihmal edilmiş olan bu köylü kütlesidir. Köylü
vatandaşlarımız çok ihmale uğramışlardır. Nüfusun %65’ini
teşkil ettiklerine göre köylülerin öncelikle ele alınması,
teşkilatlandırılması, her çeşit donatımla donatılması, her
çeşit yardıma mahzar edilerek bu kütlenin bir an önce kalkındırılması
gerekmektedir. Bu kütleyi kalkındırdığımız nispette
diğer kesimlerdeki insan topluluklarımızın kalkınması
adeta kendiliğinden gerçekleşecektir denebilir. Köylülerimizin
kalkındırılması için bunların öncelikle teşkilatlandırılması gerekmektedir. Türkiye nüfusunun medeni ve mesleki
iş bölümünden meydana gelen topluluğu altı bölüm
halinde mütalaa ettiğimizi belirtmiştik. Bu altı bölümün en
kalabalık ve en önemli kısmını köylü kesimi teşkil etmektedir.
Köylünün teşkilatlanması, hızla kalkınması için şarttır.
Bu teşkilatlandırma nasıl olacaktır? Bu, köylerimizi tarım
kentleri halinde gruplaştırarak teşkilatlandırılmak suretiyle
yapılmalıdır. Tarım Kentleri teşkilatı şöyle kurulmalıdır:
Köylerimiz birçok yerlerde birbirine yakın olarak bulunmaktadır.
Bunları inceleyerek durumlarına uygun biçimde
bu köyleri gruplaştırmak gerekmektedir. Birbirine yakın
bulunan on köyü veya daha ziyade on iki, on dört, on beş
köyü veyahut durumlarına göre sekiz köyü, yedi köyü, dokuz
köyü bir grup halinde teşkilatlandırmak ve bunların
durumu müsait olanı, daha ziyade merkezi yerde bulunan
bir köyü, cazibe merkezi olarak ele almak ve burada bütün
köyün ilkokul, ortaokul ihtiyacını karşılayacak eğitim merkezlerini
açmak, ayrıca köylünün modern tarım esaslarına
göre tarım yapmasını sağlayacak şekilde onları teşkilatlandırmak
ve onlara bilgi vermek üzere bu merkezde tarım
uzmanları bulundurmak, yine bu merkezde modern tarım
aletleri parkı kurmak, gübre depoları, ilaç depoları ve mücadele
teşkilatı, mücadele üniteleri meydana getirmek ve
bu grubu içinde bulunan köylerin ihtiyacını bu merkezden
temin etmek gerekmektedir. Ayrıca bu merkezde bir sağlık
teşkilatı bulundurmak ve bu sağlık teşkilatında doktor, sağlık
memuru, ebe, hastabakıcı gibi sağlık ekibi kurmak, bulundurmak
ve banlara, altlarına cip vs. gibi araçlar da vermek
suretiyle köylümüzü teşkil eden insanlarımızı da sağlık
bakımından yararlandırmak gerekmektedir.
Kırkbeş bin köyün her birisine doktor vermeye kalkışsak
en azından kırkbeş bin doktor ihtiyacı ile karşılaşırız.
Kırkbeş bin doktorun devlet bütçesine yükleyeceği masraflar ve birçok güçlükle karşılaşırız. Fakat köylerimizi, şematik
olarak izah etmek için, onar köylük gruplar halinde
teşkilarlandıracak olursak kırkbeş bin köy, dörtbin beşyüz
grup haline gelir. Dörtbin beşyüz gruba doktor vermek,
sağlıkçı vermek, ebe vermek, hastabakıcı vermek ve bunların
altlarına taşıt aracı vermek, gerekli donatımı ve gereçleri
sağlamak kolaylaşmış olur ve bunların devlet bütçesine
yükleyeceği masraflar da kısa zamanda karşılanabilir, göze
alınabilir bir miktarda olur. Bunun için köylümüzün kalkındırılmasını
sağlayacak yol, köylerimizi tarım kentleri grupları
halinde, Tarım kentleri birlikleri halinde teşkilatlandırmaktır.
Merkez seçilen köylerde kurulacak olan bu kolaylıklar,
o gruba dâhil olan diğer köylerin de zaman içinde bu
merkez köylere taşınmalarını, merkez köyde toparlanmalarını
sağlar. Bunun için köylülerimizi zorlamaya gerek yoktur.
Köylülerimiz kendileri için kolaylık, çocukları için okuma
imkânı sağlayan merkezlere kendiliklerinden akmaktadırlar.
Bugün büyük şehirlerin çevresinde bulunan gecekondular
bunu göstermektedir. Köylerimizin şehirlere akmalarından
gecekondu mahalleleri meydana gelmektedir.
Köylülerimiz niçin şehirlere akmaktadırlar?
Çocuklarını okutacak okullara kavuşmak için, hastaların
bakımını sağlayacak sağlık imkânlarına kavuşmak için,
kendilerine daha iyi geçim sağlayacak iş bulmak için. O
halde bu imkânları onların ayağına götürecek ve onların
köylerinin dibinde bu imkânları ona sağlayacak merkezler
meydana getirdiğimiz takdirde, bu cazibe merkezlerine o
gruba dâhil olan köylerin zaman içinde akması ve böylece
bu merkezlerde Tarım kentleri diyebileceğimiz kentlerin
meydana gelmesi mümkün olacaktır. Bu kentlerde, o gruba
dâhil olan köyleri içine alan kooperatifler kurulacak ve yine
bu kentlerde köylü yardımlaşma kurumları meydana gelecek
ki, bu Köy-Ak diyebileceğimiz teşkilattır. Bu sayede
köylünün de memleketin kalkınmasında, yatırımlara katılmasını
kanalize edecek bir teşkilatlanma meydana gelecektir.
Tarım kentlerinin bulunduğu grubun ihtiyaçlarına ve
özelliklerine göre o bölgede veyahut birkaç tarım kentinin
katılacağı onların bölgesi içinde, onlarla ilgili, tarımla ilgili
endüstri, küçük endüstri, küçük imalathaneler de meydana
gelecektir. Böylece hem köylümüz teşkilatlanacaktır hem
de Köy-Ak vasıtasıyla büyük yatırımlara katılma imkânı
doğacaktır; aynı zamanda köylülerimiz, insanlarımız köy
ekonomisinden, site ekonomisinden, bölge ekonomisinden,
ülke ekonomisinden, cihan ekonomisine geçme imkanını
elde edecektir. Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu
büyük problemlerden birisi de cihan ekonomisine geçebilmesidir.
Köycülükte köylümüzü kalkındırmak için öngördüğümüz
önemli meselelerden birisi köylerimiz tarım kentleri
halinde gruplaştırmak ve teşkilatlandırmaktır. Diğer bir
görüşümüz de köylümüzün kalkınması için tarımı teşkilatlandırmaktır,
tarımı modernleştirmektir. Bu gün ülkemiz
erozyon problemiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Erozyon
problemi topraklarımızın aşınmasıdır. Topraklarımızın rüzgârlar
ve seller dolayısıyla tarlalarımızın, meralarımızın üst
kısmını teşkil eden, en verimli kısmının zayi olması, seller
yoluyla denizlere akıp gitmesidir. Aşınan topraklar zaman
içinde verimliliğini kaybetmekte ve çölleşmeye gitmektedir.
Bunun için Türkiye’nin erozyonu önleme, erozyonu
giderme ve memleketi ağaçlandırma gibi büyük meseleleri
bulunmaktadır. Bunun yanısıra akarsularımızı değerlendirme
meselemiz vardır.
Bugün bol olan sularımız akıp gitmekte, henüz bunlardan
tam olarak yararlanamamaktayız. Sularımızın bize
sağladığı imkânların ancak yüzde beşbuçuğundan bugün
yararlanabilmekteyiz. Yüzde doksan dört buçuk sularımız
akıp gidip boşa zayi olmaktadır. Bunları süratle değerlendirmek Türkiye’nin kalkınmasını hızlandıracaktır. İşte bütün
bu ihtiyaçları düzenlemek üzere yurdumuzda tarım reformu
ve toprak reformu yapmak gerekmektedir. Tarım reformu,
tarımı modernleştirmek, ilmi esaslara göre teşkilatlandırmak
ve ilmi esaslara göre gübre kullanarak, mücadele
esasları kullanarak, modern tohumlama yaparak, tohum
ıslahı yaparak verimi artırmak, birim başına randımanı yükseltmek
meselelerini kapsamaktadır. Tarım reformu aynı
zamanda sulama imkânlarını geliştirmek ve milli bir tarım
envanteri yaparak, stratejik bir tarım planlamasına gidilmek
suretiyle, tarım planlanmasına göre tarımımızı en
ekonomik bir yöne çevirmektir. Bunun içerisinde bölge
bölge topraklarımızın en randımanlı olarak kullanılmasını
sağlayacak araştırmalar yapmak ve o toprağa uyan en elverişli
tarımı uygulamak girer. Bunun yanısıra toprak
reformınu da ele almak gerekmektedir. Toprak reformu
çok geniş toprakları, rantabl bir ölçü içinde tanzim etmeyi
öngörmekle beraber gayri iktisadi bir işletmeciliğe sebep
olan aşırı derecede ufalmış, küçülmüş toprakların da rasyonel
bir işletmeciliğe göre tanzimi öngörmeyi gerektirmektedir.
Bugün Türkiye’nin problemi büyük toprakların, büyük
mülk sahiplerinin var oluşundan ziyade, toprakların
gayri iktisadi işletmeciliğe yol açacak şekilde parçalanmış,
bölünmüş olmasıdır. Yıllardan beri yurdumuzda toprak
reformu sözleri söylenmiştir. Bunu daha ziyade komünistler
istismar etmeye çalışmışlardır. Bir ağalık edebiyatı ileri
sürerek toprakların toprak ağalarının elinde bulunduğunu
ileri sürerek, topraksız köylünün ezildiğini söyleyerek devamlı
toprak reformu istismarını yapmışlardır. Oysa tarafsız,
gerçekçi ve ilmi bir gözle baktığımız zaman meselenin
bambaşka olduğu görülmektedir. Bugün çifçilikle geçinen
nüfusumuz 26,5 milyon civarındadır. Bugünkü sınırlar için
de bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak genişliği 782
bin kilometrekaredir. Bu 782 bin kilometrekarenin içinde
Van gölü, Tuz gölü, diğer göller, ormanlar ve tarıma elverişli
olmayan bölgeler de dâhildir. Fakat biz meseleyi iyice
açıklayabilmek için, bir an bütün Türkiye topraklarının tarıma
elverişli olduğunu kabul edelim, 26,5 milyon köylüye
bu Türkiye topraklarını eşit olarak bölmeye çalışalım. 782
bin kilometrekare demek 782 milyon dönüm demektir. Bu
782 milyon dönümü 26,5 milyon insan taksim ettiğimiz
zaman aşağı yukarı insan başına 3 dönüm civarında toprak
düşmektedir.
Bütün Türkiye tarıma elverişli olsa, göller her taraf
ekilebilir olsa ve elde bulunan tapuları hükümsüz kıldık
desek ve yeniden Türkiye topraklarını bugünkü çiftçi nüfusumuza
eşit olarak dağıtacağız desek ve taksim etsek köylü
başına cüzi bir miktar düşmektedir. 782 milyon dönüm
toprağı böylece toptan ve teorik olarak bölmeye kalksak
köylü nüfus başına 3 dönüm civarında toprak düşmektedir.
Bunu aile başına bölmeye kalksak, aşağı yukarı ortalama 6
milyon köylü ailesi bulunduğunu kabul etsek, o takdirde de
yine düşecek olan miktar 13-14 dönüm olacaktır. Kaldı ki
Türkiye’nin bugün tarıma elverişli olarak işlenen topraklar
300 milyon dönüm civarındadır. Ki bu da bir kısım meralar
aleyhine, hayvancılık aleyhine sürülerek açılmış, tarla yapılmış
toprakların da katılmasından meydana gelmektedir.
Gerçekte ilimi olarak Türkiye’nin 250 veya 260 milyon dönümlük
kısmının tarım için kullanılması, geri kalan meraların
da hayvancılığa tahsisi gerekmektedir. O takdirde tarıma
elverişli toprakların çiftçilere taksimine kalksak, köylü
başına düşecek miktar büsbütün az olacağı gibi köylü ailesi
başına düşecek miktar da çok az olur. Bütün bunlar şunu
göstermektedir. Türkiye’de ekonomik yönden tarım sektöründe
bulunan nüfus çok sayıdadır. Bugün Fransa’da nüfusun %15’i tarım sektöründedir, bugün İngilyere’de nüfusun
%7’si tarım sektöründedir, bugün Amerika’da nüfusun
%4,5’u tarım sektöründedir. Ama Amerika’nın nüfusunun
%4,5’u çiftçilik yapmakla beraber bu %4,5, bütün Amerika’yı
doyurduğu gibi bütün dünyaya da yetiştirdiği ürünleri
satmakta, dağıtmaktadır.
O halde Türkiye’nin bugün tarım sektöründe yaşayan
26,5 milyon insanına, çiftçisine Türkiye’nin bugünkü sınırları
içinde yetecek miktarda toprak vermek, toprak sağlamak
mümkün değildir. Türkiye’yi süratle sanayileştirmek, Türkiye’yi
süratle modern endüstri sahibi yapmak ve tarım sektöründe
bulunan nüfusu endüstriye ve genel hizmetler
sektörüne aktarmak suretiyle %65 olan çiftçi oranını planlı
bir şekilde %50’ye, %40’a, yüzde otuza, %20’ye doğru düşürmek,
bununla beraber tarımı da modernleştirerek ve
teşkilatlandırarak, her çiftçi ailesine rantabl işletmecilik
yapacak miktarda toprak tahsis ederek tarımı düzene sokmak
gerekmektedir. Yoksa bu tedbirleri almaksızın herkese
toprak dağıtacağız iddiaları ile ortaya çıkmak, Türkiye’yi
büsbütün perişan hale düşürmek olur, Türkiye’yi iyice karıştırmak
olur ve memleket ekonomisini baltalamak olur.
Bugün ilmi araştırmalara göre bir çiftçi ailesinin normal
şekilde rantabl olarak işleyebileceği toprak miktarı 300
dönüm civarındadır. Toprak miktarı ne kadar küçülürse, o
miktarda işletmecilik gayri iktisadi bir hal alır. Buna göre
tarım ve toprak reformunu planlamak, düzenlemek gerekmektedir.
Bir taraftan nüfusu ekonomik yönden endüstri
sektörüne ve genel hizmetler sektörüne aktarmak
diğer taraftan da toprakların miras yoluyla devamlı parçalanmasına,
ufalanmasına sebep olmayı önleyecek tedbirler
düşünmek gerekmektedir. Bunlar yapılmadıkça Türkiye’nin
tarımını düzene sokmak ve Türkiye’yi ekonomik yönden
kalkındırmak mümkün olmaz. |