Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1831
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10763
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 755
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Okuyucularımıza Sunduğumuz Temel Bilgiler
9 IŞIK ÜZERİNE BİR İNCELEME -3-
Dokuz Işık’ta Türk Milliyetçiliğinin dayandığı esaslar incelendiğinde “Milliyetçiliğin temel ilkelerini şöyle özetlemek ve sıralamak mümkün olmaktadır: 1-Milliyetçilik, Türkiye’de yaşayan her Türk vatandaşının birliği, beraberliğini, sevgiyi ve barış içerisinde yaşamasını esas alan bir harekettir. Birlik şuuru, derin ve sarsılmaz bir mensubiyet şuurunun bir neticesidir. Ve milletler arasındaki amansız yarışta sahip olacağımız en büyük güçtür. 2-Milliyetçilik, demokrasiden yanadır. Hâkim güçlerin yön verdiği sözde demokratik ortamı yeterli bulmamaktadır. Geniş katılımlı bir milli iradeden ve bu iradenin çizdiği hür bir ortamdan yanadır. Türk toplumunun demokrasiyi bütün unsurlarıyla yaşamasını istemektedir. 3-Milliyetçilik, hukukun üstünlüğünü kabul etmekte ve bunun sözde kalmayıp tam anlamıyla uygulanmasını arzulamaktadır. 4-Milliyetçilik, her şeyin insan için olduğuna inandığından insan haklarının sadece devlet tarafından değil, bir üst güç tarafından da çiğnenmesine karşıdır. 5-Milliyetçilik, kötü ile iyileri ayıracak, milletini ve ülkesini en iyi şekilde koruyacak, huzur ve güveni sağlayacak ve ayrıca teşvik edecek, yön verecek başta adalet olmak (60 www.turkmeclisi.org sitesinden, Temel Bilgiler bölümünden alınmıştır.) üzere temel kurumları yaşatacak güçlü bir devletten yanadır. 6-Milliyetçilik, ekonomik kalkınmanın temel unsurunu hür teşebbüse dayandırır. Özel sektörün her bakımdan teşvik edilmesini ve ekonomik milli güçlerin sayısının giderek artmasını öngörür ancak vahşi ve sömürücü kapitalizme karşıdır. Mülkiyetin yaygınlaşmasını temin edici düzenlemeleri sağlar. Gelir dağılımındaki adaletsizliğe son vermeyi amaçlar. 7-Milliyetçilik, tek bayrak, tek millet, tek devlet, tek resmi dili zedelemeyen kültürel yaşama ve serbestiyete müsaade eder. 8-Milliyetçilik, Din-Siyaset, Din-Devlet ilişkilerinde fonksiyonları belli olan bu kurumların birbirlerinin görev alanlarına müdahale etmeyen bir serbestiyeti kabul eder. Toplumun din ve vicdan hürriyetine saygı duyar. Dini din adamlarına, devleti ve siyaseti de devlet adamlarına teslim eder. Bunların yanısıra Milliyetçiliğin İslam inancıyla birlikte ele alınmasını ister. 9-Milliyetçilik, açık ve temiz bir toplumdan yanadır. Barıştan, sevgiden, birlik ve beraberlikten yanadır. Her türlü uluslararası ilişkiye açıktır. Uluslararası ilişkilerde önce Türkiye’yi ve dünya barışını esas alarak hareket eder.”61 61 Siyasette yeni boyut Milliyetçilik.Rıza Müftüoğlu.1995. Sayfa:66-67 2-MANEVİ KAYNAKLARI Dokuz Işık adlı eserde “Büyük hedef” belirlemesi, en dikkat çeken görüşlerin başında gelmektedir. Dokuz Işık’taki büyük çağrı ve ilan 187’nci sayfada şöyle yer almaktadır: Büyük Hedef: ALLAH YOLU Ben Türk Milletini, Sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye, Rüşvet ve hile ile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine, Ahlaktan mahrum bir hürriyete, tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir iktisadi yapıya çağırmıyorum. Türklük şuur ve gururuna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası hak yolu, hakikat yolu, ALLAH YOLUna çağırıyorum. Modern medeniyetin en ön safına geçmek üzere çağlar üzerinden sıçramaya çağırıyorum. Hareketin adını isteyenlere açıkça ilan ediyorum: Yeniden maneviyata dönüş… “ALLAH YOLU”na çağrı ve hareketin adını “Yeniden maneviyata dönüş” olarak belirleme çok derin bir manevi anlayışın neticesidir. Dokuz Işığın milli ve yerli olmasının yanısıra en önemli yanı İslam inancıyla birlikte mütalaa edilmesidir. Yani Dokuz Işık milli ve maneviyatçı bir doktrindir. Dokuz Işık doktrininin İslam inancıyla birlikte mütalaa edilmesi onun emperyalist olmadığını ve keza İslamiyet’e ters düşen kavmiyetçilik ve ırkçılıktan da uzak olduğunu göstermektedir. Başta da belirtildiği üzere Dokuz Işık, Türk Milliyetçiliğini İslam inancı çerçevesinde ortaya koymaktadır. İlk bakışta “Büyük hedef: ALLAH YOLU” cümlesini İslamiyetin siyasallaşması olarak görenler olabilir. Ancak Dokuz Işık “Milletleşme”yi tercih etmektedir. Laiklikten yanadır. Bunu da 9 Işık adlı eserin 211 ve 212’nci sayfalarında “Laiklik” başlığı altında açıklandığını görmekteyiz. Peki o zaman laikliği savunan 9 Işık, neden “Büyük hedef: ALLAH YOLU” demiştir? Bunun nedeni İslamiyet’in yönetimden beklediği esaslardır. Dokuz Işık bu esasları işaret ederek adaletli bir yönetim ve kalkınmış bir millet hedeflemektedir. Çünkü İslamiyet yöneticilerden öncelikle iki şey istemektedir. Birincisi “Adalet”, ikincisi ise “Toplumsal fayda”dır. Sunni âlimler adaletli yönetim ve toplumu kalkındırmada devlet adamları ile din adamlarının görevlerini ayrı tutmakta, toplumu maddi ve manevi yönden yönetecek olanlar ancak peygamberlerdir görüşünü savunmaktadırlar. Bunun için de maddi yönden yönetimi krallara/ yöneticilere, manevi yönden aydınlatma ve öğretmeyi de din âlimlerine ve din adamlarına bırakmaktadırlar. Devleti yöneten kralın/başkanın dindar olup olmamasını birinci öncelik olarak görmemekte, asli görevini iyi yapmasını istemektedirler. Şafi mezhebinde ise adalet ve toplumsal faydayı sağlayacak yöneticilerin aynı zamanda din adamı ve âlimi olmasını istemektedir. Ama neticede İslamiyet bütün mezhepleriyle birlikte yöneticilerden adaletli olmalarını ve toplumu ayırmadan herkese fayda temin etmelerini öngörmektedir. İşte Dokuz Işık’taki “Allah yolu”, yöneticiler açısından adalet ve toplumsal faydayı temin eden yoldur. İslamiyet’te “devlet” in adının islam devleti olması veya olmamasının pek önemi yoktur. Önemli olan İslamiyet’e uygun bir yönetimin sergilenmesidir. Bu açıdan ba kıldığında mesela İran’ın adı, İran İslam Cumhuriyetidir. İsviçre’de ise yöneticiler Müslüman değildir. Ama eğer İsviçre’de yönetim adaletli ve toplum, yönetim sayesinde ayırım görmeden fayda görüyorsa ve İran da bu yoksa, İsviçre devleti ve yönetimi, sadece devlet yönetimi açısından İran İslam Cumhuriyetine göre İslamiyet’e daha uygundur. Burada önemli olan yöneticilerin İslamiyet’in emirlerine uygun yönetim sergileyip sergileyemedikleridir. İslam birliği isteyen akımlar ise bu görüşe itibar etmemektedirler. Bunlar, hedef İslam Birliği olduğu için “Milletleşmeyi” reddetmekte ve devletin adının da İslam devleti olmasını istemektedirler. Bu şekilde İslamiyete uygun olunacağını söylemektedirler. Ama İslam Birliği, bugünkü gerçekler ışığında sağlanamayacağına göre önce Millet olarak İslamiyete uygun bir yönetimle uygun şartların oluşumunu beklemek gerekmez mi? sorusuna da ilgi göstermemektedirler. Bu kesimin bir kısmı inançlarında samimi iken yani bu görüşlerini sadece İslamiyete olan bağlılıklarına dayandırırlarken bir kısmı ise Müslüman olan kesimden daha çok oy almayı ve bu şekilde iktidara gelmeyi veya iktidarda iseler iktidarlarını bu şekilde sürdürmeyi hedeflemektedirler. Hâlbuki öncelikle önemli olan, devlet yönetiminin İslamiyet’in emrettiği ilkelere uygunluğudur. İşte Dokuz Işık, Türk Milliyetçilerinin kuracağı iktidarda İslamiyet’e uygun bir yönetim istemektedir. Dokuz Işığın yeniden maneviyata dönüş olarak hareketin adını ilan etmesinin de sebebi budur. Yoksa dini siyasete alet ederek oy avcılığı yapmakla ve sonradan İslamiyet’in emrettiklerinin dışına çıkanlarla, Dokuz Işığın ve Alparslan Türkeş’in bir ilgisi ve alakası yoktur. Dokuz Işık’ta İslamiyetle ilgili çok geniş açıklamalar vardır. Burada sadece özet bilgiler sunulmaktadır. “İnsanlar inanç sahibi olmak ihtiyacındadırlar. İnanmak ihtiyacındadırlar. İnançsız insan boş bir kabuk gibidir. İnançsız insan, pusulasız, dümensiz gemi gibidir. En eski çağlardan beri insan toplulukları gerek kâinat hakkında, gerek sürdükleri yaşayışla ilgili olarak belirli inançlara göre münasebetlerini, yaşayışlarını düzenlemişlerdir. Her toplumun bir dini vardır. Din insanlara nasıl hareket etmesi gerektiğini, birbirleriyle en iyi münasebetleri ne şekilde yürütebileceklerini ve insanlara mutluluk sağlama yollarını gösteren bir inançlar topluluğudur. Her toplumda din müessesesi olagelmiştir. Din müessesesi içtimai bir müessesedir. Hiçbir toplumun dinsiz bulunmadığını ve dinsiz yaşayamadığını bugün tespit etmiş durumdayız. Dini, halkın afyonu diye niteleyen Marksist görüşler, bugün komünizmle idare edilen ülkelerde dahi terkedilme yoluna gitmiştir. Bugün büyük komünist ülkelerden biri olan Sovyet Rusya’da özellikle kiliseye, Hıristiyan dinine eskisine yaklaşan bir yer ve itibar verilme yoluna dönülmüştür. Gerçekten çeşitli toplumların tarihine baktığımız zaman din müessesesinin insanların hayatını tanzim eden, insanların daha mutlu yaşamasını sağlayan ve insanlar arasında kardeşliği telkin eden, iyiliği telkin eden bir müessese olarak faydalı hizmetler yaptığını görmekteyiz. Gerçi kendi dininden olmayanlara karşı, başka toplumlara karşı ayrı dinlerden olmak dolayısıyla zaman zaman düşmanlıklar, zaman zaman çatışmalar, kışkırtmalar meydana gelmiştir. Fakat bunların sebep olduğu zararların yanında, din müessesesinin insan topluluklarına sağladığı faydalar kıyaslanamayacak derecede büyüktür. Türk Milletinin, kendi toplum hayatında dinin büyük yeri olmuştur. Türkler İslamiyet’i kabul edinceye kadar çeşitli dinlere mensup olarak yaşamışlardır. Şamanlık Türklerin en eski çağlardan beri kendi bünyelerinin oluşturduğu bir din müessesesi olmuş, Türklerin hayatına yön vermiş, bunula beraber Türkler Budizm’e girmişler. Bir kısmı Çin’le münasebetler neticesi Konfüçyüs dinine de girmişlerdir. Ayrıca Müslümanlıktan önceki çağlarda Orta Asya’ya ulaşan misyonerlerin telkinleriyle bir kısım Türklerin Hıristiyan oldukları da tespit edilmiştir. Selçukluları meydana getiren büyük Selçuk ailesi bildiğiniz gibi İslamiyet’e girmeden önce Hıristiyan olmuş ve Hıristiyan isimleri almışlardı. Fakat Türkler bin iki yüz yıl önce İslamiyet’le temasa geçmişler ve İslamiyet’i kendi bünyelerine, kendi tarihi gelişmelerine çok uygun bir din olarak görmüşler ve büyük iman heyecanı içinde bunu benimsemişlerdir. İslamiyet’in kendilerine verdiği yüksek inanç, büyük heyecan ile yeni bir harekete sahip olmuşlar ve bu enerji ile büyük medeniyetler meydana getirmişler, yeni büyük devletler kurmuşlardır. Nitekim Selçuklu İmparatorluğu ve ondan doğarak dünyanın en büyük imparatorluğu haline gelmiş olan Osmanlı İmparatorluğu, Türklerin İslamiyet’i kabullerinden sonra meydana getirdikleri büyük varlıklardır. Din, toplumun içerisinde sosyal bir müessese olduğuna göre, toplumun refahını, kalkındırılmasını ve devamlı mutluluk içinde yaşatılmasını öngören yöneticilerin bu sosyal müesseseye gerekli önemi göstermeleri çok lüzumludur. Cumhuriyet tarihinde, Osmanlı Devletinin son devirlerinde İslamiyet’in gerçek esaslarını örten hurafeler ve batıl inançların sebep olduğu durgunluk ve birçok zararlar dolayısıyla dine karşı ve özellikle İslamiyet’e karşı tepkiler gösterilmiştir. Bu tepkiler ölçüyü aşacak derecede olmuştur. Adeta toplum içinde din müessesesine gerek yoktur gibi bir zihniyetle bir kısım yöneticiler halkı horlamışlar ve dini inançlarından dolayı halka baskı yapmışlar, halkı büyük sıkıntılara maruz bırakmışlardır. Bu sebepten dolayı memleketin kalkındırılması yönünde girişilmiş olan birçok hareketler tepkiyle karşılanmıştır veyahut en azından halk tarafından gerekli şekilde benimsenmemiş, destek görmemiştir. Halkın işbirliğini sağlamada, halkın desteğini ve coşkunluğunu temin etmede bu büyük müessesenin varlığı ihmal edilmiştir. Müslümanlık yeryüzüne en son gönderilmiş olan en ileri, en iyi gelişmiş bir dindir. İslamiyet’in yüksek esasları insanlar arasında kardeşliği, insanların birbirlerini sevmelerini, insanların birbirleriyle münasebetlerinde hakkı, adaleti gözetmeyi ön gören ilahi bir dindir ve İslamiyet, milletimize kuvvet vermiştir. Milletimizin büyük enerjisini disiplin içinde kullanmasını sağlamıştır. Bu büyük ruh ve bu büyük inançla Türk Milleti dünya üzerine yeni bir nizam getirmiş ve eski çağlarda bilinen dünyanın hemen her köşesini kendi medeniyet ışıklarıyla aydınlatmışlar ve kendi lekesiz adalet sistemleriyle bütün insanlığın hayatında ümitler meydana getirmişlerdir. Nitekim Avrupa’da Protestanlığın kurucusu olan Luther dahi Türkleri bir kurtarıcı olarak görmüş ve Türklerin Almanya’yı da işgal ederek orada da vicdan hürriyetini sağlamalarını, lekesiz bir adalet nizamı getirmelerini beklediğini ifade etmiştir. İslamiyet vicdan hürriyetini temel alan bir dindir. Başka inanç sahibi, başka dine mensup olanlara karşı zulmü, zor kullanmayı reddeden bir görüş sahibidir….” 62 (62 9 Işık. Alparslan Türkeş. 1978. Sayfa:207-208-209-210) Dokuz Işık’ta İslamiyetle ilgili bu açıklamaların yanısıra Ümmetçiliğin artık günümüzde geçerli olamayacağı anlatılmakta ve taassuba karşı olunduğu, ilimliciliğin önemi belirtilmektedir. Ümmetçilikle ilgili Dokuz Işık’ta yer alan bilgiler şu şekildedir: “Ümmetçilik, siyasi manada bütün Müslümanları bir devletin egemenliği altında, bir bayrak altında toplamaktır. Tarihte samimiyetle bu fikre, bu ülküye Türklerden başka bağlanan olmadı. Türkler yüzyıllarca bu fikir için kanlarını akıttılar. Kendi menfaatlerini düşünmeden kendilerini bu uğurda harcadılar. Diğer milletler ise küçük menfaatleri uğruna bu ülküden ayrıldılar ve menfaatlerini ümmetçilik ülküsünün üstünde gördüler. Hatta Hıristiyanlarla anlaşıp bizi arkadan vurdular. Bu, tarihin her devrinde oldu. Sizlere Kanuni Sultan Süleyman zamanından misal vereyim. Kanuni Sultan Süleyman zamanında, o zamanın en kuvvetli devletlerinden Almanya’nın imparatoru Şarklen, Avrupa içlerine kadar ilerleyen, Almanya’yı tehdit eden Osmanlı İmparatorluğuna darbe vurmayı düşünüyordu. Bunun için Tunus’u seçti. Burada Arap şeyhleri, emirleri vardı. Şarklen türlü yollarla bu şeyhleri ve emirleri kendi safına çekti. Arapar Şarklen’le anlaştılar. Şarklen’in ordusu Tunus’a çıkınca, bu araplar Şarklen ordusuyla çarpışan Osmanlı ordusunu arkadan vurdular. Bu ne demektir? O devirde, dini inançlarının en yüksek olduğu, imanın en kuvvetli olduğu ve ümmetçilik ülküsünün en üstün seviyede olduğu bir zamanda kâfire karşı dövüşmenin farz olduğu bilindiği halde, Araplar bunu yaptılar. En son olarak I. Cihan Harbinde Osmanlı Padişahı: Halife, Hıristiyanlara karşı topyekün harp, “Cihad” ilan etti. Ama Türklerden başka hiçbir millet bu cihada bilfiil iştirak etmedi. İngilizler Hintli Müslümanla rı ve Hinduları İngiliz ordusu saflarında Çanakkale’de, bize karşı dövüştürdüler. Araplar İngilizlerle ve Yahudilerle bir olup Türkleri arkadan vurdular. O zamanın Ortadoğu’daki İngiliz kumandanı Mareşal Allenbi Küdüs’ü ele geçirince, orayı Türklerden alınca, yanında o zamanki Arap şeyhleri, emirleri olduğu halde, kutsal şehre girip, oradaki kutsal taşa çıkarak İngiliz askerlere hitapta bulunuyor. Yanındaki Arap ileri gelenleri arasında Kral Abdullah ve diğer akrabaları da bulunuyordu. Hep beraber gittikleri Mescid-i Aksa’daki kutsal taşın üstünde Mareşal şöyle hitap ediyordu: ‘Ey Ehli Salip! İşte eskiden beri uğraştığımız, uğruna haçlı seferleri düzenlediğimiz, fakat bir türlü alamadığımız bu kutsal şehri Türklerin elinden aldık.’ Ve gene o aynı mareşal Alenbi Şam’da büyük hükümdar Selahattin Eyyubi’nin türbesine gidiyor ve mezarı tekmeleyerek oradaki İngiliz askerlerine diyor ki; ‘İşte haçlı ordularını durdurarak, Kudüs’ün alınmasına engel olan ve onu senelerce koruyan, binlerce Hıristiyan kanı akıtan adamın mezarı bu!.’ Ve mezara dönerek ona hitaben:’ zamanında perişan ettiğin ve Kudüs’ü vermediğin bu askerler, isterlerse sana şimdi bir avuç mezar toprağı bile vermezler!’ diyor. Ve bunları söylerken gene yanında o Arap ileri gelenleri, İngiliz uşakları vardı. Bu fikir hareketi artık siyasi olarak tesirini kaybetmiştir. Oysa bu fikir yüzlerce sene Türklerin içinde yaşamıştı ve yaşıyordu. İstiklal Harbi’nde kimse yardım etmedi. Her yere heyet gönderdik. Bütün İslam ülkelerine, ama hiç değişen bir şey olmadı. Bunula beraber biz, Hz. Muhammed “S.A.V.”in ümmeti olduğumuzu inkâr edemeyiz. Elbette o, İslam’ın son peygamberi ve biz de onun ümmetiyiz. Bu fikri dini bir inanç olarak kalbimizde taşımaktayız. Bizi başka şekilde göstermek isteyenlerin vebali kendilerine aittir.” 63 Ümmetçilik meselesine İslami açıdan baktığımızda ise; siyaset ve devlet yönetimi ile ilgili yönlerden çok, Müslümanların birbirleriyle ilişkileri açısından çok önemli olduğu görülür. Kur’an- Kerim’de 64 yerde “ümmet” kelimesi geçmektedir. Hz. İbrahim tek başına ümmet olarak anılmıştır. Ancak Kur’an- Kerim’de “İslam Devleti” veya “Tek ümmet devleti”nden bahsedilmemektedir. Hz. Muhammed’in ümmetinden olanların birbirlerine karşı olan hakları ve ilişkilerindeki çok yakın oluşları sebebiyle bir İslam devleti kurma isteği de elbette ki Kur’an’a ve İslam’a ters değildir ve hatta uygundur. Ama dünyanın bugünkü yapısı ve milletlerin ülkeler halindeki durumu ve bu uygulamanın geçmiş tarihlerdeki akibeti bu gün tek İslam devleti emelinin çok uzak bir hayal olmaktan öteye geçemeyeceğini göstermektedir. Bugün İslam dünyası daha mezhep sorununu, yani mezhepler arasındaki mücadele ve gerginliği çözememişken İslam Birliği’nin teşekkülü çok zordur. Ancak İslam ülkelerinin birbirleriyle daha yakın ilişki içinde olmalarını temin etmeye çalışmak gerekmektedir ki, bugün İslam Ülkeleri Ekonomik İşbirliği Teşkilatı mevcuttur. Dokuz Işık’ta yer alan ve bugün itibariyle de önemle irdelenmesi gereken 1978 yılına ait tespitler oldukça düşündürücüdür. “…Bunlar ‘Türklük yok, Müslümanlık var’ diyorlar. Bunlar ‘Türklüğü ne karıştırıyorsunuz, Müslümanlık var’ derken dünyadaki bütün Türklerin Müslüman olduğunu, Müslümanlığın yayılmasında, yaşatılmasında Türklerin Müslümanlığa kılıç ve kafa olarak hizmet ettiğini bilmedik- (63 9 Işık. Alparslan Türkeş. Sayfa:220-221-222) lerini ortaya koymaktalar ve art niyetleri su üstüne çıkmaktadır. Bilmiyorlar ki İslam, milletleri imha için değil, ihya için gelmiştir. Millet vakıası Kur’an-ı Kerim’in ortaya koyduğu bir gerçektir. =Biz sizi milletler ve kabilelere ayırdık= (Hucuret suresi 13) ifadesi bunu ortaya koymaktadır. Kaldı ki, biz, doktrinimizde dinimizin yüceliğini kabul etmişizdir. ‘Türklük gururu ve şuuru, İslam ahlak ve fazileti’ni hiçbir parti ortaya atmamışken, biz benimsemişizdir. Biz İslamiyetin bugünkü durumundan kurtulup ilerlemesinin çaresini, Müslüman Türk Dünyasının ilerlemesinde, bağımsız olmasında görmüşüzdür. Bu şartlar altında hala bize saldıranların maksatlarının ne olduğu meydandadır. Bunlar dışardan beslenen satılmış uşaklardır.” 64 1980 öncesinde, Dokuz Işık Doktrini ortaya atıldığı sıralarda bölücüler iki akım içerisinde faaliyet göstermekte idiler. Büyük bir bölümü Marksist örgütler içinde ve onların yanında yer almaktaydılar. Zaten PKK da Marksist bir örgüttür. Bir kısmı ise Siyasi İslamcıların içindeydiler. O dönemde siyasi İslamcılar bölücülere, “Önemli olan sizlerin bizim kuracağımız ‘Şeriat devleti’ne bağlı olmanızdır. Siz ayrı bir Kürt devleti kurabilirsiniz. Özerk olabilirsiniz. İslam olmanız ve bizim devletimize bağlı olmanız yeterlidir” demekteydiler. Yani o dönemde siyasi İslamcılar İslam ekseninde yer alan bir bölücülüğe kucak açmaktaydılar. “Millet” kavramı onlar için hiç bir şey ifade etmemekteydi. Milletleşme sürecine balta vuracak ve birlik beraberliğimizi sarsacak bu hareketler onlar için önemli değildi. Onlara göre İslamiyet herkesi birleştirecekti. Ancak öyle olmadı aradan en az 35 yıl geçmesine rağmen, bugün eli silahlı bölücülerin yanısıra elinde silah olmadığı halde en az bun- (64 9 Işık. Alparslan Türkeş.1978. Sayfa: 199 ve 200) lar kadar tehlikeli olan bölücüler oldukça güçlendi. Hatta bunlar PKK’lılara “silahı bırakın, istediklerimizi birlikte elde edelim” demektedirler. Bunlar en az PKK’lılar kadar “Türk” kelimesi ve kavramından alerji duymaktadırlar. Türk Milleti kavramını kabul etmemektedirler. Bakınız Dokuz Işık bunlar için başka neler demektedir. “Her millet kendi milletini üstün tutarken, bunlar kim oluyor ki Türklüğü inkar ediyorlar? Hiç fazla araştırmaya lüzum yoktur. Bunların arkasında yabancılar var, bunlar satılmış adamlardır. Bu adamlar şunu bilir ki, Türk ne kadar kuvvetlenirse, Müslümanlık o kadar kuvvet kazanır. Tarih bunun ispatıdır” 65 Hâlbuki Dokuz Işık, İslamiyet’in milletleri “imha” etmediğini, “ihya” ettiğini kabul ederek “Türk Milleti” gerçeğini ortaya koymakta ve “Allah yolu”nda yürümeyi istemektedir. Millet olgusu ve milletleşme, İslamiyet’e ters değildir. Önemli olan başta da belirttiğimiz gibi millet olarak, ülke olarak, devlet olarak yönetiminizin adil olması ve Müslüman ülkelerle, müslüman toplumlarla İslami çizgide ilgilenmek ve işbirliği yapmaktır. Böyle bir anlayışı red etmek, böyle bir anlayışa düşmanlık etmek ne demektir? Bunu çok iyi kavramak gerekmektedir. “Milletimizi meydana getiren fertlerin yaşama felsefesine ve ahlak görüşlerine yön veren İslamiyet’in hakiki çehresiyle ve yüksek prensipleriyle ele alınması Türklüğe yeni bir güç ve hız verecektir. Türklük ve İslamiyet’i birbirinden ayrı ve hele birbirine zıt veya birbirine düşman iki ayrı varlık gibi görmek Türk Milliyetçiliği ve İslamiyet için zararlıdır. Bugün memleketimizde Türklüğe cephe alan veya Türklüğü inkâra kalkışan bazı kimseler her şeyin sadece dinden ibaret olduğunu ileriye sürmektedirler. Bu gibiler (65 9 Işık. Alparslan Türkeş. 1978. Sayfa:234. Paragraf:2) ya bilgisizlik ve gafletin esiri olan kimselerdir veya Türk Milletini yıkmak isteyen kötü emellerin hizmetçisi olanlardır.” 66 Dokuz Işık, İslamiyet’e birden fazla nedenden dolayı önem vermektedir. Bu önem bizzatihi İslam dininden kaynaklandığı gibi, Türk Milletinin de İslamiyet’e verdiği değer sebebiyledir. “Biz, Türk toplumunun dünya görüşünün, yaşama felsefesinin kendi dini inançlarından, İslamiyetten ve milli tarihten kökünü aldığını görmekteyiz.” 67 Dokuz Işık’ta Türk ve İslam daima birlikte anılmıştır. Bu aynı zamanda bir ülkü adı olmuştur. Türk-İslam Ülküsü. “İnsanları sermaye veya devlet köleliğinden kurtaracak ve Türk-İslam ülküsüne dayanacak bir yükseliş yolu vardır. Bu yol Milliyetçi Hareketin açtığı 9 Işık yoludur.” 68 Dokuz Işığın manevi kaynakları arasında milli kültür, ahlak, Türk töresi, tarih bilinci ve “Anadolu insanı” önemli bir yer tutmuştur. Bunun en güzel örneği aşağıdadır: “Anadolumuzun bir köyünden fakir adam çocuğunu okutmuş. Çocuk liseyi bitirmiş, üniversiteyi bitirmiş, babası Avrupa’ya göndereyim demiş, göndermiş Avrupa’ya. Çocuk Avrupa’da okuyor. Özlemiş oğlunu, bir gideyim göreyim demiş. Trene binmiş İstanbul’dan, tabii memleket işi heybesini almış, içine azığını, memleketten ufak tefek hediyelerini doldurmuş bir de sepet almış yanına. Yolda susadığında içmek için bir testi de su almış kompartımana… Paris’e gelmiş, Paris istasyonuna, babasını karşılamak için oğlu da gelmiş. Oğlu babasını şalvarlı, cepkenli, heybesi (66 9 Işık. Alparslan Türkeş. 1978. Sayfa:180. Paragraf:1 67 9 Işık. Alparslan Türkeş. 1978. Sayfa:180. Paragraf:1 68 9 Işık. Alparslan Türkeş.1978 Sayfa:371.Pargaraf:3) omuzunda, sepeti, testisi yanında görünce utanmış, saklanmış, kaçmış… Kendimizden utanmak çok alçalmaktır. Biz o ananın, o babanın çocuklarıyız. O şalvarlılardan, o heybelilerden geldik. O heybeye Batılı aklını oynatırdı. Onun üstündeki o Türkmen ruhunun asaletini gösteren ince işe, nakışa Batılı aklını oynatıyor. Bundan sıyrılmamız lazım. Kendi insanımıza yalınayak olsa da, kir içinde olsa da, bit içinde olsa da sahip çıkmamız lazımdır. O bizim insanımızdır. O maya aynı asil mayadır. O’na sahip çıkacağız. Kurtuluşumuzun başlangıcı burasıdır. İnsanlarımıza insan sevgisi, insan haysiyetine hürmet zihniyetiyle sahip çıkmak gerekir. Memuruz; karşımıza gelir, dairemize gelir, üstü başı dökülür, belki kirlidir. Ama bizim insanımızdır. İnsandır. İnsan sevgisi ve insan haysiyetine hürmet zihniyeti, insanları horlamadan kucaklamak, insanlara kötülük etmemek, acı çektirmemek, zulümden uzak tutmak baş düşüncemizdir…” 69 Dokuz Işık’ta hem Türk Milliyetçiliğinin bütünleştirici yönünü ve hem de manevi yönünü şu cümlelerde de görmek mümkündür. “Her şeyden evvel insanlarımıza hürmet ve insan sevgisi. En ıssız köydeki çoban olsun, şehirdeki çöpçü olsun, fakir esnaf olsun, işçi olsun veyahut zengin, yüksek mevkili vatandaş olsun; milletimizin, memleketimizin insanlarının her birini, teker teker, Cenab-ı Allah’ın yarattığı mukaddes bir emanet olarak kucaklamak ve fakirliğine, elbisesinin kirine, yırtıklığına, pejmürdeliğine, düşkünlüğüne aldırış etmeksizin, sevgi ile hürmet ile kucaklamak ve birbirimize sahip çıkmak mecburiyetindeyiz.” 70 (69 9 Işık. Alparslan Türkeş. 1978. Sayfa:480-481 70 9 Işık. Alparslan Türkeş. 1978. Sayfa: 478-479) Dokuz Işık gerçekten milli çizgide ve İslamiyet’i Türk Milleti için vazgeçilmez görmektedir. Milliyetçiliği de İslamiyet’e ters değildir. Ancak böyle olmasına rağmen, Dokuz Işık doktrini ve bu doktrinin esasını teşkil eden Milliyetçiliği, sözde İslami akımlar öteden beri kabul etmemekte, bununla da kalmayarak bu fikre ve görüşlere, bu öğretilere hep karşı çıkmakta hatta düşmanca bir tavır içinde bulunmaktadırlar. Bu sözde İslami akımların sürekli ortaya koydukları görüş “İslamiyette Milliyetçiliğin olmadığı” görüşüdür. “Hatta bu merkezler Milliyetçiliğin İslamiyet’e karşı olduğunu bile söyleyebilmektedirler. Hâlbuki milliyetçilik bir yönü ve bir esasıyla da milletini sevmek, ona sevdalı olmak demektir. Milletine sevdalı olanların, milletinin mensup olduğu dine karşı olması en azından kendi var oluş sebebiyle mümkün değildir. Kaldı ki İslamiyet’te kavmiyetçilik yasaklanmış ve ırk üstünlüğü kavramına yer verilmemiştir. Ancak İslamiyet vatanseverliği imanla eşdeğer tutmuş, ‘kişi kavmini sevmekle suçlanamaz’ ilkesini ortaya koymuş, milletleşmeyi men etmemiş ve her şeyden önce birlik ve beraberliğe büyük önem vermiştir. Kur’an-ı Kerim’de yer alan ayetler ve Yüce Peygamberimizin buyrukları bu konulara açıklık getirmektedir. Mesela Nisa Suresi’nin birinci ayetinde ‘…Allah’tan ve akrabalık bağlarını koparmaktan da sakının…’. Hud suresinin 118’nci ayetinde ise ‘Eğer Rabbiniz isteseydi, insanları bir tek ümmet yapardı…’ buyrulmaktadır. Hucurat süresinin 13’ncü ayetinde ise ‘Ey insanlar, doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Biliniz ki, Allah katında en üstününüz, O’ndan en çok korkanızdır. Şüphesiz Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.’ buyurulmaktadır. Yine A’raf süresinin 160’ncı ayetinde kabile ve oymak belirlemesini görmekteyiz. “Biz, İsrail oğullarını, (Yakub’un oniki oğlundan gelen) oymaklar halinde oniki kabileye ayırdık. Kavmi Musa’dan su isteyince ona, ‘asanı taşa vur’ diye vahyettik. Derhal oniki pınar fışkırdı. Her kabile içeceği yeri belirledi.” Yine A’raf süresinin 188’nci ayeti kavim gerçeğini ayrı bir şekilde bize anlatmaktadır. “De ki;… Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiç fenalık dokunmazdı, ben sadece inanan bir kavim için uyarıcı ve müjdeleciyim”. Burada bütün insanlar için uyarıcı ve müjdeleyici olan Yüce peygamberimizin, inanan kavimler için aynı görevi yaptığı belirtilmektedir. Biz öteden beri niye Yüce peygamberimizin sahabelerinden olan Selman için Selman-i Farisi diyoruz? Niçin Bilal-i Habeşi diyoruz. Yani Farslı Selman, Habeşli Bilal diyoruz? Mesele İslamiyete ters olmamaktır. Ancak din adamlığı ile devlet adamlığını birleştirerek, evrensel anlamıyla İslam’ı daraltarak, devlet yönetiminde İslamiyet’i politik bir ideoloji haline sokmak isteyen zihniyetler ülkemizde en çok millet kavramını ve milliyetçilik akımlarını hedef almışlardır. Ülkemizde şu anda belli bir seviyede bulunan ve inanmış aydınlarımızı da giderek tesir altına alan sözde İslamcı akım, samimi inanmış kesime ve yüzde doksandokuzu müslüman olan halkımıza milliyetçilik konusunda menfi mesajlar vermede avantajlar taşımaktadır. Irkçılıkla milliyetçiliğin zaman zaman ciddi bir kesim tarafından karıştırıldığı ve bölücü akımların da ideolojilerini yaymada sözde İslamcı akımlara sığındıkları dikkate alınırsa, sözde İslamcı akımları Milliyetçilik için ciddi bir engel olarak görmek mümkündür. …Komşu ülkelerimizin yayılmacı zihniyetleri sözde İslamcı akımların dış boyutları açısından da önemini ortaya koymaktadır. İslamiyeti emperyalizm aracı olarak kullanmak isteyenler Türk Milletini ve Türk Milliyetçiliğini ortadan kaldırmayı öteden beri bir yol olarak seçmişlerdir. Burada bir mevcut durumu hatırlamak gerekmektedir. Hepsi için söylemiyoruz ama Atatürk’e sözde İslamcı olanların bir bölümü karşıdır, sevmezler. Bunlar bırakınız ırkçılığın İslamiyet’te olmadığını, İslamiyete ters olmayan milliyetçiliği bile ırkçılık olarak vasıflandırmaktadırlar ama ellerinde güya Atina mahkemelerinden alındığını söyledikleri uydurma belgelerle Atatürk’ün babasının belli olmadığını söyleyebilmektedirler. Bir kısım çevrelerin Yahudi dönmesi iddialarına Sultan Abdulmecit’in güya Atatürk’le ilgili ‘Kanı bozuktur’ şeklindeki beyanını da katarak destek vermekte, bunun propagandasını yapmaktadırlar. Hani İslamiyet’te ki ırkçılık konusu? Hani Kevser süresi? Yine bu çevreler Alparslan Türkeş ile ilgili 1980 öncesinde Cumhuriyet Gazetesinde çıkan bir tefrikada Türkeş’in Ermeni olduğu şeklindeki saçma iddiaları ve yine 2000’li yıllarda çıkan bir kitapla bu defa Türkeş’in Yahudi dönmesi olduğu iddialarını neden her yerde konuşmaktadırlar? Çünkü “Millet” esasına dayalı Türk Milliyetçiliğini savunan ve hayata geçirmek isteyen, biri cumhuriyetin kurucusu, iki önemli liderini küçük düşürmek ve milletleşme sürecini önce durdurmak ve sonra yok etmek… İslamiyet’te iftira var mıdır? İslamiyet’te mensup olduğu ırk sebebiyle insanları küçük görme ve gösterme var mıdır? Bu akımları tesirsiz hale getirmek için Milliyetçiliğin İslamiyetle çelişen bir yönünün bulunmadığını ortaya koymak, ayrıca öncelikle İslamiyet’in evrenselliği ile siyasetin/ yönetimin milliği arasındaki hassas dengeyi kurmak, din ve devlet işlerinin ayrı özellikleriyle birbirlerini tamamlayan unsurlarını net olarak ortaya koymak ve bütün bunları çok iyi anlatmak gerekmektedir. …Din-Siyaset ilişkilerinde bugün öncelikle ortaya koymamız gereken husus şudur: din-siyaset ilişkilerini teorik düzeyde mi tartışacağız, yoksa mevcut gerçeklere göre mi tartışıp çözüm yolu bulacağız? Bu hassas konunun en önemli taraflarından biri de budur. Teorik düzeyde yapılacak tartışma bizi çıkmazlara ve kargaşaya götürür. Ancak mevcut gerçeklere göre yapacağımız tartışma ve neticede bulacağımız yol, metod bizi ideale götürür. Bunu metodik olarak ortaya koyarsak; mevcut şartlara göre öncelikle yapılabilecek olanı yapmak, bundan sonra yapılması gerekenlere ulaşabilmek olarak özetleyebiliriz. Topluma yön veren sosyo-politik, sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik değerler içerisinde dini değerlerin bütünleştirici nitelik taşımalarının yanı sıra, maddi değerler tanzimi içinde yer alan ekonomik ve politik değerlerin de paylaşmaya, rekabete ve hatta çatışmaya dönüşebilecek bir nitelik taşıması, bizi daha ziyade gerçekler ışığında çözüm yolu bulmaya zorlamaktadır. Ayrıca bugün maddi ve manevi istekleri dengeye kavuşturulmuş insan sayısının ne kadar olduğunu bilmek durumundayız. Maddiyatı manevi hazinesinin içinde kaybeden insan sayısı ile maneviyatı unutup maddiyatın peşinde koşan insan sayısı arasındaki farkın boyutunu da bilmek durumundayız. Bozulan, çözülen, değerlerini her geçen gün kaybeden, küçülen dünyada yön verilenler arasından kurtulamayan bir toplumu idare etmeye talip olanlar, her şeyden önce kervanı yola koyuş şeklini tespit etmek zorundadır. Kalkınıp, güçlenip yön verilenlerden yön verenler sınıfına, değerlerinin özünü katbetmeden geçmenin yolunu bulmak zorundadır. Ve bütün bu gerçeklerin yanı sıra Asr-ı Saadet dönemlerinin Hz. Hasan’la bittiğini bize bildiren Yüce Peygamberimizin buyruğunun manasını da yakalamak durumundayız. Yüce Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: ‘El hilafetül selasetün sene’ yani hilafet 30 senedir. Hemen bu arada şunu belirtelim ki Asr-ı saadetteki hilafetle, Emevi’deki, Abbasi’deki ve Osmanlı’daki hilafet yönetimi, biçimi bakımından asla birbirinin aynı değildir. Öyle olsaydı Emevi yönetimi İmam-ı Azam’ı bizzat hapsedip zehirletir miydi? İmam-ı Azam’ı hapsedip öldürtmelerinin sebebi de şu olmuştur: Emeviler İmam-ı Azam’a Başkadılık teklif ediyor, ancak İmam-ı Azam bu teklifi ‘İslamiyet’i devlet ideolojisi haline getirip halka zülmediyorsunuz’ diyerek reddediyor. Özetle meseleyi teorik safhada tartışmak yerine ülkemizin içinde bulunduğu şartlar dikkate alınarak hareket etmek ve sadece ‘olması gerekeni değil’, yapılabileceği planlayıp bunu gerçekleştirdikten sonra ideale yaklaşmayı tercih etmek lazımdır. Din-siyaset ilişkilerinde tarih boyunca meydana gelen bütün çatışmalar, din adamları ile siyaset adamlarının anlaşmazlıklarından doğmuştur. “Din ve siyaset arasındaki tarih boyunca ortaya çıkan ilişkilerden çıkardığımız sonuca göre, siyaset her fırsatta, dini kendi çıkarları için kullanmaya çalışmıştır. Bu durumda asıl amacın dine dayalı bir siyaset görülse de gerçekte siyaseti yani iktidarı sağlamlaştıran bir din anlayışı oluşturulmaya çalışılmıştır.”71 Yoksa din ve siyaset, kavram itibariyle birbirlerine ters kavramlar değillerdir. Tarihteki şu acı olaya, örnek olarak bakalım. Hz. Ali, Allah’ın dostu olan ve cennetle müjdelenen on sahabeden biridir. Ancak Hz. Ali, Kur’an hükümleri ileri sürülerek şehit edilmiştir. Bu şekilde şehit olan Hz. Ali konumuz açısından da çok önemli olan şu tespitini insanlığın dikkatine sunmuştur. Hz. Ali: ‘Allah’ın ayetleriyle Allah’ın dostlarına üstünlük iddia edecek insanlar çıkacaktır. Allah’ın nimetleriyle Allah’ın kullarına zulmedilecektir.’ Bugün de ülkemizde din ve siyaset ekseninde cereyan eden tartışmalar, hâkim ve hüküm sahibi olmaya yönelenlerin iki taraflı dini kullanmalarından doğmaktadır ve iki zıt kutba doğru yönelmektedir. İki zıt kutba doğru akan bu yönelişleri biz hem ülkemiz açısından ve hem de İslamiyet açısından fevkalade sakıncalı bulmaktayız. Bu iki zıt kutbun bir ucu İslamiyeti sadece fertlerin vicdanına hapsetmek istemekte, diğer kutup ise İslam adına ideolojik totatiler bir devlet yönetimi arzulamaktadır. Bu kutuplaşmayı durdurmak durumundayız. Böyle bir kutuplaşmayı durduramazsak, ülkemiz çok ciddi bir sosyal ve siyasi çalkantının içine düşecektir. Çünkü ülkemizdeki bütün kavgalar önce zıtlaşmalarla başlamıştır. Din düşmanlığına varan bir laiklik anlayışı bir tarafta durur, öte yanda dini siyasete alet edip İslamiyete zarar veren bir yolla yeni yönetim tarzları arayanlar çoğalırsa, bu ülke yeni bir kargaşanın içine girecektir demektir. Çünkü her iki kesimin İslamiyeti ve inancı ele alış şekli ideolojik bir (71 Doçent. Dr. İsmail Erdoğan. Siyaset-Din İlişkisi. Makale. Düşünce Dünyasında TÜRKİZ Siyaset ve Kültür Dergisi. Eylül, Ekim.2011. Sayı:11. Sayfa: 64) anlayış çizgisindedir. Hâlbuki Prof. Dr. Mehmet Zeki İşcan’nın Türkiz Degisinin 11’nci sayısında yer alan “Din olması istenmeyen din” başlıklı makalesinde de belirttiği gibi; “İslam bir dindir, bir ideoloji değildir. Bu yüzden İslam, toplumsal ve siyasal bir sistem olarak tasarlanamaz… Siyasi alan da dâhil tüm beşeri yaşantıyı dinin içine almak, dini tarihselleştirmek, yerelleştirmektir.” Prof. Dr. Abdurrahman Küçük Türkiz Dergisinin 5.’nci sayısında bu konuda şu belirlemeyi yapmaktadır: “Çünkü Kur’an; herhangi bir yönetim şekli önermemekte, sadece adaletle hükmetmeyi, emaneti ehline vermeyi, kararları istişareyle almayı, ilim ve düşünceye/akletmeyi temel ilkeler olarak bildirmektedir.” İslamiyet açısından ülkemizdeki siyasi partilerin nasıl olması gerektiği meselesine de konumuz açısından değinmekte yarar vardır. İslamiyet, Allah’ın insanlığa armağan ettiği en mükemmel ve en son gelen dindir. Türk Milleti de bugün çok şükür müslüman milletler sınıfındadır. Dinler herşeyden önce bir üst değerler sistemidir. Bir kuruma, bir siyasi partiye bütün olarak indirgenemez. Tabiri caizse İslamiyet bir güneş, partiler, kurumlar, toplumlar ise bu güneşten aydınlanan unsurlardır. İslamiyet topluma ana prensipler verir. Mesela ‘Ahlak’i açıdan İslamiyet evrenseldir. Yine ekonomide İslamiyet amelsiz kazancı haram kılar. Sermaye vardır. Ancak ekonomide rıza prensibini öngörür. Yönetimde adalet, ehliyet ve liyakat ister. Yine şura prensibini, yani halkın rızasına dayanma prensibini ortaya koyar. İslamiyet bütün ana prensipleri belirlerken detaylarını halka, insanlara bırakır. Ülkemizde ki siyasi partiler, milletimizin mutluluğunu, zenginliğini, ülkemizin güçlü olmasını temin etmek için kurulan ve halkın oylarını almak suretiyle yönetime gelmeyi planlayan demokratik kuruluşlardır. Serbestçe kurulabilen ve yönetime talip olan ülkenin kurumlarıdır. İslamiyet’in evrenselliği ile siyasi partilerin milliğini pekiştirmek zordur. Sadece siyasi partilerin İslamiyet’e ters düşmemesini sağlamak mümkündür. Siyasi partilerin ve siyasilerin İslam Birliği kurma vaatleri ve gayretleri maksatlıdır. İslam Birliği günümüz şartlarında ancak iki şekilde gerçekleştirilebilir. Birincisi, İslam ülkelerinin, devletlerinin birlikteliğidir ki asrımızda bu birliktelikler çeşitli sahalardaki kuruluşlarla (İslam Ülkeleri Ekonomik İşbirliği Teşkilatı gibi) gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Bu teşkilatlarda üye ülkelerin menfaat çatışmaları ve müşterekliklerine göre daha çok ya da az etkin faaliyetler içinde olabiliyorlar. İkincisi, din âlimleri ve adamları tarafından müslümanların hangi ülkede yaşarlarsa yaşasınlar yakınlaştırılmalarıdır. Yani tabanda yapılacak ‘sivil’ İslami çalışmalardır. Ancak, bu ikinci yola bir siyasi partinin girmesi de bu emeli gerçekleştirmesi de mümkün değildir. Çünkü siyasi partiler çok farklı insan tipleriyle doludur ve ayrıca din adamlarının, ulemaların, tarikatların ve dini grupların bir siyasi partide bütünlükleriyle yer alması imkânsızdır ve doğru da değildir. Durum böyle iken; bir takım siyasiler sırf halkımızla İslami bir bağ kurmak için dibi boş sloganlarla dini siyasete alet edebilmektedirler. Hâlbuki siyasi partiler İslamiyetin temsil makamları değildir. Bugün dünyada halkının çoğu müslüman olan onlarca devlet vardır. Çoğu da hanedan, sultan ve tek parti başkanları, kadrolarıyla birlikte ülkelerini İslamiyet adına yönetmektedirler. Bu ülkelerde yönetimden memnun olmayanlar, muhalefetlerini gizli veya açık yine İslamiyet adına yapmaktadırlar. İslamiyet adına yönetenler, yine İslamiyet adına muhalefet edenler. Ve İslamiyet… Buradaki problem elbetteki İslamiyet değildir. Buralardaki problem yönetimdir. Özetle siyasi partiler ve genel başkanları İslamiyetin temsilcileri olamazlar. Siyasi partiler çıkar hırsı ile sadece bir zümre için iktidar olmak yerine, hizmet aşkı ile adaletle hareket ederlerse İslamiyete uygun düşerler.” 72 Bu arada Dokuz Işık Doktrinini ortaya koyan Alparslan Türkeş’in pek gündeme gelmeyen ve bilindiği halde de bu çevrelerce unutulan bir çalışmasına burada yer vermekte yarar vardır. İslam ülkeleriyle nasıl bir ilişki başlatmak ve kurmak noktasında bir örnek olması ve sözde İslamcıların da incelemesi açısından önemli olduğu kanaatindeyim. Bu çalışmalara ilişkin belgeler mevcuttur. Olay şöyle gelişmiştir: “İlahiyat Fakültesinden bir grup öğretim görevlisi Başbuğ’u ziyaret ettiler. Bu ziyarette ben de bulunmuş ve hatta bu görüşme için Başbuğ’dan randevuyu ben almıştım. Öğretim üyeleri İslam ülkeleri ile Türkiye’nin ciddi bir ilişkisi olmadığından bahsettiler. Başbuğ bunları dinledikten sonra şunları söyledi: - Ortadoğu ülkeleri, müslümanlar maalesef hala başta İngilizler olmak üzere Batılı ülkelerin tesirinden kurtulmuş değiller. Onlar, öteden beri bu Batılı ülkelerin de etkisiyle Türkiye’yi ve Türkleri sevmemektedir. Bir İngiliz ile evlenen kraliyet ve üst düzey aile mensuplarının çocuklarının hepsi Türk düşmanı oluyorlar. Bugün İngiltere’de Krali- (72 Siyasette yeni boyut Milliyetçilik. Rıza Müftüoğlu. 1995. Sayfa.80-81-82-83-84-85-86-87-88-89) çe’nin mücevherlerinin büyük bir bölümü başta Arabistan olmak üzere bu müslüman ülkelerin hediyelerinden teşekkül etmektedir. "Bakın size bir resim göstereyim"dedi. Resim, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Reagan ile Ortadoğu ülkesindeki müslüman ülkenin kralının birlikte olduğu bir resimdi. Reagan ayakta, elinde viski bardağı, Kral diz üstü oturmuş elinde viski bardağı. Sonra konuşmaya devam etti: - Bunlar, işte, bunlarla böyle samimi. Böyle iç içe. Bizim İslam ülkeleri ile olabilecek birlikteliğimiz için önce bu merkezlerin evet demesi gerekmektedir. Ancak buralara demokrasi gelirse ve halk iradesi yukarıya yansırsa işler değişebilir. Halkın bir bölümü hala daha Osmanlı’yı; Türkleri seviyor. Bütün bunlara rağmen siz bir çalışma yapın. Ben “İslam Ortak Pazarı”nın kurulmasını isterim. Üzerime düşen görevi de yaparım. Hatta şimdi Rıza bey’e yanınızda talimat veriyorum. Bir plan ve program hazırlasın. Siz de gerekli çalışmaları yapın ve biz Ortadoğu ülkelerinin krallarıyla görüşebilelim, projelerimizi sunabilelim. Bu konunun alt yapısını hazırlayalım. İlahiyatçı öğretim görevlileri çok memnun kalmışlardı. Gerekli temasları yaptılar ve yaptırdılar. Sonra da Başbuğ Suudu Arabistan Krallığına, Suudi Arabistan’ın Türkiye Büyük elçiliği kanalıyla bir yazı yazdı ve randevu istedi. Yazı şöyle başlıyordu: “Ortadoğu’da barışın korunması ve sağlamlaştırılması ve İslam Ülkeleri arasında bir İslam Ortak Pazarı teşkili konusu üzerinde araştırma yapmak için bir ilim heyetinin kurulması ve Müslüman Devletler Topluluğu organizasyonu için...” Ancak Başbuğ haklı çıktı ve bu işe yatkın olan Büyükelçinin çabaları da yetmedi ve görüşme talebine bir cevap gelmedi. Evet Başbuğ, bir taraftan Türk Birliği ve bir taraftan da İslam Birliği için gayret eden yani Türk İslam ülküsü paralelinde de kendini dizayn etmiş büyük bir liderdi.”73 İşte “İslam Birliği”, “Ümmetçilik” anlayışlarını samimi olarak savunanlarla, İslamiyeti bir devlet ideolojisi haline getirip müslüman ülkelere hakimiyet kurmak isteyenlerin, Türk Milletinin önce “milletleşme” sürecini durdurmaya ve sonra da yıkmaya yönelik faaliyetler Dokuz Işık’ta, 1977 yılında bir tehlike olarak ortaya konmuştur. Günümüzde de iktidar olmada ve iktidar kalmada en etkili yol olan İslami temsil, maalesef adaletli yönetim tarzının dışında kalarak etkisini giderek artırmakta ve “Türk Milliyetçiliği”ne ve “Millet” kavramına sürekli saldırmaktadır. Dokuz Işık’taki İslami anlayış ve değerlendirmeler hiç görülmeden İslamiyete ters düşme pahasına Türk milliyetçiliği ve Türk Milleti aşağılanmaktadır. Türk Milletini bin yıla yakın süredir bu vatan topraklarında ve binlerce yıl da tarihin derinliklerinden gelerek, yoğrularak oluşturan insanlarımızı, “Türk Milleti” kavramından önce ayrıştırmak ve sonra İslamiyetin birliği altında birleştirmek, İslama hizmet değildir. Türk Milletini daha da yoğunlaştırarak İslamiyetin emrettiği ilkelere göre yönetmek İslamiyete hizmettir. Bilinmelidir ki; sürekli en üst perdeden 36 etnik farklılığı tek tek saymak, ayrı bir ırkçılık hatta tam anlamıyla kavmiyetçiliktir. Ülkemizde ve geçmiş tarihimizde, devlet yönetiminde ırkçılık siyaseti yoktur. Cumhuriyet tarihindeki bazı kısmi uygulamaları abartarak sanki ülkemizde ırkçı bir uygulama varmış gibi hareket etmek ve etnik farklılıkları körüklemek, evet ayrı bir ırkçılıktır. (73 Derin Sayfalarıyla Milliyetçi Hareket. Rıza Müftüoğlu.2004.Sayfa:49-50-51) Türk kelimesinden, bu kavramdan rahatsız olmak da, ayrı bir ırkçılıktır. Kimlik dayatmaları, etnik ırkçılıktır. “Türk” demeyelim, “Türkiye’li” diyelim demek de, ayrı bir ırkçılıktır. Çünkü etnik ırkçılık takip edeceği etapları açısından sadece ırk üstünlüğüne dayanmaz, bir ülkede yaşayıp, o ülkede ırkçılık yapmanın ön koşulu önce karşı çıkmak, sonra belli kavramları sulandırmak ve daha sonra da ırkçılığı tam anlamıyla yapmaktır. Şu anda Türkiye’de yaşayan ve etnik ırkçılık yapanlar elbetteki öncelikle “Türk” kavramına karşı çıkacaktır. Bu karşı çıkışı belli hikâyelere ve senaryolara dayandıracaktır. Mağdur ve mazlum edebiyatıyla bu karşı çıkışa haklılık kazandırmaya çalışacaktır. Sonra uygun zemin sağlandığında da, ırkçılığını bütün yönleriyle gerçekleştirecektir. Etnik ırkçılık yapanların bu metotlarına sözde İslami hareketlerin güç vermesi ise başlı başına bir tehlikedir. Böyle bir müştereklikte bölücülerin ya da sözde İslami hareketlerin hangisinin lider ya da önde olmasının “Millet” kavramının altust olması açısından hiçbir önemi yoktur. Sözde İslamcı akımların en çok gündeme getirdikleri konu laikliği dinsizlik olarak görenlerin fikirleri ve devletin bazı uygulamalarındaki yanlışlıklarıdır. Ortaya koydukları bu tenkit ve kötülemelerle, İslami yönde çok hassas olan halkımızı etkilemede oldukça başarılı olabilmektedirler. Yöneticilerin, devleti idare edenlerin dindar olmaları gerektiği noktasındaki empozeleri, inanmış halk kesimleri tarafından hemen kabul görebilmektedir. Hâlbuki devlet yönetiminde aslolan liyakattır. “İmam Gazli’nin İhya’u Ulumiddin adlı eserinin 1. Cildinin 40. Sayfasından itibaren siyaset ve mertebeleri ilgili çok önemli tespitler sözkonusudur. Dört mertebeye ayrılan siyaseti, İmam Gazali, imanın şartı görmez, ancak insanların yaşayabilmesi için zaruri işlerden sayar. Cemiyetin sevgi, saygı, yardımlaşma ve beraberliğinin sağlanabilmesi için siyaseti zaruri görür. İmam Gazali, “beşeri ıslah ile dünya ve ahirette selamete ulaştıracak doğru yolu gösteren siyaset, 4 mertebedir” diye buyurmaktadır. 1. Mertebe siyaset, peygamberlerin siyasetidir. Resullerin sevk ve idaresi, avam (halk) ve havas (aydın) bütün insanların zahir ve batınına hükmeder. Bu ilkeye göre şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: En son gelen peygamberimiz Hz. Muhammed’ten sonra başka bir peygamber gelmeyeceğine göre bundan böyle toplumların hem maddi hem de manevi dünyasına hükmetme siyasetini güdebilecek hiç kimse olmayacaktır. 2. Mertebe siyaset, halife, melik ve sultanların siyasetidir. Bunlar her sınıf insana hükmederler. Ancak hükümleri insanların zahirinedir. İnsanların batınına hükmedemezler. (İnsanları yönetirler ancak dini inançlarına hükmedemezler) 3. Mertebe siyaset, Allah ve dini bilen, peygamberlerin varisi olan âlimlerin siyasetidir. Âlimler insanların zahiri işlerine karışmaz, kimseyi zorlamaz veya men edemezler. Ayrıca tüm insanlar da onlardan istifade edemez. Âlimler sadece münevver tabakanın batınına hitap ederler. 4. Mertebe siyaset, vaizlerin siyasetidir. Bunlar halk kısımlarının batınlarına hita ederler. Onların işi halkı din konusunda aydınlatmak ve bilgilendirmektir. İmam Gazali ayrıca dört türlü davetten, görevden bahsetmektedir. Bu davetleri şöyle özetleyebiliriz. 1-Resullerin ve Nebilerin daveti. 2-İmamların ve müezzinlerin daveti. Bunların görevi insanları ibadete davet etmektir. 3-Âlimlerin ve müşritlerin daveti. Bunlar insanları ilim ve irfana davet eder. 4-Yöneticilerin daveti. Yöneticiler insanları toplumsal faydaya ve adalete davet eder.”74 Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi artık toplumların zahir ve batınına birlikte hükmedecek kimse olmayacaktır. Böyle bir arayışa girmek de nafiledir. Bundan sonra en doğru yol yöneticilerin ve âlimlerin kendi görevlerinin, birbirlerine müdahale etmeden yapmalarıdır. Bizim de arayacağımız ve isteyeceğimiz iyi yöneticiler ve iyi âlimler ve din adamlarıdır. Din ve siyaset görüldüğü gibi çok ince bir ayırımı içinde bulundurmaktadır. Bu ince ayırımı yakaladığınız vakit devlet ile din barış halinde olmakta ve laiklik meselesi problem olmaktan çıkmaktadır. Hem İslami açıdan hem de yönetim açısından en üst seviyede bulanabilmek ancak böyle mümkün olabilir. Siyasi partilerin ve devleti yönetenlerin İslamiyeti temsil etme gibi bir yanlışlığa girmeleri, İslami açıdan da doğru değildir. Yöneticilerin dindar, çok dindar gibi tasvirlerle seçilmesi de yanlıştır. Çünkü İslamiyet yöneticilerden öncelikle ehliyet ve liyakat istemektedir. Bu konuda da İmam Gazali İhya’u Ulumiddin adlı eserin 1’nci cildinin 347’nci sayfasında özet olarak şunlar belirtilmektedir. “Bizim sultanlarda (devlet adamlarında) aranacak şart ve vasıflarına riayetimiz din ve dünyevi maslahatların meziyetini süslemek içindir. Şayet şimdiki valilikler (yöneticiler) batıldır dersek, o zaman süs ve ziynet şöyle (74 Siyasette yeni boyut Milliyetçilik. Rıza Müftüoğlu. 1995. Sayfa:93-94) dursun, hizmetler kökünden kaybolur. Yani şart ve vasıflar ‘kar’ gibidir. Saltanat ise sermayedir. ‘Kar’ araken ‘Sermayeyi’ kaybetmek doğru değildir.” Siyasi partilerin ve devleti idare edenlerin, İslamiyeti temsil etme gibi bir rol içinde olmaları içinde bulunduğumuz zaman açısından da tehlikelidir. Günümüzde müslümanlar maalesef birbirlerini sevmek için sebep arayacakları yerde birbirlerine kâfir demek için delil toplama gayreti içine girmişlerdir. Toplumumuz böyle bir yörüngeye doğru itilmek istenirken birden çok siyasi partinin birbirleriyle “biz daha iyi müslümanız, İslamiyeti biz daha iyi temsil ederiz” yarışına girdiklerini bir düşünelim. Bu yarış, bir müddet sonra keskin bir mücadeleye ve daha sonra da kavgaya dönüşmez mi? Dönüşür. Onun içindir ki, hiçbir siyasi parti kendini İslamiyete karşı bir kurum gibi görüp hareket etmemelidir. Hiçbir siyasi parti de kendisini İslamiyetin temsilcisi gibi gösterme gayreti içine girmemelidir. Bütün siyasi partiler milletimizi en iyi şekilde yönetecek kadroları ve yolları, doktrinleri, çözüm yollarını bulurken, müslüman Türk toplumunun İslamiyeti gerçek manada öğrenebilmesi için gerekeni yapmayı taahhüt etmeli ve yapmalı, yaptırmalıdır. Dokuz Işık’ta İslamiyet’in bütün ölçüleri kabul edilmekte, ancak İslami temsil noktasında faaliyet gösterenlerin “Millet” kavramına ve “Türk Milliyetçiliği”ne karşı çıkışları maksatlı ve dış bağlantılı görülmektedir. Dokuz Işık’ta İslamiyet, milletleri ihya için gerekli görülmektedir. İslamayet’i milleti imha için kullananlara da çok şiddetli bir şekilde karşı çıkılmaktadır. **** 3-DİĞER KAYNAKLARI Dokuz Işığın milli ve manevi kaynakların dışındaki kaynakları Türk Milletinin yükselmesi, hızla kalkınması ve yönetim şekilleriyle ilgilidir. “İlimcilik”, “Toplumculuk” ve “Gelişmecilik” 9 Işık’ın diğer önemli kaynaklarıdır. “İlimcilik”, “Toplumculuk”, “Hürriyetçilik ve Halkçılık”, “Gelişmecilik ve Halkçılık”, “Endüstri ve Teknikçilik” ilkeleri adil bir yönetimle hızla kalkınmak ve yükselmek için belirlenmiş ilkelerdir. Adalet Dokuz Işık’ta ayrı bir kaynaktır. Fırsat eşitliği, milleti oluşturan fertlere bu açıdan öngörülen bir imkândır. Dokuz Işık’ta çağın gerçekleri dikkate alınarak ilerici bir anlayış sergilenmektedir. Dokuz Işık’ta ilimle ilgili belirlemeler, Türk Milliyetçiliğinin, milliyetçilik karşıtlarının sıkıştıkça ortaya koydukları “sizde sadece hamaset var” yakıştırmasının ne kadar boş ve kasıtlı olduğunu göstermesi açısından da önemlidir. “Bugün dünya üzerinde ilimdeki büyük gelişmeler insanlığa uçsuz bucaksız gelişme ve mutluluk ufukları açmıştır. Bir memleketin refahlı olması, güçlü olması herşeyden önce o memlekette yaşayan insanların ilimde, teknikte ileri bir seviyeye ulaşmış olmaları ile mümkündür. Bir milletin askeri gücü de ilim ve teknik gücüne, medeni seviyesine bağlıdır. İlimde teknikte geri kalmış bir ülkenin insanları ne kadar kahraman yaratılışlı olurlarsa olsunlar, onların milli savunma yönünden, askerlik yönünden güçlü olmaları mümkün değildir… Bunun için Türkiye’nin ilimde, teknikte süratle en yüksek seviyeye çıkmasını, hızla modern sanayi kurmasını, tarımını modernleştirmesini sağlamak için dünya çapında yüksek kaliteli, liyakatli ilim adamları ve teknisiyenler yetiştirmak mecburiyeti vardır.” 75 Dokuz Işık bütünüyle incelendiğinde Milli ve İslami anlayış, bu anlayışı benimsemiş ülkücü kadrolarla Türk Milletinin en yüksek seviyeye gelmesi için ne gerekiyorsa onun yapılmasını arzulayan ve isteyen bir görüş mevcuttur. Kalkınma ve yükselmede fikri taassup yoktur. Kapitalizm ve kollektivizm de olduğu gibi değişmeyen kalkınma kalıpları mevcut değildir. İlimcilik ilkesi, kalkınma ve yükselmede Dokuz Işığın en önemli kilit ilkelerinin başında gelmektedir. Toplumculuk, ferdi menfaatlerin toplum menfaatlerinin üstünde tutulması gerçeğinden hareketle, ekonomik, sosyal ve siyasi yapılanmaların temelini teşkil etmektedir. Altı sosyal dilim esasında siyasi yapılanmayı, ekonomik yapılanmayı ve sosyal reformları öngörmektedir. Her türlü sınıf hakimeyitini, bu altı sosyal dilimle ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Patronaj diktatoryasını, devlet gücü diktatoryasını, sınıf diktatoryasını bu şekilde ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Bu öngörü ve hedeflerin amacı, Türk milletini oluşturan her ferdin eşit haklara sahip olması, fırsat eşitliği hakkından yararlanması isteğine dayanmaktadır. Toplumculuk ilkesi, bugünkü siyasal, ekonomik ve sosyal yapıyı ciddi manada ıslah edecek bir özellik taşımaktadır. Gelişmeciliği bir ilke olarak kabul etmesi de dünyadaki yeni gelişmelere açık olması sebebiyledir. Bu da Dokuz Işığın yenilikçi kaynağını göstermektedir. Yeni gelişmelere, yeni icatlara, müspet oluşumlara açık olma özelliği Dokuz Işığın diğer kaynakları arasında yer almaktadır. (75 9 Işık. Alparslan Türkeş. 1978. Sayfa:375)


Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.