Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1832
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10788
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 756
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Okuyucularımıza Sunduğumuz Temel Bilgiler
9 IŞIK ÜZERİNE BİR İNCELEME -5-
Hatta Arapların bir de namaz milliyetçiliği vardır. İsmail Hami Danışmend’in Tarihi Hakikatler adlı eserinin 2’nci cildinin 28’nci sayfasında bakınız ne deniyor: “İbadette milliyetçilik Araplara mahsustur. Çünkü onlar Arap olmayan Müslümanları her hususta kendilerinden aşağı görmüşlerdir. Corci Zeydan’ın Zeki Megamız tarafından Türkçeye tercüme edilen Medeniyet-i İslamiyye Tarihi’nin 1329’da yayınlanan 4. cildinin 109. sayfasında bu eski Arap anlayışı şöyle izah edilir: “Araplar, Arap olmayan Müslümanları kendilerinden daha aşağı görürler, onlara namını verirlerdi.” Arapçada bu tabiri manasına gelir. Yani onların gözünde Arap olmayan Müslümanlar, Arapların köleleridir! Irklar ve milletler arasında mutlak bir eşitlik esası kurmuş olan İslamiyetle bağdaştırmaya imkân olmayan bu tuhaf anlayış namazda bile kendini göstermiştir. Aynı cildin aynı sayfasında bu nokta da şöyle izah edilir: “Araplar, Arap olmayanların arkasında namaza durmaktan çekinirlerdi. Arap olmayanların arkasında namaz kılarlarsa bu tenezzülü Allah’a karşı bir alçak gönüllülük sayarlardı.” Böyle bir kanaat gütmek, İslamiyete karşı cephe almak demektir.” Evet, “Takva” korunma ve sakınma anlamını taşımaktadır. Yüce Allah’a karşı sorumluluk duyarak, her türlü günahlardan kendini korumanın niyet ve gayreti içinde olmak anlamını taşımaktadır. Yani buradaki üstünlük İslami yaşayış açısından ortaya konmuştur. İslamiyet’te insanın ırka bağlı bir unsur olarak görülmediği anlatılmıştır. İnsanın siyasi tarafı bu anlatımda yoktur. İnsan neticede içtimai ve siyasi yönleri olan bir varlıktır. İslami açıdan Takva sahibi olurken, siyasi açıdan da milletine (ki o milette tek bir ırk hâkimiyeti ve üstünlüğü yoksa) mensup olmak ve ona ters düşmemek durumundadır. Onun için bu hadisde, günümüz dünyasında milletler arasındaki amansız mücadelede İslamiyetin reddettiği ırkçılığı kabul etmeyen bir milliyetçilik kasdedilmemiştir diyebiliriz. Çünkü siz, milletlerarası mücadelede, İslamiyetin bu ilkesini dikkate almayan ve halkı müslüman olan başka bir ülkeye karşı halkınızı, ordunuzu, kadronuzu nasıl motive edeceksiniz? Mesela yarın Suriye veya Iran Türkiye’yi vursa “bunlar müslüman, takva sahibi mi? onu bir inceleyelim” mi diyeceğiz. Ya da “Aynı ümmetteniz, onun için savaşmaya gerek yok, ülkemize girseler bile, müslümanız kucaklaşırız mı” diyeceğiz? Dokuz Işık’ta öncelikle Türk Milletinin güçlü bir hale gelmesinde, en üst seviyeye getirilmesinde ve bununla birlikte bundan sonra da cihana nizam vermede İslam adaleti ve ahlakı esastır. Irk üstünlüğü yoktur ama Türk Milletini motive etme ve güvendirme vardır. Tarihten örneklerle övme vardır. Asırlardır İslamiyetin bayraktarlığını yapma konusunda övgü vardır. Egemenlik çizgisinde, siyasi çizgide var olan millet olgusunu yaşatmak ve devam ettirmek için ezici ve saldırgan olmayan bir milliyetçiliği savunmak vardır ve gereklidir. Nesep ile ilgili “Kevser” süresini bile siyasi hayata indirgeyip ırkçılık suçlaması yapmanın ne anlamı vardır? Din adamlarımız camilerde ve uygun olan her yerde, İmam Hatip okullarında, İlahiyat Fakültelerinde, din dersi okutulan bütün okullarımızda, televizyon ve gazetelerimizde, ilgili bütün kitaplarda İslamiyetle ilgili, “Kevser” süresi ile ilgili, “Veda hutbesiyle” ilgili bilgiler verilmektedir. Bunları vatandaşlarımız anlamakta, öğrenmekte ve bilmektedir. Hal böyle olduğu halde devleti yönetirken mesela üçbuçuk bölücüyü memnun etmek için Türk Milliyetçiliğine hem de haksız yere ve hem de “Kevser suresi” ile saldırmanın ne anlamı var? Bu, bizi yanlış bir çizgiye götürür. İslamiyet’te millet ve milliyetçiliğe karşı çıkmanın bir hedefi ve neticesi olmalıdır. Bu netice ne olabilir? Bütün bunların maksadı Ümmetçiliğe geçiş olabilir. Zaten şimdiden bazı televizyon kanallarında “Ulustan Ümmete” programları başlamış bulunuyor. Yeni Osmanlıcılık diye bir kavramın tartışmaya açılması, belli tarihler hedef gösterilerek federatif sistemin en üst yönetim kademelerince anlatılması ve federasyon meselesinin tartışılması; Milletleşmeyi durdurup etnik federasyon sistemine geçme çalışmaları olarak görülebilir. Bu çalışmaların dışardan destek gördüğünü çok sayıda belgelerle ortaya koymak mümkündür. Burada sadece, yirmi yıldır her ne hikmetse Türkiye ile ilgilenen “ Kürtler dünya üzerinde devlet sahibi olmayan en büyük azınlıktır” tahrikleriyle Ekim 2007’de ‘PKK’nın Silahsızlandırılması, Dağıtılması ve Yeniden Entegre Edilmesi’, 2009‘da ‘Türkler ve Iraklı Kürtler Arasında Güven Tesisi’ başlıklarını taşıyan raporları hazırlayan ve yine ne hikmetse Norveç Hükümeti tarafından finanse edilen David L.Philip’i örnek göstermek kafidir. Ayrıca bu kişinin verdiği bir beyanatta “63 akil adam”lardan bir kısmı ile temaslarının olduğunu söylemesi çok sayıda belgeye denktir. Bu çalışmaların dışardan destek gördüğünü bütün bunların yanısıra herhangi bir delile ihtiyaç duymadan söylememiz mümkündür. Şöyle bir düşünelim. Emperyalist bir anlayışa sahip olsanız, sömürmek istediğiniz bir ülkede ikna edemeyeceğiniz bir kral mı isterdiniz, yoksa ikna edebileceğiniz bir kral mı? Ya da sizin için krallıkla idare edilen bir ülke mi daha iyi olur, yoksa birden çok siyasi partinin iktidar olma şansı bulunan bir ülke mi? Peki bunlardan daha iyisi, federatif sistemle yönetilen demokratik bir ülke olmaz mı? Üstelik federasyonla idare edilen bu demokratik ülkede bir kısımları size minnet duyacaklarsa, siz bir emperyalist olarak hangisini tercih edersiniz? Bu soruları sormamızın nedeni şudur. Günümüzde dünya hâkimiyetini elinde bulunduranlar, dünyada ne kadar güç varsa bunların şu veya bu şekilde zayıflamasını isterler. Bu zayıflama için de ellerinden geleni yaparlar. Burada da en çok ele aldıkları ülkelerin bazı eklem noktaları ve bazı farklılıklarıdır. Federasyon halinde, özerk bölgeler halinde idare edilen demokratik ülkelere istediğinizi yaptırmak daha kolaydır. Bilhassa bu yönetim ABD’de olduğu gibi coğrafi esaslara dayalı değil de aynı zamanda etnik farklılara dayalı ise, işler daha kolaydır. Günümüzde giderek küçülen dünyamızda, emperyalizm için hiç de hoş olmayan manzara, bir ülkenin bir bütün halinde bir hedefe yönelebilme kabiliyetine sahip olma manzarasıdır. Milletleşme sürecini engelleme, onu yok etme gayretleri neye dayandırılırsa dayandırılsın, neticede emperyalizmin biraz daha kucağına yanaşmış oluruz. Acaba bugün millet kavramını ortadan kaldırmak isteyenler, milliyetçiliğe İslamiyet’le saldırmaya çalışanlar bu gerçeğin farkında mıdırlar? Bütün bu gayretler bilinerek mi yapılıyor, yoksa bilinmeden mi yapılıyor? Ya da İslamiyet’in bütün buyruklarını yerine getirdikleri halde sadece bu “Millet” meselesi mi müminliklerine engel teşkil ediyor? Milliyetçilik, İslamı yaşamaları için hangi engelleri önlerine koyuyor? Bütün bunları düşünmek gerekir. Devleti idare edenlerin İslami çizgide olmalarını temin edecek olan; “ADALET”li yönetim ve “GELİR DAĞILIMINDA” adaletle hareket ve ÜLKEYİ REFAHA GÖTÜRMEKtir. Adaletli yönetimin içinde her şey vardır. - İnsanları etnik kökenine göre ayırmamak, - Fakir zengin diye ayırmamak, - Partili partisiz diye ayırmamak, - Doğu batı diye ayırmamak Özetle idaren altındaki bütün insanları Allah’ın sana bir emaneti olarak görmek vardır. Eşit haklara sahip vatandaşların birlik ve beraberliklerini sağlama vardır. Ümmet siyasi bir tabir değildir. Müslüman olan herkes Yüce Peygaberimiz Hz. Muhammed’in ümmetidir. Ama bu ülkede yaşayan herkes tek bir milletin mensubudur. Bu milletin içinde çeşitli etnik kökene sahip insanlar olduğu gibi başka özelliklere sahip olanlar da vardır. Ve bunların hepsi Türk Milletinin bir parçasıdır. İşte Dokuz Işık İslamiyet’ten feyz alarak onun prensiplerini dikkate alarak Türk Milletinin en üst seviyeye gelmesini hedeflemektedir. Bunun içindir ki, Dokuz Işık Doktrini ortaya konduktan sonra özellikle 1980 öncesi her platformda dile getirilen slogan “Türklük Gurur ve şuuru, İslam ahlak ve fazileti” sloganı olmuştur. 1985’den sonra da Alparslan Türkeş bu sloganda yer alan Türklük Gurur ve şuuru’ndaki “Gurur” kelimesini, “gurur bir süre sonra insanı kibire götürür, kibir de İslamiyet’te yoktur” diyerek çıkarttırmıştır. Slogan “Türklük bilinci ve şuuru, İslam Ahlak ve fazileti” haline getirilmiştir. İslamiyete uyma budur. Yoksa her siyasi platformda ayetler, hadisler okumak değildir. Dokuz Işık’ta dikkat çeken başka bir husus da, ta o yıllarda yani 1980 öncesinde Kur’an-ı Kerim derslerinin orta öğretimde yer almasını teklif etmesidir. Seçmeli ders olarak teklif edilen Kur’an-Kerim derslerinin yanısıra Din Bilgisi derslerinin mecburi olması önerilmektedir. Dokuz Işık yıllardan beri bir din korkusu yayılmasını yanlış bulmakta ve Türkiye’de hıristiyan çocuklara verilen hakların bile verilmediğini söylemektedir. Yani dini eğitimin okullarda yeterli bir seviyede yer almasını istemektedir. Ahlakçılık ilkesi, Dokuz Işık Doktrininin esasını teşkil eden ve ona yön veren ilkelerin başında gelmektedir. *********************************** 4-TOPLUMCULUK “Toplumculuk demek: Toplum menfaatının, toplum varlığının, kişi varlığının üzerinde gözetilmesi demektir. Bu ilke de Türk töresinden kaynağını almaktadır. Türklerin tarih boyu yaşayışlarında daima milletin varlığı, vatanın menfaatları, devletin menfaatları ve varlığı kişi varlığının üzerinde, kişi varlığının önünde yer almıştır. Onun için Milli Doktrin Dokuz Işıkın toplumculuk ilkesi de bu görüşü ortaya koymak için Milli Doktrin içinde yer almıştır. Kişiler toplumun yararını, toplumun yükselmesini, Türk Milletin korunmasını, yükselmesini, yaşatılmasını her şeyin üzerinde görecekleri ve her hareketi Türk Milletine yararlı mı yoksa zararlı mı olur düşüncesiyle değerlendireceklerdir. Bu ilkenin genel anlamda ifadesi budur. Toplumculuk ilkesi başlıca iki bölüme ayrılır. Birincisi: Ekonomik görüşü teşkil eden bölümdür. Diğeri ise sosyal yapıyı ilgilendiren, sosyal görüşü temsil eden bölümdür. Ekonomik görüşümüzü şöyle ifade edebiliriz. Türk Milletinin süratle kalkınması, tarımın modern hale getirmesi ve modern sanayi kurması gerekmektedir. Bize göre Türkiye bir tarım ülkesi olarak kalamaz. Türkiye’nin sadece bir tarım ülkesi olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Buna karşılık Türkiye’yi tarımı ihmal ederek yalnız sanayi ülkesi haline getirmek de düşünülmez. Bir milletin güçlü olması, bir milletin refahlı ve mutlu olması hem tarımda hem de sanayide dengeli bir şekilde kalkınmış, ilerlemiş bulunmasına bağlıdır. Bunun için biz tarıma da en yüksek önemi vereceğiz, sanayileşmeye de en yüksek önemi vereceğiz ve her iki alanda milletimizin süratle ileri gitmesini sağlayacak tedbirleri alacağız. Tarımımızı ilme ve tekniğe dayanan modern bir tarım haline getireceğiz. Tükiye’mizi süratle sanayileştireceğiz ve her çeşit modern makinaları, fabrikaları, araçları, gereçleri kendi ilim adamlarının, teknisyenlerin bilgisiyle ve kendi insanlarının el emeğiyle kendi topraklarında kurulmuş fabrikalarda yapabilen bir hale getireceğiz. Ülkemizin kısa zamanda refaha kavuşabilmesi için tarımda ve sanayide modern, standart, kitlevi çok üretim sağlamak başlıca hedefimizi teşkil edecektir. Çok üretim ancak Türkiye’yi refahlı yapabilir ve sıkıntılardan kurtarabilir. Bununla beraber, bunlardan ayrılmaz kabul ettiğimiz diğer bir görüş de gerek devlet idaresinde, gerek milletimizi meydana getiren her vatandaşın yaşayışında, tasarrufu hâkim kılmak görüşüdür. Yurdumuzda büyük israflar yapılmaktadır. İsrafların önlenmesi ve her alanda tasarrufa giddilmesi sermaye birikimi sağlamakta ve Türkiye’nin süratle kalkınmasını teminde başvuracağımız tedbirlerden birisi olacaktır. Çok üretim sağlamak, çok ihracatta bulunabilmek ve aynı zamanda tasarrufu hâkim kılan bir yaşayışı memleketimizde yürürlüğe koymak Türkiye’mizin kalkınmasını sağlayacak genel esaslardır. Bunları belirttikten sonra Türk Milletinin kalkınması için uygulayacağımız model nedir? Bu model “Üçlü Esasa Dayanan Karma Ekonomi” modeli olacaktır. Yani hem özel teşebbüs desteklenecek, yardım görecek hem devlet eliyle kamu yatırımları yapılacak hem de bunlardan başka milletimizin insanlarını sosyal dilimler, gruplar halinde, kooperatifler halinde, üretim ve tüketim birlikleri halinde teşkilatlandırarak, tasarruf sandıkları kurarak, Meyak gibi, Oyak gibi kuruluşlar meydana getirerek millet eliyle yatırımlar yapılması sağlanacaktır. Özel sektör, kamu sektörü ve millet sektörü halinde Türkiye ekonomisinin tanzimi sağlanacaktır. Türk Milletini altı sosyal dilim halinde mütalaa etmek mümkündür. Bu gün milletimizi meydana getiren insanları yaşayışları, mesleklere bölünmeleri yönünden incelediğimiz zaman %65’ni teşkil eden kısmının (Not: Bu oran ve bundan sonra geçecek rakamlar ve oranlar 1977 yılındaki oran ve rakamlardır.) köylü olduğunu, köylerde yaşadığını ve çiftçilikle geçindiğini görmekteyiz. Bunlardan başka sayıları 4,5-5 milyonu bulan bir esnaf kütlesinin bulunduğu da bir gerçektir. Bunun yanısıra bir memur tabakasını, sayısı bu gün üç milyonu bulan bir işçi grubunu görmekteyiz. Bunlardan başka da serbest meslek erbabı dediğimiz bir grup vardır. Avukat gibi, doktor gibi, eczacı gibi kendi bilgileri ve emekleriyle serbest olarak çalışan insanlarımızın meydana getirdiği bir grubu görmekteyiz. Bunların yanısıra bir de işveren grubu vardır. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz. Köylü dilimi, İşçi dilimi, esnaf dilimi, memur dilimi, işveren dilimi, serbest meslek mensupları dilimi. Böylece Türk toplumunun bugünkü sosyal yapısı itibariyle 6 sosyal dilimden meydana geldiği görülmektedir. Dokuz Işık’ın ekonomik görüşüne göre bu 6 sosyal dilimin kendi içerisinde teşkilatlandırılması gerekmektedir. Kendi içinde bu sosyal dilimin ayrı ayrı bir tasarruf teşkilatı kurması gerekmektedir. Milli doktrinin görüşüne göre mülkiyet hakkı insanlar için vazgeçilmez kutsal bir haktır. İnsan tabiatına uygun bir haktır. İnsan kendisinin olan bir şeye sahip çıkar. Kendisinin olan bir şeyi korur, saklar, onun bakımını sağlar. Kendisinin olmayan bir şeyle ilgisi zayıflar veya hiç kalmaz. Bunun için Milli Doktrin Dokuz Işık mülkiyeti insan haklarının vazgeçilmez bir bölümü kabul etmektedir. Fakat mülkiyetin kapitalist sistemde olduğu gibi belirli kimselerin üzerinde sulta kurmak vasıtası olarak kullanılmasına karşıdır. Dokuz Işıkcı Ekonomik Görüş, bir toplumda, o toplumu meydana getiren kişilerin her birinin ayrı ayrı mülkiyet sahibi olması görüşüdür. Onun için Milli Doktrin mülkiyeti bütün vatandaşlara, halka yaygınlaştırma ilkesini kabul etmiştir. Bu maksatla her sosyal dilim bir tasarruf sandığına, bir tasarruf teşkilatına sahip olacaktır. Bu gün yurdumuzda kurulmuş olan Oyak gibi, kurulmaya çalışılan Meyak gibi. Bu tasarruf sandıklarında, her vatandaşın kendi imkânlarına göre toplanan tasarrufları millet sektörünün yapacağı yatırımları meydana getirecektir. Bu yatırımların sahipleri bu tasarrufları yapan kişiler olacaktır. Hisse senetleri vasıtasıyla kurulan fabrikalar, kurulan tesisler bu tasarrufları yapan vatandaşlarımızın malı olacaktır, mülkü olacaktır. Böylece her vatandaşa mülkiyet hakkı sağlanacak ve mülkiyet yaygınlaştırılmış hale getirilecektir. Dokuz Işık’ın öngördüğü ekonomik model budur. Bunun yanısıra Türkiye’nin kalkınması için hızlı, büyük yatırımlara girişmek ihtiyacı vardır. Hızlı büyük yatırımlara girmek ihtiyacı dolayısyla büyük sermaye birikimine ihtiyaç vardır. Bugün biliyoruz ki Türkiye’de büyük sermaye birikimi şöyle dursun, normal sayılacak bir sermaye birikimi dahi yoktur. O halde süratle büyük yatırımları sağlamak için büyük sermaye birikimi nasıl nasıl sağlanır, nasıl temin edilir? Bunların temini için Dokuz Işık’ın öngürdüğü yollar şunlardır: Birisi millet sektöründe açıklandığı üzere Türk Milletinin tasarrufa sevk edilmesi ve tasarruf dolayısyla her vatandaşın sahip olduğu küçük imkânların birleştirilerek büyük sermaye birikimi sağlanması yolu olacaktır. İkincisi; halkın kullanılmayan emeğinin kullanılması. Halk enerjisinin seferber edilmesi yoluna başvurulacaktır. Bu gün Türkiye’de 2 milyonu aşan işsiz vardır. Bunlar açık işsizlerdir. Bunun yanısıra 8 milyon civarında da gizli işsiz bulunmaktadır. Böylece toplam olarak, senenin üçte ikisinde 10 milyon insanımız işsiz durumdadır. Yani on milyon Türk vatandaşının emeği değerlendirilmemektedir. Biliyoruz ki insan emeği zamana bağımlı olarak değerlendirilmedikçe, zaman aşımıyla muhafazası, depolanması ve gerektiği zaman kullanılması mümkün olmayan bir varlıktır. Bu sebepten insan emeğini zamanında, ilmi şekilde, randımanlı şekilde değerlendirmek gerekmektedir. On milyon insanımızın, yılın üçte iki zamanında emeklerinin değerlendirilmemesi demek ne demektir? Bir insanın bugün günlüğünü yüz lira kabul etsek on milyon insanın emeğinin değeri bir milyar Türk lirası etmektedir. Bunun bir ayda hesabını çıkaracak olursak otuz milyar lira etmektedir. Bir yıllık hesabını çıkaracak olursak üçyüz altmış milyar lira etmektedir. Demek ki bu insanların 8 ay işsiz kaldıklarını kabul etsek, Türkiye’nin yılda iki yüz kırk milyar lira, insanlarının emeğini değerlendiremediği için kayba uğradığını görmekteyiz. Hâlbuki insan emeğini, insan enerjisini seferber edebildiğimiz takdirde, vatandaşlarımızın iki yüz kırk milyar yıllık değer ifade eden bu emekleri, Türkiye’nin kalkınmasında büyük bir hamle meydana getirir. İşte Milli Doktrin bunu sağlamayı amaç edinmektedir. Bunun yanısıra Türkiye’nin kalkınmasını sağlamada öncelikler tayin etmek zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Bugüne kadar Türkiye’yi idare eden iktidarlar, bu öncelikler tayininde yanılmışlardır veyahut da öncelikler tayinini düşünmemişlerdir. Türkiye’nin bir an önce kalkınması, refaha kavuşması, güçlü hale gelmesi her şeyden önce onun modern sanayie sahip olması, modern tarıma sahip olmasıyla mümkündür. O halde yatırımları öncelikle bunu sağlamaya yöneltmek lazımdır. Süratle Türkiye’nin bütün tarımını teşkilatlandırmak, modern hale getirmek ve Türkiye’yi süratle sanayileştirmek yönüne giderek yatırımları yoğunlaştırmak lazımdır. Buna katkıda bulunmayan alanlara yatırım yapmak doğru değildir. Bunları daha sonralara bırakmak lazımdır. Misal ne olabilir? Misal: süslü binalar yapmak, opera binaları yapmak, kapalı spor salonları yapmak gibi faaliyetlerdir. Bunu söylemekle spor faaliyetlerine karşı olduğumuz veyahut sanat faaliyetlerine, tiyatro faaliyetlerine karşı olduğumuz anlamı çıkmamalıdır. Fakat öncelikle Türk üretimini artıracak, Türkiye’nin üretimini çoğaltacak ve bu yoldan Türkiye’nin gelirini, iktisadi gücünü artıracak faaliyetlerin yapılması gereklidir. Gelir sağlandıktan sonra, refah sağlandıktan sonra bu gibi imar faaliyetlerinin yapılması çok kolaylaşmış olur. Bunları bir sıraya koymak görüşünü savunmaktayız. Yani biz, hemen ekonomiye katkıda bulunmayan ve üretimin artışını sağlamayan yatırımlara ölü yatırım demekteyiz. Türkiye’yi kalkındırmak için ölü yatırımlardan kaçınmak lazımdır. Ölü yatırım dediğimiz zaman şunu kasdetmekteyiz. Yatırdığımız sermayenin hemen Türk ekonomisine fazla üretim sağlamayan, fazla gelir sağlamayan teşebbüsler demektir. Bunun yanısıra memleketin sahip olduğu, tabii bir çok imkânları süratle değerlendirmek gerekmektedir. Türkiye’nin hızla kalkınmasında başvurulması icabeden tedbirlerin bir de sahip olduğumuz tabii kaynakları süratle seferber etmek, değerlendirmektir. Bundan başka çeşitli ekonomik faaliyetler ve dış ticaret konularında devletçe enerjik tedbirler alınması görüşündeyiz. Toplumculuk ilkesinde gözettiğimiz husular üç ayrı bölümde açıklanabilir: I- Özel teşebbüs: Toplumun kalkınmasında özel teşebbüs desteklenecek, himaye edilecektir. Ancak bu konuda işverenle işçinin karşılıklı olarak haklarının korunması ve bu iki tarafın münasebetlerinin milletin zararına olmayacak şekilde kontrol, tanzim ve nezaret altında bulundurulması şarttır. Demek ki, özel teşebbüsü korumak, himaye etmek amacımızdır. Fakat bunu yaparken işveren işçi ilişkilerini karşılıklı olarak iki tarafın da haklarını koruyacak ve her iki tarafın münasebetlerinin milletin zararına olmayacak şekilde denetlenmesi, düzenlenmesi, nezaret altında bulundurulması esasını şart koşuyoruz. II-Küçük sermayenin birleşmesi: Memleketimizde yapılması gereken pek çok büyük iş vardır. Bunların başarılması için halkın elindeki küçük tasarrufların teşvik edilerek, devlet tarafından tanzim ve organize edilerek birleştirilip halkın sermayedar olacağı büyük ekonomik teşebbüslere girişilmesini gaye edinen bir görüşe sahibiz. Ayrı ayrı kimselerin elinde bulunan küçük tasarruflar, mesela on bin kişinin yirmi bin kişinin katılıp birleşmesiyle büyük sermaye haline gelir ve bu sermaye büyük tesislerin kurulmasını sağlar. Bu nasıl olacaktır? Halkımız buna alışmıştır. Halkı buna teşvik etmek, alıştırmak, cesaretlendirmek, organize etmek ve ön ayak olmak devletin görevleri arasında olacaktır. Bunun dışında yapılması icap eden birçok büyük işin ayrıca yine devlet eliyle bizzat ele alınarak başarılması gerekir. Bugün Amerika gibi en kapitalist memleketlerde dahi, bazı büyük işler vardır ki, tamamiyle devlet tarafından yapılmaktadır. Bunlar mesela: Atom, füze araştırmaları ve ilmi araştırmalar gibi büyük organizasyon isteyen, büyük masraflar isteyen işlerdir. Bunların tamamiyle devletçe ele alınıp planlanması ve süratle başarılması esasını içine alan bir görüşü tutuyoruz. III-Sosyal yardım ve güvenlik teşkilatı: Bu da, Türk Milletini içine alacak bir sosyal yardımlaşma ve güvenlik teşkilatı meydana getirmek görüşüdür. Türk Milleti bugün sosyal bakımından organize edilmemiş, dağınık bir durumdadır. Eskiden onun bir takım sosyal bağları, sosyal kuruluşları vardı. Bunlar dağıldı, yıkıldı. Mesela eskiden vakıflar vardı, mahalle heyetleri vardı. O günün şartlarına göre, zamana uygun düşecek bir takım sosyal ve ekonomik organizasyonlar vardı. Loncalar vardı, loncaların da aynı zamanda sosyal fonksiyonları vardı. Bunlar zamanla yok oldu, kalktı. Bu gün milleti tekrar organize etmek lazım geliyor. Bunların en başında gelen işlerden birisi de bütün halkı içine alacak bir sosyal yardımlaşma ve sosyal güvenlik teşkilatı kurmaktır. Yani Türkiye içerisinde hiç kimse sahipsiz, yardımsız, himayesiz, desteksiz, işsiz kalmamalı, kalmak korkusuna düşmemelidir. Bir ailenin reisi mi öldü, çocukları, ailesi mutlaka bu teşkilat tarafından derhal himaye edilmelidir. Çocukları okuyacaksa, okutulmalı, tahsillerine devam ettirilmelidir. Ailesine iş bulunmalıdır. Bütün bu problemleri üzerine alan bir organizasyon meydana getirilmelidir. Böyle bir organizasyon olmaksızın cemiyette büyük haksızlıklar, büyük facialar meydana gelir ve böyle bir durum milleti sıhhatli olmaktan çıkarır. Birçok yerlerde sizler, kendiniz de, bu gibi olaylara herhalde tesadüf ediyorsunuz. Bunları önleyecek böyle bir organizasyon kurmayı esas kabul eden bir görüşün sahibiyiz. Yani toplum içerisinde herkes bilecek ki, herkesin sosyal güvenliği sağlanmıştır. İş mi? Başvuracaksınız, iş verecek. Hastalık mı? Tedavi görecek. Tahsil mi? Çocuğuna tahsil imkânı sağlayacak. Ayrıca sağlık ve adalet güvenliği, sağlanmasını düşündüğümüz bir diğer iştir. Yani bir dava ve mahkeme konusu olduğu zaman, vatandaş ihtiyacı olan avukat, mahkeme masrafı ve diğer zaruri masraflar gibi yardımları kolayca elde edebilmelidir. Bugünkü gibi öyle parası olanın kendisine çifter çifter avukatı tutup, şahit masraflarını ödeyip hukuk imkânlarından rahatça faydalanması ve parası olmayan vatandaşların ise, bunlardan yoksun kalarak haklarını koruyamaması durumu ortadan kaldırılmalıdır. Ayrıca ceza ve tevkif evlerinin durumu da insanlığa yakışır şekilde islah edilmeli ve oraya düşen vatandaşlar tam bir imkân eşitliğine kavuşturulmalı, henüz sanık durumunda olan vatandaşın haysiyeti korunmalıdır. Toplumculuk ilkemizin içine aldığı önemli bir husus da şudur: Türk Milleti yüzyıllar boyunca büyük ihmallere uğramış, sıkıntılara düşmüş, felaketler geçirmiş bir millet olduğu için özellikle halk ve köylü, aydınlara, kendisine yol göstermeye, yardım etmeye gelenlere karşı güvensizdir ve aynı zamanda ümitsizdir. Yani kötümserdir. Bunun en açık misalini şarkılarımızda, türkülerimizde görürüz. Daima bir kötümserlik sonucu olarak halkımzda hareket, büyük hamle yapma kabiliyeti durdurulmuştur. Bunu açmak lazım. Büyük işlerimizi, büyük tasarılarımızı çözebilmek için halk enerjisini seferber etmeliyiz. Halkı uyandırmalıyız. Halkı uyandırabilmek için de güzel sanatları bu amaçla seferber etmeliyiz. İnsanlara önce neşe, yaşama sevinci ve şevk aşılamalıyız. Heyecan aşılamalıyız. Neşe, ümit ve şevk duyan insan yorulmadan çalışabilir; enerji gösterebilir. Ümütsizliğe düşen, kötümserliğe düşen insan yaşama iştahını kaybeder. Bunu kendi hayatımızda birçok kere duymuş, üzgün olduğumuz zamanlarda çalışma isteğimiz olmadığını anlamışızdır. İşte Türk Milletinin kalkınması için başvuracağımız önemli çarelerden birisi budur. Sanatı, kültür faaliyetlerimizi, halkı heyecana getirmek; ona ümit, zevk, neşe vermek ve böylece halk enerjisini seferber ederek hareket yaratmak istikametinde kullanmalıyız. Bunun için de biz bir ilke olarak diyoruz ki, sanat toplum için, toplum yararına kullanılacaktır. Toplum yararı için seferber edilecektir. Böylece boşa giden halk enerjisini (ki, bizim halkın büyük bir çoğunluğu senede üç buçuk ay çalışıyor geri kalan sekiz buçuk ay bu enerji heder oluyor) seferber edip, erozyon problemimizin çözülmesi, memleketin ağaçlandırılması, sulama işleri, yol meseleleri gibi büyük meselelerimizin halli yolunda faydalanmalıyız. Buna bir örnek olarak İzmit körfezinden İskenderun’a kadar uzanan bölgedeki 400 milyon yabani zeytin ağacını gösterebiliriz. Bu ağaçların hepsi 150-200 milyon lira harcanarak verimli hale getirilebilir. Aşılanmış bir ağacın değeri bugün 1000 lira civarındadır. Yani bir tarım seferberliği sonucu aşılanacak ve bugün değeri sıfır olan 400 milyon ağacın değerini 400 milyar Türk lirasına çıkarmak imkânı vardır. Sadece 200 milyon lira haracayarak bugünkü bütçemizin yaklaşık üç katını sağlamak işten bile değildir. Bu arada halka yine boş vakitlerini değerlendirecek el işleri, el sanatları öğretmek, göstermek, okuma melekesi ve kültürünü artıracak kurslar açmak ve hiçbir dakikasını heder etmeyecek şekilde organize etmek toplumculuk prensibi içine aldığımız hususlardan bir diğeridir”. 83 *** Dokuz Işık’ta yer alan toplumculuk görüşü, aslında “Millet” esaslı bir ideolojinin kendiliğinden ortaya çıkarttığı bir görüştür diyebiliriz. Liberal felesefede temel olan “ferdiyetçilik” ile Marksist görüşün esasını teşkil eden “Sınıf” bilinci Dokuz Işık’ta yer bulmamaktadır. Dokuz Işık’ta, toplumu esas alan, mülkiyet hakkına saygılı olunurken kapitalizmin vahşiliklerini ortadan kaldıran, kollektivist sistemler- (83 9 Işık ve Türkiye. Alparslan Türkeş. 1977. Sayfa:80-81-82-83-84-85-86-87-88-89-90-91-92) deki hâkim devletçiliği belli bir seviyeye indiren bir görüş söz konusudur. Dokuz Işık, doktriner anlamdaki “Üçüncü Yol” özelliğini ekonomik açıdan da ortaya koymakta, devlet ve özel sektörün yanısıra “Millet Sektörü” önerisiyle de farklılığını göstermektedir. Millet sektörü, o dönemlerde hem sermaye birikimi temin etmede önemli bir fonksiyon icra ederken, mülkiyetin yaygınlaşmasında, gelir dağılımındaki adaletin tesis edilmesinde ana rol oynayan bir özellik taşımaktadır. Bugün dünyamızda her ülkede en önemli sorunların başında gelen gelir dağılımı adaletsizliği, bu sektör teklifiyle kuvvetli devlet kontrolü olmaksızın ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Bankacılık sektörünün toplumları sömüren özelliğini de büyük ölçüde ortadan kaldırmaktadır. Örneğin, daha önce ziraat için kurulan Ziraat Bankası’ndan, esnaflar için kurulan Halk Bankası’ndan kullanılan kredi oranları dikkate alındığında, ziraatle uğraşanların, esnaf olanların kredi kullanma oranları bugün ne kadardır? Bu bankalardan da yine malı, mülkü olanlar faydalanmakta, imkânların çok azı ilgili kesimlere akmaktadır. Günümüz ekonomik yapısında “Millet Sektörü”nü özü itibariyle tatbik etmek mümkün olabilir. Bankacılık sektöründe yapılacak yeni düzenlemeler ve kooperatifvari birliklere ve çok ortaklı şirketlere verilecek destekler, kredi müessesesinin proje esasına dayandırılması gibi bir dizi önlemlerle; Millet sektörü, zaten parası olan büyük şirketlerin amansız tırmanışını önleyebilir. Mülkiyeti yaygınlaştırabilir. Her kesimin kurması önerilen tasarruf sandıkları; bu kesimlere hizmet eden bankalar haline, tasarruf ve yatırım bankaları haline getirilebilir ve mevcut bankalar buna göre yeniden düzenlenebilir. Dokuz Işık’ta ekonomik sistem yeni bir boyutta ele alınırken işçi haklarına büyük önem verilmekte, iş düzeni ile ilgili o dönemdeki bazı aksaklıkların giderilmesi teklif edilmekte ve bunlarla beraber emek sermaye bütünleşmesi önerilmekte ve bu öneri de milli bütünleşmeyi tam anlamıyla sağlamak için yapılmaktadır. Dokuz Işık’ta yer alan Toplumculuk ilkesindeki ekonomik kalkınmayı daha iyi kavrayabilmek, gelişen şartlara göre dinamik ve hamleci ekonomik modelleri bulmak ve tatbik etmek için Türk Milliyetçiliği ile ekonomik kalkınmanın irtibatlarını belirlemek gerekmektedir. “Türk Milliyetçiliği, Türk toplumunu büyük hedeflere yöneltecek en büyük güçtür. Bu büyük hedefler ise bu şuurla kendine uygun ekonomik sistemi ve kalkınmayı meydana getirecektir. Kalkınma her toplum için arzulanan bir durumdur. Kalkınma, bir halden daha üst hale gelme durumudur. Geçmişte de bugün de her toplumda kalkınma tartışılmaktadır. Kalkınmak için gayretler sarf edilmektedir. Çünkü ekonomik kalkınma, büyüme ve gelişme insanlarla direkt ilgili konulardır. Her türlü ekonomik faaliyetin özünde onun refahını artırma gayesi vardır. Yine insan, her türlü ekonomik faaliyette hem bir araç hem de gayedir. Bu nedenledir ki, insanı ön plana almayan ya da aldı gözükmeyen hiçbir ekonomik sistem yoktur. Bunun için de her zaman ekonomik karar ve faaliyetler insanların sonsuz olan ihtiyaçları çizgisinde devamlı vücut bulurlar. Ekonomik faaliyetler, ihtiyaçlar paralelinde yoğunlaşırken, ekonomik ihtiyaçların tek tek insanlara, keza insanların oluşturdukları çeşitli sosyal kesimlere, mesleklere, iktisadi gurup ve teşekküllere, baskı ve menfaat gruplarına göre değişmesi, bu değişik ihtiyaç ve isteklerin birbirleriyle çatışması, kesişmesi, engellenmesi veya bütünleşmesi, çok yönlü ve karmaşık meseleleri doğurmaktadır. Sürekli değişen toplum istek ve ihtiyaçları ise daha değişik boyutlu problemleri meydana getirmektedir. Böyle olunca insanlar sürekli istemekte, istek ve arzuları artmaktadır. İşte bu karmaşık ortamda meydana gelen sonsuz istekler, bu istekleri sistematikleştiren görüşler, inançlar daima en iyi yol arayışını ayakta tutmaktadır. İşte milliyetçiliğin toplum kalkınmasında en önemli rolü burada doğmaktadır. Yoksa insanlık tarihinde kalkınmak, yükselmek, mutlu olmak, hâkim olmak, kuvvetli olmak gibi kavramlar hiçbir zaman değişmemiştir ve değişmeyecektir. Fakat bu değişmeyen kavramların en üst seviyede gerçekleşmesi ise milletler için milliyetçilik ruhu ile milliyetçilik anlayışı ile mümkün olabilecektir. Çünkü milliyetçilik, en üst sınırda kalkınma idealini doğurur. Yarışı ve üstün gelme duygusunu öne çıkarır. Milliyetçilik bir toplumun kalkınmasında tek ve değişmeyen bir modeli kabul etmez. En uygun olanı seçer. Gerçekten de toplumların ekonomik kalkınmasında değişmez bir yol olmamalıdır. (Sadece kapitalizm gibi patronlar hâkimiyetine dayanan sistemlerde, kollektivizm gibi sınıf hakimiyetini esas alan sistemlerde değişmeyen kalıplar mevcuttur). Çünkü insanların ihtiyaçları ve bu paralelde istekleri sonsuzdur… Milliyetçiliğin ekonomik kalkınmada toplumları büyük hedeflere bir bütün olarak yöneltmesi, toplum içindeki değişik kesimlerin isteklerinin çatışmasını asgariye indirmesi ve topluma yön vermesi toplum yapısıyla ekonomik yapı arasındaki ahengi sağlaması noktasında çok büyük etkisi vardır. Ekonomik milliyetçilikte, ekonomik kalkınma hedeflerinin; milli hedeflerin seçiminde dünyaya yön verme ideali nihai hedeftir. Sömürmeyi değil ama adil bir ekonomik yapıyı oluşturma önemlidir. Bu nihai hedefe ulaşmak için hızla ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmek için öncelikle toplumun yönlendirilmesi ve isteklendirilmesi şarttır. Bundan sonra ekonomik kalkınma yolunun seçiminde, tatbikinde meseleleri çok yönlü ve dikkatli bir şekilde incelemek gerekmektedir. Yani ülkemizin kaynakları, ihtiyaçları, istekleri, hedefleri, toplumumuzun değer yargıları, kitlevi kabiliyetleri, inançları çok objektif bir şekilde ortaya koymak, ondan sonra iktisat biliminin günümüze kadar gelen birikimlerinden mevcut dünya ekonomisinin durumu ve işleyişi de dikkate alınarak faydalanmak ve en uygun yolu süratle tatbike çalışmak lazımdır. Ekonomik kalkınma, mevcut durum de üst hedeflere göre önce bunları gerçekleştirecek bir organizasyonun tesbitiyle başlar. İktisadi meselelerin hallinde, hangi malların üretileceği, bunları kimlerin hangi metotlarla istihsal edeceği, gelirin hangi esaslar dairesinde paylaşılacağını tesbit etmek, kısaca bütün iktisadi faaliyetleri belli yapılarda, belli rejimlere dayanarak bir düzene koymak üzere bir sisteme ihtiyaç vardır. İktisat çeşitli alternatiflere kullanılabilecek sınırlı imkânlar ile tatmin edilmek istenen ve bitiş noktası bulunmayan ihtiyaçlar arasındaki ilişkilere ait insan davranışlarını inceleyen ve yön veren bir bilimdir. Bu meyanda iktisadın incelemelerine esas olan faaliyetleri, insanların ihtiyaçlarını karşılamak, içinde bulundukları maddi şartları düzeltmek, refahlarını artırmak amacına yönelmektedir. Bu faaliyetlerin hedefi, ihtiyaçlarla bu ihtiyaçları tatmine yarayan vasıtalar arasındaki gerginliği gidermektir. İşte bunun içindir ki milletler arasındaki mücadelelerde ekonomik sömürü; emperyalizm en çok kullanılan vasıta olmaktadır. Her ülke kendi insanının sonsuz olan ihtiyaçlarına diğer ülkelerden daha çok ekonomik değer kazanmak suretiyle cevap vermeye çalışmaktadır. İşte Türk Milliyetçiliğinin ekonomik kalkınmadaki en önemli etkisi ve uyandırıcı özelliği burada yatmaktadır. Milliyetçilik, ekonomik kalkınmada şu sistem veya bu sistem ön yargısını asla taşımamaktadır. Çünkü milliyetçilikte aslolan en iyi yolu bulmaktır. Bu bakımdan Türk Milliyetçiliği kapitalizm, kollektivizm gibi sistemlere asla bir bütün olarak angaje olmak istemez. Bu sistemlerden faydalanabilir. Bu sistemlerden kendine uygun metodları seçip kullanabilir, ancak kesinlikle milli hedeflerine göre bir ekonomik sistem kurar. Bu sistemi kurarken; a) En üst milli hedeflerini tesbit eder, b) Ülkemizin ekonomik seviyesini, birikimlerini, kaynaklarını ve mevcut ekonomik teşkilatlanmayı ortaya koyar. Bu duruma göre milli hedefleri gerçekleştirecek kadro tesbitini yapar. Kadro açıklarını gideecek yolları bulur. c) Milli hedeflere varacak, asrı aşacak bir çalışma temposuna hangi cazibe ve kuvvet merkezlerinden hareketle ve hangi düzeylerdeki isteklendirmelerle varılabileceğini belirler. Ve neticede, hızlı ve topyekün bir kalkınmayı meydana getirecek sistemi ve kadrolaşmayı meydana getirerek, milletler arasındaki ekonomik mücadelede açığı hızla kapatacak ve hedefe varacak şekilde yerini alır. Türk Milliyetçiliği açısından ekonomik kalkınmada hedefler, bu hedeflere varmadaki zihniyet ve dünya görüşü, yeni ve büyük bir uyanışın doğuracağı hızlı ve topyekün çalışma, iktisat biliminin ortaya koyduğu ekonomik kaidelerin tesbitinden önce gelir ve bunlardan daha önemlidir. Çünkü aslolan ana hedefler ve bu ana hedeflere göre ortaya çıkacak ana organizasyondur. Onun için isteklendirme, yönlendirme ve eğitim kalkınmanın ana ateşleyici unsurları olmaktadır. Milliyetçilik ise isteklendirmeyi, yönlendirmeyi ve eğitimi en uygun ve en üst sınırda gerçekleştirecek olan büyük bir güçtür. Hızla kalkınmanın, diğer ülkeleri geride bırakacak bir kalkınmanın, ekonomik sömürüye karşı çıkabilecek, yeni emperyalizme karşı dirençli olabilecek bir kalkınmanın gerçekleştirilmesi için öncelikle toplumun bu noktalarda uyandırılması gerekmektedir. Bu yeni uyanışı yapacak olan Ülkücü Kalkınma Mimarları’dır. İşte bugün, Türk Milliyetçiliği açısından Ekonomik kalkınmanın önemi, “Gelişmecilik” ilkesinin önemi burada ortaya çıkmaktadır. Türk Milliyetçiliği ile ekonomik kalkınma arasında ayrıca ekonominin manevi ihtiyaçları ve manevi geçişleri yönünden de irtibatlar vardır. Çünkü ekonomi kendi kuralları içerisinde işlerken, ekonominin çoğu noktalarda diğer sosyal bilimlerle olan müştereklikleri vardır. Ekonomi bilhassa başta siyaset olmak üzere sosyal ilimlerle zaman zaman müstakil bir tetkike imkân vermeyecek kadar yakından bağlıdır. Hatta çoğu İslam düşünürü iktisat bilimini politika ve ahlak bilimiyle birlikte pratik bilimler sınıfına sokmaktadırlar. İktisadı bağımlı bir bilim ve politikanın bir parçası olarak kabul etmektedirler. İbn-i Haldun, ‘Devletin ve egemenliğin sürdürülmesi çabasının kaynaklandığı temel amaç ekonomiktir’ diyerek devletin varoluş amacını ekonomiye bağlamaktadır. Gerçekten de günümüzde ekonomik faaliyetler ne kadar serbest olursa olsun, devlet ekonomik faaliyetlerde ne kadar arınırsa arınsın yönetimin güçlü olmasını, bürokrasinin daha etkin olmasını doğurmakta, bu da iktisadi faaliyetlerin büyümesini sağlamaktadır. Günümüzde ekonomik istikrarın büyük ölçüde idari istikrara bağlı olduğu bir gerçektir. Türk Milliyetçiliği ile ekonomik kalkınmanın ahlak ve adalet açısından da ciddi ilişkileri vardır. Bir ülkede asgari geçim seviyesi altında çok sayıda insan yer alırken öte yanda büyük servetler çok az sayıda insanın elinde bulunursa, bu durum Türk Milliyetçiliği açısından kabul edilebilir bir durum değildir. Cadde ve sokaklarımızı süpüren çöpçümüzle, Cumhurbaşkanı mevkiinde oturan en üst yöneticimizi sevgi açısından, ilgilenme açısından bir tutan Türk Milliyetçiliğinin gelir dağılımındaki büyük çarpıklıklara seyirci kalması mümkün değildir. Toplumculuğun bir önemli yönü yaygın mülkiyet anlayışına sahip çıkması, ekonomik imkânlar açısından herkese fırsat eşitliği tanımasıdır. Milletini sınıf, mevki farkı gözetmeksizin bir bütün olarak kabul eden ve her ferdine karşı derin bir bağlılık ve sevgi duyan Türk Milliyetçiliğinin ekonomik adaleti sağlamada ilgisiz kalması da düşünülmemelidir. Türk Milliyetçiliği açısından köşe başında dilenen bir insan, çamura batmış bir Türk bayrağı gibi addedilir. Nasıl ki bu bayrak yıkanır, ütülenir ve layık olduğu yere asılır, köşe başında dilenen insan da insanca yaşayacak düzeye muhakkak surette getirilir” 84 Dokuz Işık’ta ve toplumculuk ilkesinde ekonomik kalkınmanın birinci hedefi güçlü ve büyük bir Türkiye’dir. Nihai hedefi ise bütün dünyayı kapsayan EKONOMİK TURANCILIKtır. Ekonomik Turancılık, dünyada sömürüye (84 Ekonomik Milliyetçilik.-Ekonomik Turancılık- Rıza Müftüoğlu. Ankara.1997. Sayfa:54-55-56-57-58-59) dayanmayan adil bir ekonomik düzenin kurulması esasına dayanır. 9 Işık eserinde dikkat çeken ve günümüz siyasi yapılanmasını büyük ölçüde değiştirecek olan teklif, 6 sosyal dilime göre siyasi teşkilatlanmadır. Bu altı sosyal dilimi ekonomik kalkınmada da güç kaynağı olarak gören Alparslan Türkeş, siyasi demokrasi olarak tanımladığı bugünkü siyasi düzeni millet için çok zararlı görmektedir ve Marksist devlette nasıl ki bir sınıf hâkimiyeti varsa aynı şekilde bugünkü düzende de bir avuç kesimin hakimiyeti olduğunu iddia etmekte, bunu anlatmakta ve altı sosyal dilime dayalı bir sistem önermektedir. Bunu da “Milli demokrasi” olarak adlandırmaktadır. Buradaki milli ifadesi, millete dayanması açısından doğmaktadır. “Milli devlet”, “Milli demokrasi” kavramları Kapitalist ve Marksist sistemlere karşı “Millet”i esas alan anlayışın eseri olmaktadır. Tek başkan, tek meclis ve altı sosyal dilime dayalı bir meclis oluşumu, bugünkü siyasi partilerin yapısını da otomatikman değiştirecek özelliktedir. Her sosyal dilimden uygun sayıda ve uygun oranda milletvekilinin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gelmesi demek, siyasi partilerin de yönetimlerini altı sosyal dilime göre oluşturması demektir. Bu öneride önemli olan hususlardan biri de; ülke sorunlarının süratle çözülmesini hedeflemesidir. Çünkü her kesim kendi temsilcisini meclise milletvekili olarak gönderirken, kendi sorunlarını en iyi şekilde çözecek, kendi kesimini en iyi şekilde temsil edecek, haklarını koruyacak, yeni haklar alacak kişileri tercih edecektir. Siyasi parti liderleri de buna mecburen uyacaktır. Bugün olduğu gibi lider sultası olmayacaktır. Ne siyasi partilerin yönetiminin oluşmasında, ne milletvekillerinin seçilmesinde ne de meclisin çalışmasında lider sultası olmayacaktır. “Başkanlık sistemi önerisiyle otoriter bir yönetim öneriliyor” görüşü, meclisin oluşum şekliyle ortadan kalkmakta, Başkanlık sisteminin sadece hızlı karar ve uygulamalarla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Bütün bunları 9 Işık adlı eser “Demokratik milliyetçi devlet” ifadesi ile bir araya getirmektedir. Demokratik Milliyetçi Devlet’te ekonominin millileşmesi; öncelikle kendi öz kaynak ve kuvvetlerine dayanması prensibi mevcuttur. Ancak burada da, bir avuç ferdin veya bir sınıfın menfaatlerini gözeten bir devlet yapısına şiddetle karşı çıkılmakta, milletin bütün fertlerinin yükselmesi öngörülmektedir. Bu öngörü ile hem devleti, hem ekonomiyi, hem de sosyal ve siyasi yapıyı yeniden, millet esasına, fert esasına göre düzenlemektedir. Toplumculuk ilkesi paralelinde yer alan Demokratik Milliyetçilik’le de milletin bütününü kucaklama hedefi mevcuttur. 9 Işık adlı eserde ayrı bir kesim olarak yurt dışında yaşayan vatandaşlarımız ele alınmış ve bunların sorunları o günkü şartlarda çözümlenmeye çalışılmıştır. Yani yurt dışında yaşayan vatandaşlarımız, toplumculuk çerçevesinde 9 Işık’ta ayrı bir ilgi alanı olmuştur. Toplumculuk ilkesinde başta idari ve içtimai reformlar olmak üzere bir dizi reform teklifi söz konusudur. Bütün bu reform teklifleri o günkü şartlarda mevcut olan aksaklıkları gidermek için önerilmiştir. Gelişmecilik ilkesiyle Toplumculuk ilkesi bu yönde birlikte mütalaa edildiğinde, “Dokuz Işık her dönem gelişen ve değişen ihtiyaçlara göre yeni reformlar önermektedir” diyebiliriz. Dokuz Işık’ta yer alan toplumculuk ilkesinin büyük çapta ekonomik, sosyal, siyasi reformlar önermesi, bu ilkeyi ülke meselelerinin çözümünde öne çıkarmış ve “Milliyetçi Toplumcu” düzen kavramını bir dönem slogan haline getirmiştir. Hatta bu slogan o dönemlerde “Dokuz Işıkçı” lığı gölgede bırakan bir hüviyet bile arz etmiştir. Bundan dolayı 1980 öncesinde “Milliyetçi Toplumculuk”, “Nasyonal sosyalizm” ile eş değer görülürek Dokuz Işıkçılara faşist suçlamasında bile bulunulmuştur. Ancak pek tabidir ki, Dokuz Işık Doktrini 9 ilkesiyle birlikte ele alındığında bir mana ifade eder. Birkaç ilkesiyle ortaya çıkmak veya birkaç ilkesini öne çıkarmak doğru değildir. Dokuz Işık, 9 ilkesiyle birlikte bir doktrindir. ********************** 5-İLİMCİLİK “Bugün dünya üzerinde ilimdeki büyük gelişmeler insanlığa uçsuz bucaksız gelişme ve mutluluk ufukları açmıştır. Bir memleketin refahlı olması, güçlü olması her şeyden önce o memlekette yaşayan insanların ilimde, teknikte ileri bir seviyeye ulaşmış olmaları ile mümkündür. Bir milletin askeri gücü de ilim ve teknik gücüne, medeni seviyesine bağlıdır. İlimde, teknikte geri kalmış bir ülkenin insanları ne kadar kahraman yaratılışlı olurlarsa olsunlar, onların milli savunma yönünden, askerlik yönünden güçlü olmaları mümkün değildir. Bu sebeplerden Türkiye’yi kalkındırmayı düşünürken Türk Milletinin hızla bir an önce refaha kavuşmasını, mutluluğa kavuşmasını ve güçlü bir varlığa sahip olmasını sağlamak için ilim ve teknikte büyük bir ilerleme kaydetmek mecburiyetindeyiz. Bunun için Türkiye’nin ilimde, teknikte süratle en yüksek seviyeye çıkmasını, hızla modern sanayii kurmasını, tarımını modernleştirilmesini sağlamak için dünya çapında yüksek kaliteli, liyakatli ilim adamları ve teknisyenler yetiştirmek zorunluğu vardır. Bu vasıfta insan gücü yetiştirmedikçe Türkiye’nin ilimde, teknikte süratle ilerlemesi ve modern sanayie sahip olması, tarımını modernleştirmesi mümkün olamaz. Bunun için Türkiye her şeyden önce öğrenimde bulunan gençler içinden en kabiliyetlilerini seçerek bunlara geniş öğrenim imkânları sağlanmalı ve süratle dünya çapında her konuda yüksek seviyeli ilim adamları ve teknisyenler kadrosunu kurmalıdır. İster Matematikte, ister Fizik’te, ister Kimya’da, ister Tarım bilgilerinde, ister Sosyal bilimlerde olsun dünya çapında ve en yetenekli bilim adamları yetiştirmek ve Türkiye’yi kalkındırmaya yetecek bir ilim adamları kadrosunu teşkil etmek Türkiye için başlıca önemli meseleyi teşkil etmektedir. Bu güne kadar Türkiye’yi idare eden iktidarlar bu konuyu karıştırmışlardır. Türkiye için her kasabada ortaokul, liseler açmak, her yerde okulları çoğaltmak başlı başına Türkiye’nin meselelerini çözmeye yetmez. Öncelikler tespit etmek zorunluluğu vardır. Öncelikleri düşündüğümüz zaman da Türkiye’nin kalkınmasını sağlamada birinci öncelik yüksek seviyeli, liyakatlı ve üstün kaliteli ilim adamları, teknisiyenler kadrosunu kurmaya önem vermek gerekmektedir. Birinci öncelik burdadır. Böyle bir kadro kurulduktan sonra bu kadronun varlığı sayesinde Türkiye’nin süratle madern sanayie sahip olması ve tarımı modernleştirmesi mümkün olacaktır. Ve bu üstün, seçkin ilim adamları kadrosu sayesinde Türkiye ilim ve teknik yönünden büyük bir güç elde etmiş olacaktır. Buna işaret etmeyi çok gerekli saymaktayım. Bunun yanısıra Milli eğitim ele alınması ve Milli Eğitimin Türkiye’nin ilimde, teknikte süratle dünyanın en ileri gitmiş ülkesi haline gelmesini sağlayacak bir planlama yapmak ve buna göre bir Milli Eğitim faaliyeti göstermek gerekmektedir. Milli Eğitimin başlıca dört gayesi olduğu ortaya konulmalıdır. Bu gayeleri sırayla şöyle ifade edebiliriz: Birincisi, Türk insanını yaşı ne olursa olsun Türk Milletinin tarihinden şuur almış olan, Türk geleneklerinden şuur almış olan, Türk Milletinin Milliyetçilik duygularıyla ve manevi değerleriyle beslenmiş olan insanlar olarak yetiştirmek teşkil etmelidir. Milli Eğitimin birinci gayesi bu olmalıdır. Türk insanını Türk Milletinin örnek bir kişisi, Türk Milletinin bütün vasıflarını üzerinde taşıyan, müşterek vasıfları benimsemiş insan olarak yetiştirmek olmalıdır. Kendi tarihinden habersiz, geleneklerinden habersiz, örfünden habersiz, manevi değerlerinden habersiz çıplak bir varlık olarak insanlarımızın yetişmesi, yurdumuzun büyük zaafını teşkil etmektedir. İkinci gaye: Milli Eğitim Türk milletinin sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarına göre hedeflerini tayin etmeli ve Türk insanını ona göre yetiştirmelidir. Türk Milletinin sosyal ve ekonomik ihtiyaçları önce tespit edilmelidir. Yani Türkiye’nin modern sanati kurması, Türkiye’nin modern tarım kurması, Türk toplumunun kalkınması için ne kadar doktora ihtiyacı vardır, ne kadar kimyagere ihtiyaç vardır, ne kadar mühendise ve Yüksek mühendise ihtiyacı vardır, ne kadar makine mühendisine ihtiyacı vardır, ne kadar öğretmene ihtiyacı vardır, ne kadar tornacıya, tesviyeciye ihtiyacı vardır; bunlar gayet dikkatli olarak, ilmi bir şekilde tespit edilmeli ve Türk toplumunun bu sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarına göre Milli Eğitimin hedefleri tespit edilerek ona göre okullar açılmalı, ona göre teşkilatlanma yapılmalı ve bu okullar ona göre öğrenciler alınarak bu hedeflere göre Türk insanı eğitilerek yetiştirilmelidir. Milli Eğitimin üçüncü gayesi: Türk insanını topluma yük olmadan yaşayacak, üretici olarak yetişecek ve topluma katkıda bulunacak şekilde yetiştirilmesi esas olmalıdır. Okullardan bir takım gereksiz bilgi yüküyle yüklenmiş ve gözünü devlet kapısına dikmiş, devlet kapısında memuriyet peşine düşmüş insanlar yetiştirmek özellikle bundan sonra, memleketimiz için çok zararlı ve tehlikelidir. Türk insanını üretici olacak şekilde yetiştirmek, Türk toplumuna katkıda bulunacak şekilde yetiştirmek, hem de bu ruhta, bu anlayışta, bu zihniyette yetiştirmek büyük önem taşımaktadır. Dördüncü gaye: Bu gün dünya üzerinde tekniğin, teknik bilginin önemi hayatı derecede artmıştır. Bunun için Türk çocuklarını teknik eğitime yönelik yetiştirmek gerek mektedir. Türk çocuklarını, Türkiye’nin ihtiyacı olan kalkınmayı sağlayacak bir eğitim göstererek yetiştirmek yoluna gidilmelidir. İlim ve teknik milletlerin sayısı ne olursa olsun, durumu ne olursa olsun diğer milletler arasında durumunu sağlamlaştırmakta ve etkin hale getirmektedir. Bunun için bu konu Türk Milleti için de hayati değer taşımaktadır. Karşılaşılan her olayı, önümüze getirilen her meseleyi gördüğümüz her işi ön yargılardan ayrılarak, art düşüncelerden sıyrılarak gerçekçi bir gözle görmek ve ilim zihniyetiyle bunu muhakeme etmek, değerlendirmek başlıca usul olmalıdır. Her çeşit peşin hükmü kafalardan bir kenara bırakacağız. Her olayı incelerken ilim metodunu takip edeceğiz. Bu da nedir? Müşahade, inceleme, araştırma, analiz, tecrübe ve müspet sonucu bulmak. Demek ki, bütün memleket meseleleri ile ilgili olayları, tutumları düşünürken en doğru neticeye varabilmek için uygulayacağımız ilke ilim metodu, ilim mantalitesi olacaktır ve bütün faaliyetlerimizde bize yol gösterici olarak ilmi önder kabul edeceğiz. Bunu da görüşümüze esas olarak almakta çok fayda gördük. Çünkü çoğu zaman birçok kimselerin ilk hamlede ortaya ön yargılarla, art düşüncelerle çıkıyor ve daha ilk anda muhakeme yürütüp, doğru sonuca varma yollarını tıkamış oluyor. Bunun için ilimciyiz. İlimcilikten de kastettiğimiz şey, yukarıda da belirttiğimiz gibi, olayları incelerken ilim mentalitesini, ilim metodunu kullanmak ve her işimizde ilmi kendimize önder kabul etmektir. Yalnız ve sadece ilmi, müspet ilmi önder kabul edeceğiz.” 85 *** (85 9 Işık ve Türkiye. Alparslan Türkeş.1977. Sayfa:93-94-95-96-97) Dokuz Işık’ta yer alan İlimcilik ilkesi bize göre, ideolojilerin ve doktrinlerin kendiliğinden ördükleri bazı yanlış duvarları da ortadan kaldıran önemli ilkelerden biridir. Gerçekten de ilme önem vermeyen hiçbir yönetimin halkını kalkındırması, yükseltmesi mümkün değildir. İlimcilik günümüz dünyasında hayatta kalmanın gereksinimi olduğu gibi dinimizin de emrettiği önemli bir husustur. Bu bölümde Dokuz Işık, halk ve aydın bütünleşmesine özellikle işaret etmektedir. Bunun nedeni o dönemin aydınların büyük bir bölümünün Batılı ülkelerin kültürlerini yaşama eğiliminde olmalarından; bu batıcı yaşayış modasının da aydınları halktan koparmasındandır. Aydınların kendi milli kültürlerini yaşamaları gerektiği, milli kültürle halkla bütünleşmeleri ve bu şekilde halkı aydınlatmaları gerçeğinden hareketle Halk-Aydın bütünleşmesi önerilmiştir. Dokuz Işık’ta her vesilde büyük önem verilen gençliğin ilme yönelmesi hususu da bu ilkede özellikle vurgulanmaktadır. Dokuz Işık İlimcilik ilkesindeki okullarla ilgili bir açıklamayı bugün üniversitelerimiz için tatbik etmek mümkündür. Bugün hemen hemen her ilde üniversite veya fakülteler vardır. Bu yaygınlaşma önemlidir. Ancak ilim adamları yetiştirecek, seçkin yöneticiler yetiştirecek belli üniversiteler olmalı ve bu üniversiteler öğretim elemanlarını da buna göre istihdam etmelidir. Diğer bütün üniversite ve fakültelere girmek sınavsız olurken, bu üniversitelere sınavla, hatta sadece eğitime yönelik sınavla değil, karakteristik özellikleri de test edilerek öğrenci alınmalıdır. Bir taraftan eğitimi, yüksek öğrenimi yaygınlaştırırken öte yandan dünya çapında ilim adamları, araştırmacılar, yöneticiler yetiştirecek birkaç öncellikli üniversite olmalı ve bu üniversiteler her bakımdan bu amaca yönelik donatılmalıdırlar. İlimcilik ilkesinde Milli Eğitimin milli olması önerilirken, ilim dilinin Türkçe olması özellikle belirtilmektedir. Türkçenin ilim dili olması zaten dünyada en çok konuşulan dillerin içinde 5’ncisırada yer alan Türkçe için zor olmaması gerekir. Fakat burada işaret edilen ilimdeki ilerleyişin Türkçe bilinci ile Türkçe’nin ilim dili olmasını sağlayacağı gerçeğidir. Türkçe’nin ilim dili olması, Dokuz Işığın son hedefi açısından da önemli görülmektedir. Türkçe’nin ilim dili olması nihai hedefinin yanı sıra, ilimde başarı seviyesi ve gençlerimizin temel bilimlere hâkim olmaları ancak temel bilimleri ana dilleri ile öğrenmeleri ile artacaktır. Yabancı dil, dünyaya açılabilmeleri ve rekabet edebilmeleri için muhakkak ki gerekli ve önemlidir. Ancak, dünyaya açılacak ürünü geliştirirken ya da ürüne dönüşecek bilimi gerçekleştirirken ana dilinizde yani en iyi anladığınız dilde öğretim görmeniz önem arz etmektedir. Dolayısıyla, Türkçe ilim, hem ülkemizi temel bilimlerde ön plana çıkaracak, hem de Türkçe’nin ilim dili olmasını sağlayacaktır. *************************** 6- HÜRRİYETÇİLİK VE ŞAHSİYETÇİLİK “İnsanlar için mutluluk her şeyden önce hür olmaya bağlıdır. İnsanlığı aşağılatan en tiksindirici hal insanların köle olmaları, köle yapılmalarıdır. Biz Milli Doktrin Dokuz Işık’ta ne başkalarını uşak olarak kullanmayı, ne de başkalarına uşak olmayı kabul eden bir görüşü esas almış bulunmaktayız. İnsanları aşağılatan, en tiksindirici hal olan, köleliğe karşıyız. Türk Milletinin, Türk Toplumunun her manada özgür olmasıyla mutlu olacağına, yükselebileceğine inanmaktayız. Bu bakımdan her ne bahane ile olursa olsun, her ne isim altında olursa olsun insanları hürriyetsizliğe sürükleyen her çeşit davranışa karşıyız. Hürriyet derken sadece siyasi hürriyeti değil, ekonomik hürriyeti, sosyal hürriyeti, ilim hürriyetini, kısacası İnsan Hakları Beyannamesi’nde ve Birleşmiş Milletler Anayasası’nda ifadesini bulan tüm hürriyetleri bir bütün olarak kasdetmekteyiz. Türk Milleti için uygun gördüğümüz yönetim sistemi de Hürriyetçi Demokrasi sistemidir. Bu bakımdan Demokratik Nizamın korunması, geliştirilmesi ve Demokratik Nizam içinde halkın desteğinin sağlanması Dokuz Işık görüşü için baslıca esastır. Yalnız memleketimizde hürriyet birçok zamanlar kalıp, klişe halinde siyasi bir manada anlaşılmış, kabul edilmiştir. Böyle bir hürriyet yaşayan bütün insanlar için, bütün milletler için hürriyet olmaktan çok zaman uzak kalmıştır. Hürriyet deyince, siyasi hürriyeti esas almayacağız, hürriyeti bütün bölümleri ile beraber düşünmek ve o şekilde bir hürriyeti istemeyi esas kabul ediyoruz. Bunlar Birleşmiş Milletlerin Anayasası’nda yer almış olan hürriyetlerdir. Bu, söz hürriyeti, yazı hürriyeti, bilim hürriyeti, sosyal hürriyet, ekonomik hürriyet, korkudan ve baskıdan azade olmak hürriyeti ve sefaletten kurtulma hürriyeti gibi bütün hürriyetleri içine alan bir hürriyet görüşüdür. Bir insana ‘Hürsünüz işte size siyasi haklarınızı tanıyoruz, istediğiniz yere reyinizi verebilirsiniz’ der, fakat arkasından el altından ‘Şu tarafa rey vermezseniz işinizden çıkarırım’ korkusunu, tehdidini koyarsanız, onun hürriyeti bir mana ifade etmez. Veyahut ‘Bu tarafa rey verirseniz akşam eve giderken beş tane adam sizi çevirir, adamakıllı döver’ gibi tehdit eder bir durum ortaya çıkarsa, hürriyetin anlamı kalmaz. Yani hürriyetin gerçek hürriyet olabilmesi için Birleşmiş Milletler Anayasası’nda ayrı ayrı sayılmış olan bu hürriyetlerin bütün olarak herkese sağlanmış olması şarttır. Hürriyetçilikle beraber şahsiyetçiliği de esas alıyoruz. İnsanlar şahıslarına karşılıklı saygı ve karşılıklı teminat içinde bulunmalıdırlar. İnsanlar her zaman hakarete uğrarlarsa, her zaman haklarından emin durumda bulunmazlarsa, o insanların o memleket içinde faydalı olmalarına, huzur içinde olmalarına ve mesut olmalarına imkân yoktur. Onun için bu prensibimizi de hürriyetçiyiz ve şahsiyetçiyiz diye ifade ediyoruz.” 86 *** Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik ilkesinde, hürriyete ve şahsiyete her bakımdan ve derinlemesine verilen önemi görmekteyiz. Dokuz Işık, sadece Anayasa’da ve kanunlarda yazılı siyasi bir hürriyeti yeterli görmemektedir. Özellikle ekonomik hürriyetle, vatandaşların şahsiyetlerini kaybetmeden iradelerini her bakımdan rahatlıkla kullanmalarını istemektedir. Ekonomik bağımsızlığını kazanmayan ülkeler nasıl tam bağımsızlıktan bahsedemezlerse, kişiler için de (86 9 Işık ve Türkiye. Alparslan Türkeş. 1977. Sayfa:98-99-100) bu böyledir. Bunun için Dokuz Işık Hürriyetçiliği ayrı bir ilke olarak ortaya koymuştur. Dokuz Işık, baskıdan azade olmak hürriyeti ile yine iktidar gücünün kötüye kullanılmasını önleyen bir öneri getirmiştir. İktidarlar ya da mali gücü ve çevresi güçlü olanların, insanları ezmesini önlemeyi hedeflemektedir. Dokuz Işık, “Disiplinsiz bir hürriyet anarşi, hürriyetsiz bir disiplin ise diktatörlüktür” tezi ile Hürriyetçilik ile disiplin arasında gerekli olan dengeyi işaret etmiş ve “Hürriyet” diyerek diğer insanların ve toplumların hürriyetlerine müdahale anlamını taşıyan hareketlere de set çekmiştir. Hürriyetçilik ilkesi, insanların en iyi hürriyet içinde gelişebilecekleri gerçeğinden doğmuştur. Ve burada da Türk Milletine en iyiyi bulma gayreti ve bu gayreti doğuran derin sevgi vardır. ************************************ 7- KÖYCÜLÜK “Milli Doktrin Dokuz Işık’ın önemli esaslarından birisi de köycülüktür. Türk Milletinin bugün hala %65’i köylerde yaşamaktadır. Onun için nüfusumuzun %65’ini teşkil eden köylünün dertlerini süratle çözerek çareler bulmak ve köylümüzün elinden tutarak kalkındırmak, Türk Milletinin kalkınması için başta gelen bir konudur. Bugün Türkiye’mizde kırk beş bin civarında köy ve mezralar, ufak ufak, çeşitli yerleşme yerleriyle beraber 70 bini aşan yerleşme yeri bulunmaktadır. Bunların hepsinin ilgiye ihtiyacı vardır. İhtimama ihtiyacı vardır, bakıma ihtiyacı vardır. Nüfusumuzun %65’i köylü olduğuna, köylerde yaşadığına göre, bu, aşağıya yukarı 28 milyon insan demektir. Yani 42 milyonu aşan nüfusa sahip olan Türkiye’nin 26,5 milyon insanı köylerde, mezralarda yaşamaktadır demektir. (Not: Yukarıdaki rakamlar ve bundan sonra yer alacaklar 1977 yılının rakamları ve durumlarıdır.) Bu insanlar bugün %90 denecek kadar doktorsuz, bakımsız, ışıksız ve birçok ihtiyaçları halledilmemiş durumdadırlar. Bunların süratle ellerinden tutularak kalkındırılması, teşkilatlandırılması milletimizin yükselmesi için en başta düşünülecek bir konudur. Böyle olduğu halde yıllardan beri yurdumuzda ihmal edilmiş olan bu köylü kütlesidir. Köylü vatandaşlarımız çok ihmale uğramışlardır. Nüfusun %65’ini teşkil ettiklerine göre köylülerin öncelikle ele alınması, teşkilatlandırılması, her çeşit donatımla donatılması, her çeşit yardıma mahzar edilerek bu kütlenin bir an önce kalkındırılması gerekmektedir. Bu kütleyi kalkındırdığımız nispette diğer kesimlerdeki insan topluluklarımızın kalkınması adeta kendiliğinden gerçekleşecektir denebilir. Köylülerimizin kalkındırılması için bunların öncelikle teşkilatlandırılması gerekmektedir. Türkiye nüfusunun medeni ve mesleki iş bölümünden meydana gelen topluluğu altı bölüm halinde mütalaa ettiğimizi belirtmiştik. Bu altı bölümün en kalabalık ve en önemli kısmını köylü kesimi teşkil etmektedir. Köylünün teşkilatlanması, hızla kalkınması için şarttır. Bu teşkilatlandırma nasıl olacaktır? Bu, köylerimizi tarım kentleri halinde gruplaştırarak teşkilatlandırılmak suretiyle yapılmalıdır. Tarım Kentleri teşkilatı şöyle kurulmalıdır: Köylerimiz birçok yerlerde birbirine yakın olarak bulunmaktadır. Bunları inceleyerek durumlarına uygun biçimde bu köyleri gruplaştırmak gerekmektedir. Birbirine yakın bulunan on köyü veya daha ziyade on iki, on dört, on beş köyü veyahut durumlarına göre sekiz köyü, yedi köyü, dokuz köyü bir grup halinde teşkilatlandırmak ve bunların durumu müsait olanı, daha ziyade merkezi yerde bulunan bir köyü, cazibe merkezi olarak ele almak ve burada bütün köyün ilkokul, ortaokul ihtiyacını karşılayacak eğitim merkezlerini açmak, ayrıca köylünün modern tarım esaslarına göre tarım yapmasını sağlayacak şekilde onları teşkilatlandırmak ve onlara bilgi vermek üzere bu merkezde tarım uzmanları bulundurmak, yine bu merkezde modern tarım aletleri parkı kurmak, gübre depoları, ilaç depoları ve mücadele teşkilatı, mücadele üniteleri meydana getirmek ve bu grubu içinde bulunan köylerin ihtiyacını bu merkezden temin etmek gerekmektedir. Ayrıca bu merkezde bir sağlık teşkilatı bulundurmak ve bu sağlık teşkilatında doktor, sağlık memuru, ebe, hastabakıcı gibi sağlık ekibi kurmak, bulundurmak ve banlara, altlarına cip vs. gibi araçlar da vermek suretiyle köylümüzü teşkil eden insanlarımızı da sağlık bakımından yararlandırmak gerekmektedir. Kırkbeş bin köyün her birisine doktor vermeye kalkışsak en azından kırkbeş bin doktor ihtiyacı ile karşılaşırız. Kırkbeş bin doktorun devlet bütçesine yükleyeceği masraflar ve birçok güçlükle karşılaşırız. Fakat köylerimizi, şematik olarak izah etmek için, onar köylük gruplar halinde teşkilarlandıracak olursak kırkbeş bin köy, dörtbin beşyüz grup haline gelir. Dörtbin beşyüz gruba doktor vermek, sağlıkçı vermek, ebe vermek, hastabakıcı vermek ve bunların altlarına taşıt aracı vermek, gerekli donatımı ve gereçleri sağlamak kolaylaşmış olur ve bunların devlet bütçesine yükleyeceği masraflar da kısa zamanda karşılanabilir, göze alınabilir bir miktarda olur. Bunun için köylümüzün kalkındırılmasını sağlayacak yol, köylerimizi tarım kentleri grupları halinde, Tarım kentleri birlikleri halinde teşkilatlandırmaktır. Merkez seçilen köylerde kurulacak olan bu kolaylıklar, o gruba dâhil olan diğer köylerin de zaman içinde bu merkez köylere taşınmalarını, merkez köyde toparlanmalarını sağlar. Bunun için köylülerimizi zorlamaya gerek yoktur. Köylülerimiz kendileri için kolaylık, çocukları için okuma imkânı sağlayan merkezlere kendiliklerinden akmaktadırlar. Bugün büyük şehirlerin çevresinde bulunan gecekondular bunu göstermektedir. Köylerimizin şehirlere akmalarından gecekondu mahalleleri meydana gelmektedir. Köylülerimiz niçin şehirlere akmaktadırlar? Çocuklarını okutacak okullara kavuşmak için, hastaların bakımını sağlayacak sağlık imkânlarına kavuşmak için, kendilerine daha iyi geçim sağlayacak iş bulmak için. O halde bu imkânları onların ayağına götürecek ve onların köylerinin dibinde bu imkânları ona sağlayacak merkezler meydana getirdiğimiz takdirde, bu cazibe merkezlerine o gruba dâhil olan köylerin zaman içinde akması ve böylece bu merkezlerde Tarım kentleri diyebileceğimiz kentlerin meydana gelmesi mümkün olacaktır. Bu kentlerde, o gruba dâhil olan köyleri içine alan kooperatifler kurulacak ve yine bu kentlerde köylü yardımlaşma kurumları meydana gelecek ki, bu Köy-Ak diyebileceğimiz teşkilattır. Bu sayede köylünün de memleketin kalkınmasında, yatırımlara katılmasını kanalize edecek bir teşkilatlanma meydana gelecektir. Tarım kentlerinin bulunduğu grubun ihtiyaçlarına ve özelliklerine göre o bölgede veyahut birkaç tarım kentinin katılacağı onların bölgesi içinde, onlarla ilgili, tarımla ilgili endüstri, küçük endüstri, küçük imalathaneler de meydana gelecektir. Böylece hem köylümüz teşkilatlanacaktır hem de Köy-Ak vasıtasıyla büyük yatırımlara katılma imkânı doğacaktır; aynı zamanda köylülerimiz, insanlarımız köy ekonomisinden, site ekonomisinden, bölge ekonomisinden, ülke ekonomisinden, cihan ekonomisine geçme imkanını elde edecektir. Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu büyük problemlerden birisi de cihan ekonomisine geçebilmesidir. Köycülükte köylümüzü kalkındırmak için öngördüğümüz önemli meselelerden birisi köylerimiz tarım kentleri halinde gruplaştırmak ve teşkilatlandırmaktır. Diğer bir görüşümüz de köylümüzün kalkınması için tarımı teşkilatlandırmaktır, tarımı modernleştirmektir. Bu gün ülkemiz erozyon problemiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Erozyon problemi topraklarımızın aşınmasıdır. Topraklarımızın rüzgârlar ve seller dolayısıyla tarlalarımızın, meralarımızın üst kısmını teşkil eden, en verimli kısmının zayi olması, seller yoluyla denizlere akıp gitmesidir. Aşınan topraklar zaman içinde verimliliğini kaybetmekte ve çölleşmeye gitmektedir. Bunun için Türkiye’nin erozyonu önleme, erozyonu giderme ve memleketi ağaçlandırma gibi büyük meseleleri bulunmaktadır. Bunun yanısıra akarsularımızı değerlendirme meselemiz vardır. Bugün bol olan sularımız akıp gitmekte, henüz bunlardan tam olarak yararlanamamaktayız. Sularımızın bize sağladığı imkânların ancak yüzde beşbuçuğundan bugün yararlanabilmekteyiz. Yüzde doksan dört buçuk sularımız akıp gidip boşa zayi olmaktadır. Bunları süratle değerlendirmek Türkiye’nin kalkınmasını hızlandıracaktır. İşte bütün bu ihtiyaçları düzenlemek üzere yurdumuzda tarım reformu ve toprak reformu yapmak gerekmektedir. Tarım reformu, tarımı modernleştirmek, ilmi esaslara göre teşkilatlandırmak ve ilmi esaslara göre gübre kullanarak, mücadele esasları kullanarak, modern tohumlama yaparak, tohum ıslahı yaparak verimi artırmak, birim başına randımanı yükseltmek meselelerini kapsamaktadır. Tarım reformu aynı zamanda sulama imkânlarını geliştirmek ve milli bir tarım envanteri yaparak, stratejik bir tarım planlamasına gidilmek suretiyle, tarım planlanmasına göre tarımımızı en ekonomik bir yöne çevirmektir. Bunun içerisinde bölge bölge topraklarımızın en randımanlı olarak kullanılmasını sağlayacak araştırmalar yapmak ve o toprağa uyan en elverişli tarımı uygulamak girer. Bunun yanısıra toprak reformınu da ele almak gerekmektedir. Toprak reformu çok geniş toprakları, rantabl bir ölçü içinde tanzim etmeyi öngörmekle beraber gayri iktisadi bir işletmeciliğe sebep olan aşırı derecede ufalmış, küçülmüş toprakların da rasyonel bir işletmeciliğe göre tanzimi öngörmeyi gerektirmektedir. Bugün Türkiye’nin problemi büyük toprakların, büyük mülk sahiplerinin var oluşundan ziyade, toprakların gayri iktisadi işletmeciliğe yol açacak şekilde parçalanmış, bölünmüş olmasıdır. Yıllardan beri yurdumuzda toprak reformu sözleri söylenmiştir. Bunu daha ziyade komünistler istismar etmeye çalışmışlardır. Bir ağalık edebiyatı ileri sürerek toprakların toprak ağalarının elinde bulunduğunu ileri sürerek, topraksız köylünün ezildiğini söyleyerek devamlı toprak reformu istismarını yapmışlardır. Oysa tarafsız, gerçekçi ve ilmi bir gözle baktığımız zaman meselenin bambaşka olduğu görülmektedir. Bugün çifçilikle geçinen nüfusumuz 26,5 milyon civarındadır. Bugünkü sınırlar için de bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak genişliği 782 bin kilometrekaredir. Bu 782 bin kilometrekarenin içinde Van gölü, Tuz gölü, diğer göller, ormanlar ve tarıma elverişli olmayan bölgeler de dâhildir. Fakat biz meseleyi iyice açıklayabilmek için, bir an bütün Türkiye topraklarının tarıma elverişli olduğunu kabul edelim, 26,5 milyon köylüye bu Türkiye topraklarını eşit olarak bölmeye çalışalım. 782 bin kilometrekare demek 782 milyon dönüm demektir. Bu 782 milyon dönümü 26,5 milyon insan taksim ettiğimiz zaman aşağı yukarı insan başına 3 dönüm civarında toprak düşmektedir. Bütün Türkiye tarıma elverişli olsa, göller her taraf ekilebilir olsa ve elde bulunan tapuları hükümsüz kıldık desek ve yeniden Türkiye topraklarını bugünkü çiftçi nüfusumuza eşit olarak dağıtacağız desek ve taksim etsek köylü başına cüzi bir miktar düşmektedir. 782 milyon dönüm toprağı böylece toptan ve teorik olarak bölmeye kalksak köylü nüfus başına 3 dönüm civarında toprak düşmektedir. Bunu aile başına bölmeye kalksak, aşağı yukarı ortalama 6 milyon köylü ailesi bulunduğunu kabul etsek, o takdirde de yine düşecek olan miktar 13-14 dönüm olacaktır. Kaldı ki Türkiye’nin bugün tarıma elverişli olarak işlenen topraklar 300 milyon dönüm civarındadır. Ki bu da bir kısım meralar aleyhine, hayvancılık aleyhine sürülerek açılmış, tarla yapılmış toprakların da katılmasından meydana gelmektedir. Gerçekte ilimi olarak Türkiye’nin 250 veya 260 milyon dönümlük kısmının tarım için kullanılması, geri kalan meraların da hayvancılığa tahsisi gerekmektedir. O takdirde tarıma elverişli toprakların çiftçilere taksimine kalksak, köylü başına düşecek miktar büsbütün az olacağı gibi köylü ailesi başına düşecek miktar da çok az olur. Bütün bunlar şunu göstermektedir. Türkiye’de ekonomik yönden tarım sektöründe bulunan nüfus çok sayıdadır. Bugün Fransa’da nüfusun %15’i tarım sektöründedir, bugün İngilyere’de nüfusun %7’si tarım sektöründedir, bugün Amerika’da nüfusun %4,5’u tarım sektöründedir. Ama Amerika’nın nüfusunun %4,5’u çiftçilik yapmakla beraber bu %4,5, bütün Amerika’yı doyurduğu gibi bütün dünyaya da yetiştirdiği ürünleri satmakta, dağıtmaktadır. O halde Türkiye’nin bugün tarım sektöründe yaşayan 26,5 milyon insanına, çiftçisine Türkiye’nin bugünkü sınırları içinde yetecek miktarda toprak vermek, toprak sağlamak mümkün değildir. Türkiye’yi süratle sanayileştirmek, Türkiye’yi süratle modern endüstri sahibi yapmak ve tarım sektöründe bulunan nüfusu endüstriye ve genel hizmetler sektörüne aktarmak suretiyle %65 olan çiftçi oranını planlı bir şekilde %50’ye, %40’a, yüzde otuza, %20’ye doğru düşürmek, bununla beraber tarımı da modernleştirerek ve teşkilatlandırarak, her çiftçi ailesine rantabl işletmecilik yapacak miktarda toprak tahsis ederek tarımı düzene sokmak gerekmektedir. Yoksa bu tedbirleri almaksızın herkese toprak dağıtacağız iddiaları ile ortaya çıkmak, Türkiye’yi büsbütün perişan hale düşürmek olur, Türkiye’yi iyice karıştırmak olur ve memleket ekonomisini baltalamak olur. Bugün ilmi araştırmalara göre bir çiftçi ailesinin normal şekilde rantabl olarak işleyebileceği toprak miktarı 300 dönüm civarındadır. Toprak miktarı ne kadar küçülürse, o miktarda işletmecilik gayri iktisadi bir hal alır. Buna göre tarım ve toprak reformunu planlamak, düzenlemek gerekmektedir. Bir taraftan nüfusu ekonomik yönden endüstri sektörüne ve genel hizmetler sektörüne aktarmak diğer taraftan da toprakların miras yoluyla devamlı parçalanmasına, ufalanmasına sebep olmayı önleyecek tedbirler düşünmek gerekmektedir. Bunlar yapılmadıkça Türkiye’nin tarımını düzene sokmak ve Türkiye’yi ekonomik yönden kalkındırmak mümkün olmaz.


Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.