Dokuz Işık’ta Türk Milliyetçiliğinin dayandığı esaslar
incelendiğinde “Milliyetçiliğin temel ilkelerini şöyle özetlemek
ve sıralamak mümkün olmaktadır:
1-Milliyetçilik, Türkiye’de yaşayan her Türk vatandaşının
birliği, beraberliğini, sevgiyi ve barış içerisinde yaşamasını
esas alan bir harekettir. Birlik şuuru, derin ve sarsılmaz
bir mensubiyet şuurunun bir neticesidir. Ve milletler
arasındaki amansız yarışta sahip olacağımız en büyük güçtür.
2-Milliyetçilik, demokrasiden yanadır. Hâkim güçlerin
yön verdiği sözde demokratik ortamı yeterli bulmamaktadır.
Geniş katılımlı bir milli iradeden ve bu iradenin çizdiği
hür bir ortamdan yanadır. Türk toplumunun demokrasiyi
bütün unsurlarıyla yaşamasını istemektedir.
3-Milliyetçilik, hukukun üstünlüğünü kabul etmekte
ve bunun sözde kalmayıp tam anlamıyla uygulanmasını
arzulamaktadır.
4-Milliyetçilik, her şeyin insan için olduğuna inandığından
insan haklarının sadece devlet tarafından değil, bir
üst güç tarafından da çiğnenmesine karşıdır.
5-Milliyetçilik, kötü ile iyileri ayıracak, milletini ve ülkesini
en iyi şekilde koruyacak, huzur ve güveni sağlayacak
ve ayrıca teşvik edecek, yön verecek başta adalet olmak
(60 www.turkmeclisi.org sitesinden, Temel Bilgiler bölümünden alınmıştır.)
üzere temel kurumları yaşatacak güçlü bir devletten yanadır.
6-Milliyetçilik, ekonomik kalkınmanın temel unsurunu
hür teşebbüse dayandırır. Özel sektörün her bakımdan
teşvik edilmesini ve ekonomik milli güçlerin sayısının giderek
artmasını öngörür ancak vahşi ve sömürücü kapitalizme
karşıdır. Mülkiyetin yaygınlaşmasını temin edici düzenlemeleri
sağlar. Gelir dağılımındaki adaletsizliğe son vermeyi
amaçlar.
7-Milliyetçilik, tek bayrak, tek millet, tek devlet, tek
resmi dili zedelemeyen kültürel yaşama ve serbestiyete
müsaade eder.
8-Milliyetçilik, Din-Siyaset, Din-Devlet ilişkilerinde
fonksiyonları belli olan bu kurumların birbirlerinin görev
alanlarına müdahale etmeyen bir serbestiyeti kabul eder.
Toplumun din ve vicdan hürriyetine saygı duyar. Dini din
adamlarına, devleti ve siyaseti de devlet adamlarına teslim
eder. Bunların yanısıra Milliyetçiliğin İslam inancıyla birlikte
ele alınmasını ister.
9-Milliyetçilik, açık ve temiz bir toplumdan yanadır.
Barıştan, sevgiden, birlik ve beraberlikten yanadır. Her
türlü uluslararası ilişkiye açıktır. Uluslararası ilişkilerde önce
Türkiye’yi ve dünya barışını esas alarak hareket eder.”61
61 Siyasette yeni boyut Milliyetçilik.Rıza Müftüoğlu.1995. Sayfa:66-67
2-MANEVİ KAYNAKLARI
Dokuz Işık adlı eserde “Büyük hedef” belirlemesi, en
dikkat çeken görüşlerin başında gelmektedir.
Dokuz Işık’taki büyük çağrı ve ilan 187’nci sayfada
şöyle yer almaktadır:
Büyük Hedef: ALLAH YOLU
Ben Türk Milletini,
Sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye,
Rüşvet ve hile ile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine,
Ahlaktan mahrum bir hürriyete, tefeciliğe, karaborsaya
yer veren bir iktisadi yapıya çağırmıyorum.
Türklük şuur ve gururuna, İslam ahlak ve faziletine,
yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası
hak yolu, hakikat yolu, ALLAH YOLUna çağırıyorum.
Modern medeniyetin en ön safına geçmek üzere çağlar
üzerinden sıçramaya çağırıyorum. Hareketin adını isteyenlere
açıkça ilan ediyorum: Yeniden maneviyata dönüş…
“ALLAH YOLU”na çağrı ve hareketin adını “Yeniden
maneviyata dönüş” olarak belirleme çok derin bir manevi
anlayışın neticesidir. Dokuz Işığın milli ve yerli olmasının
yanısıra en önemli yanı İslam inancıyla birlikte mütalaa
edilmesidir. Yani Dokuz Işık milli ve maneviyatçı bir doktrindir.
Dokuz Işık doktrininin İslam inancıyla birlikte mütalaa
edilmesi onun emperyalist olmadığını ve keza İslamiyet’e
ters düşen kavmiyetçilik ve ırkçılıktan da uzak olduğunu
göstermektedir.
Başta da belirtildiği üzere Dokuz Işık, Türk Milliyetçiliğini
İslam inancı çerçevesinde ortaya koymaktadır. İlk
bakışta “Büyük hedef: ALLAH YOLU” cümlesini İslamiyetin
siyasallaşması olarak görenler olabilir. Ancak Dokuz Işık
“Milletleşme”yi tercih etmektedir. Laiklikten yanadır. Bunu
da 9 Işık adlı eserin 211 ve 212’nci sayfalarında “Laiklik”
başlığı altında açıklandığını görmekteyiz. Peki o zaman laikliği
savunan 9 Işık, neden “Büyük hedef: ALLAH YOLU” demiştir?
Bunun nedeni İslamiyet’in yönetimden beklediği
esaslardır. Dokuz Işık bu esasları işaret ederek adaletli bir
yönetim ve kalkınmış bir millet hedeflemektedir. Çünkü
İslamiyet yöneticilerden öncelikle iki şey istemektedir. Birincisi
“Adalet”, ikincisi ise “Toplumsal fayda”dır.
Sunni âlimler adaletli yönetim ve toplumu kalkındırmada
devlet adamları ile din adamlarının görevlerini ayrı
tutmakta, toplumu maddi ve manevi yönden yönetecek
olanlar ancak peygamberlerdir görüşünü savunmaktadırlar.
Bunun için de maddi yönden yönetimi krallara/
yöneticilere, manevi yönden aydınlatma ve öğretmeyi
de din âlimlerine ve din adamlarına bırakmaktadırlar. Devleti
yöneten kralın/başkanın dindar olup olmamasını birinci
öncelik olarak görmemekte, asli görevini iyi yapmasını istemektedirler.
Şafi mezhebinde ise adalet ve toplumsal
faydayı sağlayacak yöneticilerin aynı zamanda din adamı
ve âlimi olmasını istemektedir. Ama neticede İslamiyet
bütün mezhepleriyle birlikte yöneticilerden adaletli olmalarını
ve toplumu ayırmadan herkese fayda temin etmelerini
öngörmektedir.
İşte Dokuz Işık’taki “Allah yolu”, yöneticiler açısından
adalet ve toplumsal faydayı temin eden yoldur.
İslamiyet’te “devlet” in adının islam devleti olması
veya olmamasının pek önemi yoktur. Önemli olan İslamiyet’e
uygun bir yönetimin sergilenmesidir. Bu açıdan ba
kıldığında mesela İran’ın adı, İran İslam Cumhuriyetidir.
İsviçre’de ise yöneticiler Müslüman değildir. Ama eğer İsviçre’de
yönetim adaletli ve toplum, yönetim sayesinde
ayırım görmeden fayda görüyorsa ve İran da bu yoksa,
İsviçre devleti ve yönetimi, sadece devlet yönetimi açısından
İran İslam Cumhuriyetine göre İslamiyet’e daha uygundur.
Burada önemli olan yöneticilerin İslamiyet’in emirlerine
uygun yönetim sergileyip sergileyemedikleridir.
İslam birliği isteyen akımlar ise bu görüşe itibar etmemektedirler.
Bunlar, hedef İslam Birliği olduğu için “Milletleşmeyi”
reddetmekte ve devletin adının da İslam devleti
olmasını istemektedirler. Bu şekilde İslamiyete uygun
olunacağını söylemektedirler. Ama İslam Birliği, bugünkü
gerçekler ışığında sağlanamayacağına göre önce Millet
olarak İslamiyete uygun bir yönetimle uygun şartların oluşumunu
beklemek gerekmez mi? sorusuna da ilgi göstermemektedirler.
Bu kesimin bir kısmı inançlarında samimi iken yani
bu görüşlerini sadece İslamiyete olan bağlılıklarına dayandırırlarken
bir kısmı ise Müslüman olan kesimden daha çok
oy almayı ve bu şekilde iktidara gelmeyi veya iktidarda
iseler iktidarlarını bu şekilde sürdürmeyi hedeflemektedirler.
Hâlbuki öncelikle önemli olan, devlet yönetiminin İslamiyet’in
emrettiği ilkelere uygunluğudur.
İşte Dokuz Işık, Türk Milliyetçilerinin kuracağı iktidarda
İslamiyet’e uygun bir yönetim istemektedir. Dokuz Işığın
yeniden maneviyata dönüş olarak hareketin adını ilan
etmesinin de sebebi budur. Yoksa dini siyasete alet ederek
oy avcılığı yapmakla ve sonradan İslamiyet’in emrettiklerinin
dışına çıkanlarla, Dokuz Işığın ve Alparslan Türkeş’in bir
ilgisi ve alakası yoktur.
Dokuz Işık’ta İslamiyetle ilgili çok geniş açıklamalar
vardır. Burada sadece özet bilgiler sunulmaktadır.
“İnsanlar inanç sahibi olmak ihtiyacındadırlar. İnanmak
ihtiyacındadırlar. İnançsız insan boş bir kabuk gibidir.
İnançsız insan, pusulasız, dümensiz gemi gibidir. En eski
çağlardan beri insan toplulukları gerek kâinat hakkında,
gerek sürdükleri yaşayışla ilgili olarak belirli inançlara göre
münasebetlerini, yaşayışlarını düzenlemişlerdir.
Her toplumun bir dini vardır. Din insanlara nasıl hareket
etmesi gerektiğini, birbirleriyle en iyi münasebetleri
ne şekilde yürütebileceklerini ve insanlara mutluluk sağlama
yollarını gösteren bir inançlar topluluğudur. Her toplumda
din müessesesi olagelmiştir. Din müessesesi içtimai
bir müessesedir. Hiçbir toplumun dinsiz bulunmadığını ve
dinsiz yaşayamadığını bugün tespit etmiş durumdayız. Dini,
halkın afyonu diye niteleyen Marksist görüşler, bugün komünizmle
idare edilen ülkelerde dahi terkedilme yoluna
gitmiştir. Bugün büyük komünist ülkelerden biri olan Sovyet
Rusya’da özellikle kiliseye, Hıristiyan dinine eskisine
yaklaşan bir yer ve itibar verilme yoluna dönülmüştür. Gerçekten
çeşitli toplumların tarihine baktığımız zaman din
müessesesinin insanların hayatını tanzim eden, insanların
daha mutlu yaşamasını sağlayan ve insanlar arasında kardeşliği
telkin eden, iyiliği telkin eden bir müessese olarak
faydalı hizmetler yaptığını görmekteyiz.
Gerçi kendi dininden olmayanlara karşı, başka toplumlara
karşı ayrı dinlerden olmak dolayısıyla zaman zaman
düşmanlıklar, zaman zaman çatışmalar, kışkırtmalar
meydana gelmiştir. Fakat bunların sebep olduğu zararların
yanında, din müessesesinin insan topluluklarına sağladığı
faydalar kıyaslanamayacak derecede büyüktür. Türk Milletinin,
kendi toplum hayatında dinin büyük yeri olmuştur.
Türkler İslamiyet’i kabul edinceye kadar çeşitli dinlere
mensup olarak yaşamışlardır. Şamanlık Türklerin en eski
çağlardan beri kendi bünyelerinin oluşturduğu bir din müessesesi
olmuş, Türklerin hayatına yön vermiş, bunula beraber
Türkler Budizm’e girmişler. Bir kısmı Çin’le münasebetler
neticesi Konfüçyüs dinine de girmişlerdir. Ayrıca
Müslümanlıktan önceki çağlarda Orta Asya’ya ulaşan misyonerlerin
telkinleriyle bir kısım Türklerin Hıristiyan oldukları
da tespit edilmiştir. Selçukluları meydana getiren büyük
Selçuk ailesi bildiğiniz gibi İslamiyet’e girmeden önce
Hıristiyan olmuş ve Hıristiyan isimleri almışlardı.
Fakat Türkler bin iki yüz yıl önce İslamiyet’le temasa
geçmişler ve İslamiyet’i kendi bünyelerine, kendi tarihi
gelişmelerine çok uygun bir din olarak görmüşler ve büyük
iman heyecanı içinde bunu benimsemişlerdir. İslamiyet’in
kendilerine verdiği yüksek inanç, büyük heyecan ile yeni
bir harekete sahip olmuşlar ve bu enerji ile büyük medeniyetler
meydana getirmişler, yeni büyük devletler kurmuşlardır.
Nitekim Selçuklu İmparatorluğu ve ondan doğarak
dünyanın en büyük imparatorluğu haline gelmiş olan Osmanlı
İmparatorluğu, Türklerin İslamiyet’i kabullerinden
sonra meydana getirdikleri büyük varlıklardır. Din, toplumun
içerisinde sosyal bir müessese olduğuna göre, toplumun
refahını, kalkındırılmasını ve devamlı mutluluk içinde
yaşatılmasını öngören yöneticilerin bu sosyal müesseseye
gerekli önemi göstermeleri çok lüzumludur.
Cumhuriyet tarihinde, Osmanlı Devletinin son devirlerinde
İslamiyet’in gerçek esaslarını örten hurafeler ve
batıl inançların sebep olduğu durgunluk ve birçok zararlar
dolayısıyla dine karşı ve özellikle İslamiyet’e karşı tepkiler
gösterilmiştir. Bu tepkiler ölçüyü aşacak derecede olmuştur.
Adeta toplum içinde din müessesesine gerek yoktur
gibi bir zihniyetle bir kısım yöneticiler halkı horlamışlar ve
dini inançlarından dolayı halka baskı yapmışlar, halkı büyük
sıkıntılara maruz bırakmışlardır. Bu sebepten dolayı memleketin
kalkındırılması yönünde girişilmiş olan birçok hareketler
tepkiyle karşılanmıştır veyahut en azından halk tarafından
gerekli şekilde benimsenmemiş, destek görmemiştir.
Halkın işbirliğini sağlamada, halkın desteğini ve coşkunluğunu
temin etmede bu büyük müessesenin varlığı ihmal
edilmiştir.
Müslümanlık yeryüzüne en son gönderilmiş olan en
ileri, en iyi gelişmiş bir dindir. İslamiyet’in yüksek esasları
insanlar arasında kardeşliği, insanların birbirlerini sevmelerini,
insanların birbirleriyle münasebetlerinde hakkı, adaleti
gözetmeyi ön gören ilahi bir dindir ve İslamiyet, milletimize
kuvvet vermiştir.
Milletimizin büyük enerjisini disiplin içinde kullanmasını
sağlamıştır. Bu büyük ruh ve bu büyük inançla Türk
Milleti dünya üzerine yeni bir nizam getirmiş ve eski çağlarda
bilinen dünyanın hemen her köşesini kendi medeniyet
ışıklarıyla aydınlatmışlar ve kendi lekesiz adalet sistemleriyle
bütün insanlığın hayatında ümitler meydana getirmişlerdir.
Nitekim Avrupa’da Protestanlığın kurucusu olan
Luther dahi Türkleri bir kurtarıcı olarak görmüş ve Türklerin
Almanya’yı da işgal ederek orada da vicdan hürriyetini
sağlamalarını, lekesiz bir adalet nizamı getirmelerini beklediğini
ifade etmiştir.
İslamiyet vicdan hürriyetini temel alan bir dindir.
Başka inanç sahibi, başka dine mensup olanlara karşı zulmü,
zor kullanmayı reddeden bir görüş sahibidir….” 62
(62 9 Işık. Alparslan Türkeş. 1978. Sayfa:207-208-209-210)
Dokuz Işık’ta İslamiyetle ilgili bu açıklamaların
yanısıra Ümmetçiliğin artık günümüzde geçerli olamayacağı
anlatılmakta ve taassuba karşı olunduğu, ilimliciliğin
önemi belirtilmektedir.
Ümmetçilikle ilgili Dokuz Işık’ta yer alan bilgiler şu
şekildedir:
“Ümmetçilik, siyasi manada bütün Müslümanları bir
devletin egemenliği altında, bir bayrak altında toplamaktır.
Tarihte samimiyetle bu fikre, bu ülküye Türklerden başka
bağlanan olmadı. Türkler yüzyıllarca bu fikir için kanlarını
akıttılar. Kendi menfaatlerini düşünmeden kendilerini bu
uğurda harcadılar. Diğer milletler ise küçük menfaatleri
uğruna bu ülküden ayrıldılar ve menfaatlerini ümmetçilik
ülküsünün üstünde gördüler. Hatta Hıristiyanlarla anlaşıp
bizi arkadan vurdular. Bu, tarihin her devrinde oldu. Sizlere
Kanuni Sultan Süleyman zamanından misal vereyim. Kanuni
Sultan Süleyman zamanında, o zamanın en kuvvetli devletlerinden
Almanya’nın imparatoru Şarklen, Avrupa içlerine
kadar ilerleyen, Almanya’yı tehdit eden Osmanlı İmparatorluğuna
darbe vurmayı düşünüyordu. Bunun için Tunus’u
seçti. Burada Arap şeyhleri, emirleri vardı. Şarklen
türlü yollarla bu şeyhleri ve emirleri kendi safına çekti.
Arapar Şarklen’le anlaştılar. Şarklen’in ordusu Tunus’a çıkınca,
bu araplar Şarklen ordusuyla çarpışan Osmanlı ordusunu
arkadan vurdular. Bu ne demektir? O devirde, dini
inançlarının en yüksek olduğu, imanın en kuvvetli olduğu
ve ümmetçilik ülküsünün en üstün seviyede olduğu bir
zamanda kâfire karşı dövüşmenin farz olduğu bilindiği halde,
Araplar bunu yaptılar. En son olarak I. Cihan Harbinde
Osmanlı Padişahı: Halife, Hıristiyanlara karşı topyekün
harp, “Cihad” ilan etti. Ama Türklerden başka hiçbir millet
bu cihada bilfiil iştirak etmedi. İngilizler Hintli Müslümanla
rı ve Hinduları İngiliz ordusu saflarında Çanakkale’de, bize
karşı dövüştürdüler. Araplar İngilizlerle ve Yahudilerle bir
olup Türkleri arkadan vurdular. O zamanın Ortadoğu’daki
İngiliz kumandanı Mareşal Allenbi Küdüs’ü ele geçirince,
orayı Türklerden alınca, yanında o zamanki Arap şeyhleri,
emirleri olduğu halde, kutsal şehre girip, oradaki kutsal
taşa çıkarak İngiliz askerlere hitapta bulunuyor. Yanındaki
Arap ileri gelenleri arasında Kral Abdullah ve diğer akrabaları
da bulunuyordu. Hep beraber gittikleri Mescid-i Aksa’daki
kutsal taşın üstünde Mareşal şöyle hitap ediyordu:
‘Ey Ehli Salip! İşte eskiden beri uğraştığımız, uğruna haçlı
seferleri düzenlediğimiz, fakat bir türlü alamadığımız bu
kutsal şehri Türklerin elinden aldık.’ Ve gene o aynı mareşal
Alenbi Şam’da büyük hükümdar Selahattin Eyyubi’nin
türbesine gidiyor ve mezarı tekmeleyerek oradaki İngiliz
askerlerine diyor ki; ‘İşte haçlı ordularını durdurarak, Kudüs’ün
alınmasına engel olan ve onu senelerce koruyan,
binlerce Hıristiyan kanı akıtan adamın mezarı bu!.’ Ve mezara
dönerek ona hitaben:’ zamanında perişan ettiğin ve
Kudüs’ü vermediğin bu askerler, isterlerse sana şimdi bir
avuç mezar toprağı bile vermezler!’ diyor. Ve bunları söylerken
gene yanında o Arap ileri gelenleri, İngiliz uşakları
vardı.
Bu fikir hareketi artık siyasi olarak tesirini kaybetmiştir.
Oysa bu fikir yüzlerce sene Türklerin içinde yaşamıştı ve
yaşıyordu.
İstiklal Harbi’nde kimse yardım etmedi. Her yere heyet
gönderdik. Bütün İslam ülkelerine, ama hiç değişen bir
şey olmadı.
Bunula beraber biz, Hz. Muhammed “S.A.V.”in ümmeti
olduğumuzu inkâr edemeyiz. Elbette o, İslam’ın son
peygamberi ve biz de onun ümmetiyiz. Bu fikri dini bir
inanç olarak kalbimizde taşımaktayız. Bizi başka şekilde
göstermek isteyenlerin vebali kendilerine aittir.” 63
Ümmetçilik meselesine İslami açıdan baktığımızda
ise; siyaset ve devlet yönetimi ile ilgili yönlerden çok, Müslümanların
birbirleriyle ilişkileri açısından çok önemli olduğu
görülür. Kur’an- Kerim’de 64 yerde “ümmet” kelimesi
geçmektedir. Hz. İbrahim tek başına ümmet olarak anılmıştır.
Ancak Kur’an- Kerim’de “İslam Devleti” veya “Tek ümmet
devleti”nden bahsedilmemektedir. Hz. Muhammed’in
ümmetinden olanların birbirlerine karşı olan hakları ve
ilişkilerindeki çok yakın oluşları sebebiyle bir İslam devleti
kurma isteği de elbette ki Kur’an’a ve İslam’a ters değildir
ve hatta uygundur. Ama dünyanın bugünkü yapısı ve milletlerin
ülkeler halindeki durumu ve bu uygulamanın geçmiş
tarihlerdeki akibeti bu gün tek İslam devleti emelinin
çok uzak bir hayal olmaktan öteye geçemeyeceğini göstermektedir.
Bugün İslam dünyası daha mezhep sorununu,
yani mezhepler arasındaki mücadele ve gerginliği çözememişken
İslam Birliği’nin teşekkülü çok zordur. Ancak
İslam ülkelerinin birbirleriyle daha yakın ilişki içinde olmalarını
temin etmeye çalışmak gerekmektedir ki, bugün İslam
Ülkeleri Ekonomik İşbirliği Teşkilatı mevcuttur.
Dokuz Işık’ta yer alan ve bugün itibariyle de önemle
irdelenmesi gereken 1978 yılına ait tespitler oldukça düşündürücüdür.
“…Bunlar ‘Türklük yok, Müslümanlık var’ diyorlar.
Bunlar ‘Türklüğü ne karıştırıyorsunuz, Müslümanlık var’
derken dünyadaki bütün Türklerin Müslüman olduğunu,
Müslümanlığın yayılmasında, yaşatılmasında Türklerin
Müslümanlığa kılıç ve kafa olarak hizmet ettiğini bilmedik-
(63 9 Işık. Alparslan Türkeş. Sayfa:220-221-222)
lerini ortaya koymaktalar ve art niyetleri su üstüne çıkmaktadır.
Bilmiyorlar ki İslam, milletleri imha için değil, ihya
için gelmiştir. Millet vakıası Kur’an-ı Kerim’in ortaya koyduğu
bir gerçektir. =Biz sizi milletler ve kabilelere ayırdık=
(Hucuret suresi 13) ifadesi bunu ortaya koymaktadır.
Kaldı ki, biz, doktrinimizde dinimizin yüceliğini kabul
etmişizdir. ‘Türklük gururu ve şuuru, İslam ahlak ve fazileti’ni
hiçbir parti ortaya atmamışken, biz benimsemişizdir.
Biz İslamiyetin bugünkü durumundan kurtulup ilerlemesinin
çaresini, Müslüman Türk Dünyasının ilerlemesinde,
bağımsız olmasında görmüşüzdür. Bu şartlar altında hala
bize saldıranların maksatlarının ne olduğu meydandadır.
Bunlar dışardan beslenen satılmış uşaklardır.” 64
1980 öncesinde, Dokuz Işık Doktrini ortaya atıldığı sıralarda
bölücüler iki akım içerisinde faaliyet göstermekte
idiler. Büyük bir bölümü Marksist örgütler içinde ve onların
yanında yer almaktaydılar. Zaten PKK da Marksist bir örgüttür.
Bir kısmı ise Siyasi İslamcıların içindeydiler. O dönemde
siyasi İslamcılar bölücülere, “Önemli olan sizlerin
bizim kuracağımız ‘Şeriat devleti’ne bağlı olmanızdır. Siz
ayrı bir Kürt devleti kurabilirsiniz. Özerk olabilirsiniz. İslam
olmanız ve bizim devletimize bağlı olmanız yeterlidir” demekteydiler.
Yani o dönemde siyasi İslamcılar İslam ekseninde
yer alan bir bölücülüğe kucak açmaktaydılar. “Millet”
kavramı onlar için hiç bir şey ifade etmemekteydi. Milletleşme
sürecine balta vuracak ve birlik beraberliğimizi
sarsacak bu hareketler onlar için önemli değildi. Onlara
göre İslamiyet herkesi birleştirecekti. Ancak öyle olmadı
aradan en az 35 yıl geçmesine rağmen, bugün eli silahlı
bölücülerin yanısıra elinde silah olmadığı halde en az bun-
(64 9 Işık. Alparslan Türkeş.1978. Sayfa: 199 ve 200)
lar kadar tehlikeli olan bölücüler oldukça güçlendi. Hatta
bunlar PKK’lılara “silahı bırakın, istediklerimizi birlikte elde
edelim” demektedirler. Bunlar en az PKK’lılar kadar “Türk”
kelimesi ve kavramından alerji duymaktadırlar. Türk Milleti
kavramını kabul etmemektedirler. Bakınız Dokuz Işık bunlar
için başka neler demektedir.
“Her millet kendi milletini üstün tutarken, bunlar kim
oluyor ki Türklüğü inkar ediyorlar? Hiç fazla araştırmaya
lüzum yoktur. Bunların arkasında yabancılar var, bunlar
satılmış adamlardır. Bu adamlar şunu bilir ki, Türk ne kadar
kuvvetlenirse, Müslümanlık o kadar kuvvet kazanır. Tarih
bunun ispatıdır” 65
Hâlbuki Dokuz Işık, İslamiyet’in milletleri “imha” etmediğini,
“ihya” ettiğini kabul ederek “Türk Milleti” gerçeğini
ortaya koymakta ve “Allah yolu”nda yürümeyi istemektedir.
Millet olgusu ve milletleşme, İslamiyet’e ters
değildir. Önemli olan başta da belirttiğimiz gibi millet olarak,
ülke olarak, devlet olarak yönetiminizin adil olması ve
Müslüman ülkelerle, müslüman toplumlarla İslami çizgide
ilgilenmek ve işbirliği yapmaktır. Böyle bir anlayışı red etmek,
böyle bir anlayışa düşmanlık etmek ne demektir?
Bunu çok iyi kavramak gerekmektedir.
“Milletimizi meydana getiren fertlerin yaşama felsefesine
ve ahlak görüşlerine yön veren İslamiyet’in hakiki
çehresiyle ve yüksek prensipleriyle ele alınması Türklüğe
yeni bir güç ve hız verecektir. Türklük ve İslamiyet’i birbirinden
ayrı ve hele birbirine zıt veya birbirine düşman iki
ayrı varlık gibi görmek Türk Milliyetçiliği ve İslamiyet için
zararlıdır. Bugün memleketimizde Türklüğe cephe alan
veya Türklüğü inkâra kalkışan bazı kimseler her şeyin sadece
dinden ibaret olduğunu ileriye sürmektedirler. Bu gibiler
(65 9 Işık. Alparslan Türkeş. 1978. Sayfa:234. Paragraf:2)
ya bilgisizlik ve gafletin esiri olan kimselerdir veya Türk
Milletini yıkmak isteyen kötü emellerin hizmetçisi olanlardır.”
66
Dokuz Işık, İslamiyet’e birden fazla nedenden dolayı
önem vermektedir. Bu önem bizzatihi İslam dininden kaynaklandığı
gibi, Türk Milletinin de İslamiyet’e verdiği değer
sebebiyledir.
“Biz, Türk toplumunun dünya görüşünün, yaşama
felsefesinin kendi dini inançlarından, İslamiyetten ve milli
tarihten kökünü aldığını görmekteyiz.” 67
Dokuz Işık’ta Türk ve İslam daima birlikte anılmıştır.
Bu aynı zamanda bir ülkü adı olmuştur. Türk-İslam Ülküsü.
“İnsanları sermaye veya devlet köleliğinden kurtaracak ve
Türk-İslam ülküsüne dayanacak bir yükseliş yolu vardır. Bu
yol Milliyetçi Hareketin açtığı 9 Işık yoludur.” 68
Dokuz Işığın manevi kaynakları arasında milli kültür,
ahlak, Türk töresi, tarih bilinci ve “Anadolu insanı” önemli
bir yer tutmuştur. Bunun en güzel örneği aşağıdadır:
“Anadolumuzun bir köyünden fakir adam çocuğunu
okutmuş. Çocuk liseyi bitirmiş, üniversiteyi bitirmiş, babası
Avrupa’ya göndereyim demiş, göndermiş Avrupa’ya. Çocuk
Avrupa’da okuyor. Özlemiş oğlunu, bir gideyim göreyim
demiş. Trene binmiş İstanbul’dan, tabii memleket işi heybesini
almış, içine azığını, memleketten ufak tefek hediyelerini
doldurmuş bir de sepet almış yanına. Yolda susadığında
içmek için bir testi de su almış kompartımana… Paris’e
gelmiş, Paris istasyonuna, babasını karşılamak için
oğlu da gelmiş. Oğlu babasını şalvarlı, cepkenli, heybesi
(66 9 Işık. Alparslan Türkeş. 1978. Sayfa:180. Paragraf:1
67 9 Işık. Alparslan Türkeş. 1978. Sayfa:180. Paragraf:1
68 9 Işık. Alparslan Türkeş.1978 Sayfa:371.Pargaraf:3)
omuzunda, sepeti, testisi yanında görünce utanmış, saklanmış,
kaçmış… Kendimizden utanmak çok alçalmaktır. Biz
o ananın, o babanın çocuklarıyız. O şalvarlılardan, o heybelilerden
geldik. O heybeye Batılı aklını oynatırdı. Onun üstündeki
o Türkmen ruhunun asaletini gösteren ince işe,
nakışa Batılı aklını oynatıyor.
Bundan sıyrılmamız lazım. Kendi insanımıza yalınayak
olsa da, kir içinde olsa da, bit içinde olsa da sahip çıkmamız
lazımdır. O bizim insanımızdır. O maya aynı asil mayadır.
O’na sahip çıkacağız. Kurtuluşumuzun başlangıcı burasıdır.
İnsanlarımıza insan sevgisi, insan haysiyetine hürmet zihniyetiyle
sahip çıkmak gerekir. Memuruz; karşımıza gelir,
dairemize gelir, üstü başı dökülür, belki kirlidir. Ama bizim
insanımızdır. İnsandır. İnsan sevgisi ve insan haysiyetine
hürmet zihniyeti, insanları horlamadan kucaklamak, insanlara
kötülük etmemek, acı çektirmemek, zulümden uzak
tutmak baş düşüncemizdir…” 69
Dokuz Işık’ta hem Türk Milliyetçiliğinin bütünleştirici
yönünü ve hem de manevi yönünü şu cümlelerde de görmek
mümkündür.
“Her şeyden evvel insanlarımıza hürmet ve insan
sevgisi. En ıssız köydeki çoban olsun, şehirdeki çöpçü olsun,
fakir esnaf olsun, işçi olsun veyahut zengin, yüksek
mevkili vatandaş olsun; milletimizin, memleketimizin insanlarının
her birini, teker teker, Cenab-ı Allah’ın yarattığı
mukaddes bir emanet olarak kucaklamak ve fakirliğine,
elbisesinin kirine, yırtıklığına, pejmürdeliğine, düşkünlüğüne
aldırış etmeksizin, sevgi ile hürmet ile kucaklamak ve
birbirimize sahip çıkmak mecburiyetindeyiz.” 70
(69 9 Işık. Alparslan Türkeş. 1978. Sayfa:480-481
70 9 Işık. Alparslan Türkeş. 1978. Sayfa: 478-479)
Dokuz Işık gerçekten milli çizgide ve İslamiyet’i Türk
Milleti için vazgeçilmez görmektedir. Milliyetçiliği de İslamiyet’e
ters değildir. Ancak böyle olmasına rağmen, Dokuz
Işık doktrini ve bu doktrinin esasını teşkil eden Milliyetçiliği,
sözde İslami akımlar öteden beri kabul etmemekte, bununla
da kalmayarak bu fikre ve görüşlere, bu öğretilere
hep karşı çıkmakta hatta düşmanca bir tavır içinde bulunmaktadırlar.
Bu sözde İslami akımların sürekli ortaya koydukları
görüş “İslamiyette Milliyetçiliğin olmadığı” görüşüdür.
“Hatta bu merkezler Milliyetçiliğin İslamiyet’e karşı
olduğunu bile söyleyebilmektedirler. Hâlbuki milliyetçilik
bir yönü ve bir esasıyla da milletini sevmek, ona sevdalı
olmak demektir. Milletine sevdalı olanların, milletinin
mensup olduğu dine karşı olması en azından kendi var oluş
sebebiyle mümkün değildir. Kaldı ki İslamiyet’te kavmiyetçilik
yasaklanmış ve ırk üstünlüğü kavramına yer verilmemiştir.
Ancak İslamiyet vatanseverliği imanla eşdeğer tutmuş,
‘kişi kavmini sevmekle suçlanamaz’ ilkesini ortaya
koymuş, milletleşmeyi men etmemiş ve her şeyden önce
birlik ve beraberliğe büyük önem vermiştir.
Kur’an-ı Kerim’de yer alan ayetler ve Yüce Peygamberimizin
buyrukları bu konulara açıklık getirmektedir. Mesela
Nisa Suresi’nin birinci ayetinde ‘…Allah’tan ve akrabalık
bağlarını koparmaktan da sakının…’. Hud suresinin
118’nci ayetinde ise ‘Eğer Rabbiniz isteseydi, insanları bir
tek ümmet yapardı…’ buyrulmaktadır. Hucurat süresinin
13’ncü ayetinde ise ‘Ey insanlar, doğrusu biz sizi bir erkekle
bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere
ve kabilelere ayırdık. Biliniz ki, Allah katında en üstününüz,
O’ndan en çok korkanızdır. Şüphesiz Allah her şeyi
bilir, her şeyden haberdardır.’ buyurulmaktadır. Yine A’raf
süresinin 160’ncı ayetinde kabile ve oymak belirlemesini
görmekteyiz. “Biz, İsrail oğullarını, (Yakub’un oniki oğlundan
gelen) oymaklar halinde oniki kabileye ayırdık. Kavmi
Musa’dan su isteyince ona, ‘asanı taşa vur’ diye vahyettik.
Derhal oniki pınar fışkırdı. Her kabile içeceği yeri belirledi.”
Yine A’raf süresinin 188’nci ayeti kavim gerçeğini ayrı bir
şekilde bize anlatmaktadır. “De ki;… Eğer ben gaybı bilseydim
elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiç
fenalık dokunmazdı, ben sadece inanan bir kavim için uyarıcı
ve müjdeleciyim”. Burada bütün insanlar için uyarıcı ve
müjdeleyici olan Yüce peygamberimizin, inanan kavimler
için aynı görevi yaptığı belirtilmektedir.
Biz öteden beri niye Yüce peygamberimizin sahabelerinden
olan Selman için Selman-i Farisi diyoruz? Niçin
Bilal-i Habeşi diyoruz. Yani Farslı Selman, Habeşli Bilal diyoruz?
Mesele İslamiyete ters olmamaktır. Ancak din adamlığı
ile devlet adamlığını birleştirerek, evrensel anlamıyla
İslam’ı daraltarak, devlet yönetiminde İslamiyet’i politik bir
ideoloji haline sokmak isteyen zihniyetler ülkemizde en çok
millet kavramını ve milliyetçilik akımlarını hedef almışlardır.
Ülkemizde şu anda belli bir seviyede bulunan ve
inanmış aydınlarımızı da giderek tesir altına alan sözde
İslamcı akım, samimi inanmış kesime ve yüzde
doksandokuzu müslüman olan halkımıza milliyetçilik konusunda
menfi mesajlar vermede avantajlar taşımaktadır.
Irkçılıkla milliyetçiliğin zaman zaman ciddi bir kesim tarafından
karıştırıldığı ve bölücü akımların da ideolojilerini
yaymada sözde İslamcı akımlara sığındıkları dikkate alınırsa,
sözde İslamcı akımları Milliyetçilik için ciddi bir engel
olarak görmek mümkündür.
…Komşu ülkelerimizin yayılmacı zihniyetleri sözde İslamcı
akımların dış boyutları açısından da önemini ortaya
koymaktadır. İslamiyeti emperyalizm aracı olarak kullanmak
isteyenler Türk Milletini ve Türk Milliyetçiliğini ortadan
kaldırmayı öteden beri bir yol olarak seçmişlerdir.
Burada bir mevcut durumu hatırlamak gerekmektedir.
Hepsi için söylemiyoruz ama Atatürk’e sözde İslamcı
olanların bir bölümü karşıdır, sevmezler. Bunlar bırakınız
ırkçılığın İslamiyet’te olmadığını, İslamiyete ters olmayan
milliyetçiliği bile ırkçılık olarak vasıflandırmaktadırlar ama
ellerinde güya Atina mahkemelerinden alındığını söyledikleri
uydurma belgelerle Atatürk’ün babasının belli olmadığını
söyleyebilmektedirler. Bir kısım çevrelerin Yahudi
dönmesi iddialarına Sultan Abdulmecit’in güya Atatürk’le
ilgili ‘Kanı bozuktur’ şeklindeki beyanını da katarak destek
vermekte, bunun propagandasını yapmaktadırlar. Hani
İslamiyet’te ki ırkçılık konusu? Hani Kevser süresi?
Yine bu çevreler Alparslan Türkeş ile ilgili 1980 öncesinde
Cumhuriyet Gazetesinde çıkan bir tefrikada Türkeş’in
Ermeni olduğu şeklindeki saçma iddiaları ve yine 2000’li
yıllarda çıkan bir kitapla bu defa Türkeş’in Yahudi dönmesi
olduğu iddialarını neden her yerde konuşmaktadırlar?
Çünkü “Millet” esasına dayalı Türk Milliyetçiliğini savunan
ve hayata geçirmek isteyen, biri cumhuriyetin kurucusu, iki
önemli liderini küçük düşürmek ve milletleşme sürecini
önce durdurmak ve sonra yok etmek… İslamiyet’te iftira
var mıdır? İslamiyet’te mensup olduğu ırk sebebiyle insanları
küçük görme ve gösterme var mıdır?
Bu akımları tesirsiz hale getirmek için Milliyetçiliğin
İslamiyetle çelişen bir yönünün bulunmadığını ortaya koymak,
ayrıca öncelikle İslamiyet’in evrenselliği ile siyasetin/
yönetimin milliği arasındaki hassas dengeyi kurmak, din
ve devlet işlerinin ayrı özellikleriyle birbirlerini tamamlayan
unsurlarını net olarak ortaya koymak ve bütün bunları çok
iyi anlatmak gerekmektedir.
…Din-Siyaset ilişkilerinde bugün öncelikle ortaya
koymamız gereken husus şudur: din-siyaset ilişkilerini teorik
düzeyde mi tartışacağız, yoksa mevcut gerçeklere göre
mi tartışıp çözüm yolu bulacağız?
Bu hassas konunun en önemli taraflarından biri de
budur.
Teorik düzeyde yapılacak tartışma bizi çıkmazlara ve
kargaşaya götürür. Ancak mevcut gerçeklere göre yapacağımız
tartışma ve neticede bulacağımız yol, metod bizi ideale
götürür. Bunu metodik olarak ortaya koyarsak; mevcut
şartlara göre öncelikle yapılabilecek olanı yapmak, bundan
sonra yapılması gerekenlere ulaşabilmek olarak özetleyebiliriz.
Topluma yön veren sosyo-politik, sosyo-kültürel,
sosyo-ekonomik değerler içerisinde dini değerlerin bütünleştirici
nitelik taşımalarının yanı sıra, maddi değerler tanzimi
içinde yer alan ekonomik ve politik değerlerin de paylaşmaya,
rekabete ve hatta çatışmaya dönüşebilecek bir
nitelik taşıması, bizi daha ziyade gerçekler ışığında çözüm
yolu bulmaya zorlamaktadır. Ayrıca bugün maddi ve manevi
istekleri dengeye kavuşturulmuş insan sayısının ne
kadar olduğunu bilmek durumundayız. Maddiyatı manevi
hazinesinin içinde kaybeden insan sayısı ile maneviyatı
unutup maddiyatın peşinde koşan insan sayısı arasındaki
farkın boyutunu da bilmek durumundayız.
Bozulan, çözülen, değerlerini her geçen gün kaybeden,
küçülen dünyada yön verilenler arasından kurtulamayan
bir toplumu idare etmeye talip olanlar, her şeyden
önce kervanı yola koyuş şeklini tespit etmek zorundadır.
Kalkınıp, güçlenip yön verilenlerden yön verenler sınıfına,
değerlerinin özünü katbetmeden geçmenin yolunu bulmak
zorundadır.
Ve bütün bu gerçeklerin yanı sıra Asr-ı Saadet dönemlerinin
Hz. Hasan’la bittiğini bize bildiren Yüce Peygamberimizin
buyruğunun manasını da yakalamak durumundayız.
Yüce Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: ‘El
hilafetül selasetün sene’ yani hilafet 30 senedir.
Hemen bu arada şunu belirtelim ki Asr-ı saadetteki
hilafetle, Emevi’deki, Abbasi’deki ve Osmanlı’daki hilafet
yönetimi, biçimi bakımından asla birbirinin aynı değildir.
Öyle olsaydı Emevi yönetimi İmam-ı Azam’ı bizzat hapsedip
zehirletir miydi? İmam-ı Azam’ı hapsedip öldürtmelerinin
sebebi de şu olmuştur: Emeviler İmam-ı Azam’a Başkadılık
teklif ediyor, ancak İmam-ı Azam bu teklifi ‘İslamiyet’i devlet
ideolojisi haline getirip halka zülmediyorsunuz’ diyerek
reddediyor.
Özetle meseleyi teorik safhada tartışmak yerine ülkemizin
içinde bulunduğu şartlar dikkate alınarak hareket
etmek ve sadece ‘olması gerekeni değil’, yapılabileceği
planlayıp bunu gerçekleştirdikten sonra ideale yaklaşmayı
tercih etmek lazımdır.
Din-siyaset ilişkilerinde tarih boyunca meydana gelen
bütün çatışmalar, din adamları ile siyaset adamlarının anlaşmazlıklarından
doğmuştur.
“Din ve siyaset arasındaki tarih boyunca ortaya çıkan
ilişkilerden çıkardığımız sonuca göre, siyaset her fırsatta,
dini kendi çıkarları için kullanmaya çalışmıştır. Bu durumda
asıl amacın dine dayalı bir siyaset görülse de gerçekte siyaseti
yani iktidarı sağlamlaştıran bir din anlayışı oluşturulmaya çalışılmıştır.”71 Yoksa din ve siyaset, kavram itibariyle
birbirlerine ters kavramlar değillerdir.
Tarihteki şu acı olaya, örnek olarak bakalım. Hz. Ali,
Allah’ın dostu olan ve cennetle müjdelenen on sahabeden
biridir. Ancak Hz. Ali, Kur’an hükümleri ileri sürülerek şehit
edilmiştir.
Bu şekilde şehit olan Hz. Ali konumuz açısından da
çok önemli olan şu tespitini insanlığın dikkatine sunmuştur.
Hz. Ali: ‘Allah’ın ayetleriyle Allah’ın dostlarına üstünlük
iddia edecek insanlar çıkacaktır. Allah’ın nimetleriyle Allah’ın
kullarına zulmedilecektir.’
Bugün de ülkemizde din ve siyaset ekseninde cereyan
eden tartışmalar, hâkim ve hüküm sahibi olmaya yönelenlerin
iki taraflı dini kullanmalarından doğmaktadır ve iki
zıt kutba doğru yönelmektedir. İki zıt kutba doğru akan bu
yönelişleri biz hem ülkemiz açısından ve hem de İslamiyet
açısından fevkalade sakıncalı bulmaktayız.
Bu iki zıt kutbun bir ucu İslamiyeti sadece fertlerin
vicdanına hapsetmek istemekte, diğer kutup ise İslam adına
ideolojik totatiler bir devlet yönetimi arzulamaktadır.
Bu kutuplaşmayı durdurmak durumundayız. Böyle
bir kutuplaşmayı durduramazsak, ülkemiz çok ciddi bir
sosyal ve siyasi çalkantının içine düşecektir. Çünkü ülkemizdeki
bütün kavgalar önce zıtlaşmalarla başlamıştır.
Din düşmanlığına varan bir laiklik anlayışı bir tarafta
durur, öte yanda dini siyasete alet edip İslamiyete zarar
veren bir yolla yeni yönetim tarzları arayanlar çoğalırsa, bu
ülke yeni bir kargaşanın içine girecektir demektir. Çünkü
her iki kesimin İslamiyeti ve inancı ele alış şekli ideolojik bir
(71 Doçent. Dr. İsmail Erdoğan. Siyaset-Din İlişkisi. Makale. Düşünce Dünyasında
TÜRKİZ Siyaset ve Kültür Dergisi. Eylül, Ekim.2011. Sayı:11. Sayfa: 64)
anlayış çizgisindedir. Hâlbuki Prof. Dr. Mehmet Zeki
İşcan’nın Türkiz Degisinin 11’nci sayısında yer alan “Din
olması istenmeyen din” başlıklı makalesinde de belirttiği
gibi;
“İslam bir dindir, bir ideoloji değildir. Bu yüzden İslam,
toplumsal ve siyasal bir sistem olarak tasarlanamaz…
Siyasi alan da dâhil tüm beşeri yaşantıyı dinin içine almak,
dini tarihselleştirmek, yerelleştirmektir.”
Prof. Dr. Abdurrahman Küçük Türkiz Dergisinin 5.’nci
sayısında bu konuda şu belirlemeyi yapmaktadır: “Çünkü
Kur’an; herhangi bir yönetim şekli önermemekte, sadece
adaletle hükmetmeyi, emaneti ehline vermeyi, kararları
istişareyle almayı, ilim ve düşünceye/akletmeyi temel ilkeler
olarak bildirmektedir.”
İslamiyet açısından ülkemizdeki siyasi partilerin nasıl
olması gerektiği meselesine de konumuz açısından değinmekte
yarar vardır.
İslamiyet, Allah’ın insanlığa armağan ettiği en mükemmel
ve en son gelen dindir. Türk Milleti de bugün çok
şükür müslüman milletler sınıfındadır.
Dinler herşeyden önce bir üst değerler sistemidir. Bir
kuruma, bir siyasi partiye bütün olarak indirgenemez. Tabiri
caizse İslamiyet bir güneş, partiler, kurumlar, toplumlar
ise bu güneşten aydınlanan unsurlardır.
İslamiyet topluma ana prensipler verir. Mesela ‘Ahlak’i
açıdan İslamiyet evrenseldir. Yine ekonomide İslamiyet
amelsiz kazancı haram kılar. Sermaye vardır. Ancak
ekonomide rıza prensibini öngörür. Yönetimde adalet, ehliyet
ve liyakat ister. Yine şura prensibini, yani halkın rızasına
dayanma prensibini ortaya koyar. İslamiyet bütün ana
prensipleri belirlerken detaylarını halka, insanlara bırakır.
Ülkemizde ki siyasi partiler, milletimizin mutluluğunu,
zenginliğini, ülkemizin güçlü olmasını temin etmek için
kurulan ve halkın oylarını almak suretiyle yönetime gelmeyi
planlayan demokratik kuruluşlardır. Serbestçe kurulabilen
ve yönetime talip olan ülkenin kurumlarıdır. İslamiyet’in
evrenselliği ile siyasi partilerin milliğini pekiştirmek
zordur. Sadece siyasi partilerin İslamiyet’e ters düşmemesini
sağlamak mümkündür.
Siyasi partilerin ve siyasilerin İslam Birliği kurma vaatleri
ve gayretleri maksatlıdır. İslam Birliği günümüz şartlarında
ancak iki şekilde gerçekleştirilebilir. Birincisi, İslam
ülkelerinin, devletlerinin birlikteliğidir ki asrımızda bu birliktelikler
çeşitli sahalardaki kuruluşlarla (İslam Ülkeleri
Ekonomik İşbirliği Teşkilatı gibi) gerçekleştirilmeye çalışılıyor.
Bu teşkilatlarda üye ülkelerin menfaat çatışmaları ve
müşterekliklerine göre daha çok ya da az etkin faaliyetler
içinde olabiliyorlar. İkincisi, din âlimleri ve adamları tarafından
müslümanların hangi ülkede yaşarlarsa yaşasınlar
yakınlaştırılmalarıdır. Yani tabanda yapılacak ‘sivil’ İslami
çalışmalardır. Ancak, bu ikinci yola bir siyasi partinin girmesi
de bu emeli gerçekleştirmesi de mümkün değildir.
Çünkü siyasi partiler çok farklı insan tipleriyle doludur ve
ayrıca din adamlarının, ulemaların, tarikatların ve dini
grupların bir siyasi partide bütünlükleriyle yer alması imkânsızdır
ve doğru da değildir.
Durum böyle iken; bir takım siyasiler sırf halkımızla
İslami bir bağ kurmak için dibi boş sloganlarla dini siyasete
alet edebilmektedirler. Hâlbuki siyasi partiler İslamiyetin
temsil makamları değildir.
Bugün dünyada halkının çoğu müslüman olan onlarca
devlet vardır. Çoğu da hanedan, sultan ve tek parti başkanları,
kadrolarıyla birlikte ülkelerini İslamiyet adına yönetmektedirler. Bu ülkelerde yönetimden memnun olmayanlar,
muhalefetlerini gizli veya açık yine İslamiyet adına
yapmaktadırlar.
İslamiyet adına yönetenler, yine İslamiyet adına muhalefet
edenler. Ve İslamiyet… Buradaki problem elbetteki
İslamiyet değildir. Buralardaki problem yönetimdir.
Özetle siyasi partiler ve genel başkanları İslamiyetin
temsilcileri olamazlar. Siyasi partiler çıkar hırsı ile sadece
bir zümre için iktidar olmak yerine, hizmet aşkı ile adaletle
hareket ederlerse İslamiyete uygun düşerler.” 72
Bu arada Dokuz Işık Doktrinini ortaya koyan Alparslan
Türkeş’in pek gündeme gelmeyen ve bilindiği halde de
bu çevrelerce unutulan bir çalışmasına burada yer vermekte
yarar vardır. İslam ülkeleriyle nasıl bir ilişki başlatmak ve
kurmak noktasında bir örnek olması ve sözde İslamcıların
da incelemesi açısından önemli olduğu kanaatindeyim. Bu
çalışmalara ilişkin belgeler mevcuttur. Olay şöyle gelişmiştir:
“İlahiyat Fakültesinden bir grup öğretim görevlisi
Başbuğ’u ziyaret ettiler. Bu ziyarette ben de bulunmuş ve
hatta bu görüşme için Başbuğ’dan randevuyu ben almıştım.
Öğretim üyeleri İslam ülkeleri ile Türkiye’nin ciddi bir
ilişkisi olmadığından bahsettiler. Başbuğ bunları dinledikten
sonra şunları söyledi:
- Ortadoğu ülkeleri, müslümanlar maalesef hala
başta İngilizler olmak üzere Batılı ülkelerin tesirinden kurtulmuş
değiller. Onlar, öteden beri bu Batılı ülkelerin de
etkisiyle Türkiye’yi ve Türkleri sevmemektedir. Bir İngiliz ile
evlenen kraliyet ve üst düzey aile mensuplarının çocuklarının
hepsi Türk düşmanı oluyorlar. Bugün İngiltere’de Krali-
(72 Siyasette yeni boyut Milliyetçilik. Rıza Müftüoğlu. 1995. Sayfa.80-81-82-83-84-85-86-87-88-89)
çe’nin mücevherlerinin büyük bir bölümü başta Arabistan
olmak üzere bu müslüman ülkelerin hediyelerinden teşekkül
etmektedir. "Bakın size bir resim göstereyim"dedi.
Resim, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Reagan ile
Ortadoğu ülkesindeki müslüman ülkenin kralının birlikte
olduğu bir resimdi. Reagan ayakta, elinde viski bardağı,
Kral diz üstü oturmuş elinde viski bardağı. Sonra konuşmaya
devam etti:
- Bunlar, işte, bunlarla böyle samimi. Böyle iç içe.
Bizim İslam ülkeleri ile olabilecek birlikteliğimiz için önce
bu merkezlerin evet demesi gerekmektedir. Ancak buralara
demokrasi gelirse ve halk iradesi yukarıya yansırsa işler
değişebilir. Halkın bir bölümü hala daha Osmanlı’yı; Türkleri
seviyor. Bütün bunlara rağmen siz bir çalışma yapın. Ben
“İslam Ortak Pazarı”nın kurulmasını isterim. Üzerime düşen
görevi de yaparım. Hatta şimdi Rıza bey’e yanınızda
talimat veriyorum. Bir plan ve program hazırlasın. Siz de
gerekli çalışmaları yapın ve biz Ortadoğu ülkelerinin krallarıyla
görüşebilelim, projelerimizi sunabilelim. Bu konunun
alt yapısını hazırlayalım.
İlahiyatçı öğretim görevlileri çok memnun kalmışlardı.
Gerekli temasları yaptılar ve yaptırdılar. Sonra da Başbuğ
Suudu Arabistan Krallığına, Suudi Arabistan’ın Türkiye
Büyük elçiliği kanalıyla bir yazı yazdı ve randevu istedi.
Yazı şöyle başlıyordu: “Ortadoğu’da barışın korunması
ve sağlamlaştırılması ve İslam Ülkeleri arasında bir
İslam Ortak Pazarı teşkili konusu üzerinde araştırma yapmak
için bir ilim heyetinin kurulması ve Müslüman Devletler
Topluluğu organizasyonu için...”
Ancak Başbuğ haklı çıktı ve bu işe yatkın olan Büyükelçinin
çabaları da yetmedi ve görüşme talebine bir cevap
gelmedi.
Evet Başbuğ, bir taraftan Türk Birliği ve bir taraftan
da İslam Birliği için gayret eden yani Türk İslam ülküsü paralelinde
de kendini dizayn etmiş büyük bir liderdi.”73
İşte “İslam Birliği”, “Ümmetçilik” anlayışlarını samimi
olarak savunanlarla, İslamiyeti bir devlet ideolojisi haline
getirip müslüman ülkelere hakimiyet kurmak isteyenlerin,
Türk Milletinin önce “milletleşme” sürecini durdurmaya ve
sonra da yıkmaya yönelik faaliyetler Dokuz Işık’ta, 1977
yılında bir tehlike olarak ortaya konmuştur.
Günümüzde de iktidar olmada ve iktidar kalmada en
etkili yol olan İslami temsil, maalesef adaletli yönetim tarzının
dışında kalarak etkisini giderek artırmakta ve “Türk
Milliyetçiliği”ne ve “Millet” kavramına sürekli saldırmaktadır.
Dokuz Işık’taki İslami anlayış ve değerlendirmeler hiç
görülmeden İslamiyete ters düşme pahasına Türk milliyetçiliği
ve Türk Milleti aşağılanmaktadır. Türk Milletini bin
yıla yakın süredir bu vatan topraklarında ve binlerce yıl da
tarihin derinliklerinden gelerek, yoğrularak oluşturan insanlarımızı,
“Türk Milleti” kavramından önce ayrıştırmak ve
sonra İslamiyetin birliği altında birleştirmek, İslama hizmet
değildir. Türk Milletini daha da yoğunlaştırarak İslamiyetin
emrettiği ilkelere göre yönetmek İslamiyete hizmettir.
Bilinmelidir ki; sürekli en üst perdeden 36 etnik farklılığı
tek tek saymak, ayrı bir ırkçılık hatta tam anlamıyla
kavmiyetçiliktir.
Ülkemizde ve geçmiş tarihimizde, devlet yönetiminde
ırkçılık siyaseti yoktur. Cumhuriyet tarihindeki bazı kısmi
uygulamaları abartarak sanki ülkemizde ırkçı bir uygulama
varmış gibi hareket etmek ve etnik farklılıkları körüklemek,
evet ayrı bir ırkçılıktır.
(73 Derin Sayfalarıyla Milliyetçi Hareket. Rıza Müftüoğlu.2004.Sayfa:49-50-51)
Türk kelimesinden, bu kavramdan rahatsız olmak da,
ayrı bir ırkçılıktır.
Kimlik dayatmaları, etnik ırkçılıktır.
“Türk” demeyelim, “Türkiye’li” diyelim demek de,
ayrı bir ırkçılıktır. Çünkü etnik ırkçılık takip edeceği etapları
açısından sadece ırk üstünlüğüne dayanmaz, bir ülkede
yaşayıp, o ülkede ırkçılık yapmanın ön koşulu önce karşı
çıkmak, sonra belli kavramları sulandırmak ve daha sonra
da ırkçılığı tam anlamıyla yapmaktır. Şu anda Türkiye’de
yaşayan ve etnik ırkçılık yapanlar elbetteki öncelikle “Türk”
kavramına karşı çıkacaktır. Bu karşı çıkışı belli hikâyelere ve
senaryolara dayandıracaktır. Mağdur ve mazlum edebiyatıyla
bu karşı çıkışa haklılık kazandırmaya çalışacaktır. Sonra
uygun zemin sağlandığında da, ırkçılığını bütün yönleriyle
gerçekleştirecektir. Etnik ırkçılık yapanların bu metotlarına
sözde İslami hareketlerin güç vermesi ise başlı başına
bir tehlikedir. Böyle bir müştereklikte bölücülerin ya da
sözde İslami hareketlerin hangisinin lider ya da önde olmasının
“Millet” kavramının altust olması açısından hiçbir
önemi yoktur.
Sözde İslamcı akımların en çok gündeme getirdikleri
konu laikliği dinsizlik olarak görenlerin fikirleri ve devletin
bazı uygulamalarındaki yanlışlıklarıdır. Ortaya koydukları
bu tenkit ve kötülemelerle, İslami yönde çok hassas olan
halkımızı etkilemede oldukça başarılı olabilmektedirler.
Yöneticilerin, devleti idare edenlerin dindar olmaları gerektiği
noktasındaki empozeleri, inanmış halk kesimleri tarafından
hemen kabul görebilmektedir. Hâlbuki devlet yönetiminde
aslolan liyakattır.
“İmam Gazli’nin İhya’u Ulumiddin adlı eserinin 1. Cildinin
40. Sayfasından itibaren siyaset ve mertebeleri ilgili
çok önemli tespitler sözkonusudur. Dört mertebeye ayrılan
siyaseti, İmam Gazali, imanın şartı görmez, ancak insanların
yaşayabilmesi için zaruri işlerden sayar. Cemiyetin sevgi,
saygı, yardımlaşma ve beraberliğinin sağlanabilmesi için
siyaseti zaruri görür.
İmam Gazali, “beşeri ıslah ile dünya ve ahirette selamete
ulaştıracak doğru yolu gösteren siyaset, 4 mertebedir”
diye buyurmaktadır.
1. Mertebe siyaset, peygamberlerin siyasetidir. Resullerin
sevk ve idaresi, avam (halk) ve havas (aydın) bütün
insanların zahir ve batınına hükmeder.
Bu ilkeye göre şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: En son
gelen peygamberimiz Hz. Muhammed’ten sonra başka bir
peygamber gelmeyeceğine göre bundan böyle toplumların
hem maddi hem de manevi dünyasına hükmetme siyasetini
güdebilecek hiç kimse olmayacaktır.
2. Mertebe siyaset, halife, melik ve sultanların siyasetidir.
Bunlar her sınıf insana hükmederler. Ancak hükümleri
insanların zahirinedir. İnsanların batınına hükmedemezler.
(İnsanları yönetirler ancak dini inançlarına hükmedemezler)
3. Mertebe siyaset, Allah ve dini bilen, peygamberlerin
varisi olan âlimlerin siyasetidir. Âlimler insanların zahiri
işlerine karışmaz, kimseyi zorlamaz veya men edemezler.
Ayrıca tüm insanlar da onlardan istifade edemez. Âlimler
sadece münevver tabakanın batınına hitap ederler.
4. Mertebe siyaset, vaizlerin siyasetidir. Bunlar halk
kısımlarının batınlarına hita ederler. Onların işi halkı din
konusunda aydınlatmak ve bilgilendirmektir.
İmam Gazali ayrıca dört türlü davetten, görevden
bahsetmektedir. Bu davetleri şöyle özetleyebiliriz.
1-Resullerin ve Nebilerin daveti.
2-İmamların ve müezzinlerin daveti. Bunların görevi
insanları ibadete davet etmektir.
3-Âlimlerin ve müşritlerin daveti. Bunlar insanları ilim
ve irfana davet eder.
4-Yöneticilerin daveti. Yöneticiler insanları toplumsal
faydaya ve adalete davet eder.”74
Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi artık toplumların
zahir ve batınına birlikte hükmedecek kimse olmayacaktır.
Böyle bir arayışa girmek de nafiledir. Bundan sonra en
doğru yol yöneticilerin ve âlimlerin kendi görevlerinin, birbirlerine
müdahale etmeden yapmalarıdır. Bizim de arayacağımız
ve isteyeceğimiz iyi yöneticiler ve iyi âlimler ve din
adamlarıdır.
Din ve siyaset görüldüğü gibi çok ince bir ayırımı
içinde bulundurmaktadır. Bu ince ayırımı yakaladığınız vakit
devlet ile din barış halinde olmakta ve laiklik meselesi
problem olmaktan çıkmaktadır. Hem İslami açıdan hem de
yönetim açısından en üst seviyede bulanabilmek ancak
böyle mümkün olabilir.
Siyasi partilerin ve devleti yönetenlerin İslamiyeti
temsil etme gibi bir yanlışlığa girmeleri, İslami açıdan da
doğru değildir. Yöneticilerin dindar, çok dindar gibi tasvirlerle
seçilmesi de yanlıştır. Çünkü İslamiyet yöneticilerden
öncelikle ehliyet ve liyakat istemektedir.
Bu konuda da İmam Gazali İhya’u Ulumiddin adlı eserin
1’nci cildinin 347’nci sayfasında özet olarak şunlar belirtilmektedir.
“Bizim sultanlarda (devlet adamlarında) aranacak
şart ve vasıflarına riayetimiz din ve dünyevi maslahatların
meziyetini süslemek içindir. Şayet şimdiki valilikler
(yöneticiler) batıldır dersek, o zaman süs ve ziynet şöyle
(74 Siyasette yeni boyut Milliyetçilik. Rıza Müftüoğlu. 1995. Sayfa:93-94)
dursun, hizmetler kökünden kaybolur. Yani şart ve vasıflar
‘kar’ gibidir. Saltanat ise sermayedir. ‘Kar’ araken ‘Sermayeyi’
kaybetmek doğru değildir.”
Siyasi partilerin ve devleti idare edenlerin, İslamiyeti
temsil etme gibi bir rol içinde olmaları içinde bulunduğumuz
zaman açısından da tehlikelidir. Günümüzde
müslümanlar maalesef birbirlerini sevmek için sebep arayacakları
yerde birbirlerine kâfir demek için delil toplama
gayreti içine girmişlerdir. Toplumumuz böyle bir yörüngeye
doğru itilmek istenirken birden çok siyasi partinin birbirleriyle
“biz daha iyi müslümanız, İslamiyeti biz daha iyi temsil
ederiz” yarışına girdiklerini bir düşünelim. Bu yarış, bir
müddet sonra keskin bir mücadeleye ve daha sonra da
kavgaya dönüşmez mi? Dönüşür. Onun içindir ki, hiçbir
siyasi parti kendini İslamiyete karşı bir kurum gibi görüp
hareket etmemelidir.
Hiçbir siyasi parti de kendisini İslamiyetin temsilcisi
gibi gösterme gayreti içine girmemelidir. Bütün siyasi partiler
milletimizi en iyi şekilde yönetecek kadroları ve yolları,
doktrinleri, çözüm yollarını bulurken, müslüman Türk toplumunun
İslamiyeti gerçek manada öğrenebilmesi için gerekeni
yapmayı taahhüt etmeli ve yapmalı, yaptırmalıdır.
Dokuz Işık’ta İslamiyet’in bütün ölçüleri kabul edilmekte,
ancak İslami temsil noktasında faaliyet gösterenlerin
“Millet” kavramına ve “Türk Milliyetçiliği”ne karşı çıkışları
maksatlı ve dış bağlantılı görülmektedir. Dokuz Işık’ta
İslamiyet, milletleri ihya için gerekli görülmektedir.
İslamayet’i milleti imha için kullananlara da çok şiddetli bir
şekilde karşı çıkılmaktadır.
****
3-DİĞER KAYNAKLARI
Dokuz Işığın milli ve manevi kaynakların dışındaki
kaynakları Türk Milletinin yükselmesi, hızla kalkınması ve
yönetim şekilleriyle ilgilidir. “İlimcilik”, “Toplumculuk” ve
“Gelişmecilik” 9 Işık’ın diğer önemli kaynaklarıdır.
“İlimcilik”, “Toplumculuk”, “Hürriyetçilik ve Halkçılık”,
“Gelişmecilik ve Halkçılık”, “Endüstri ve Teknikçilik”
ilkeleri adil bir yönetimle hızla kalkınmak ve yükselmek için
belirlenmiş ilkelerdir. Adalet Dokuz Işık’ta ayrı bir kaynaktır.
Fırsat eşitliği, milleti oluşturan fertlere bu açıdan öngörülen
bir imkândır. Dokuz Işık’ta çağın gerçekleri dikkate
alınarak ilerici bir anlayış sergilenmektedir.
Dokuz Işık’ta ilimle ilgili belirlemeler, Türk Milliyetçiliğinin,
milliyetçilik karşıtlarının sıkıştıkça ortaya koydukları
“sizde sadece hamaset var” yakıştırmasının ne kadar boş
ve kasıtlı olduğunu göstermesi açısından da önemlidir.
“Bugün dünya üzerinde ilimdeki büyük gelişmeler insanlığa
uçsuz bucaksız gelişme ve mutluluk ufukları açmıştır.
Bir memleketin refahlı olması, güçlü olması herşeyden
önce o memlekette yaşayan insanların ilimde, teknikte ileri
bir seviyeye ulaşmış olmaları ile mümkündür. Bir milletin
askeri gücü de ilim ve teknik gücüne, medeni seviyesine
bağlıdır. İlimde teknikte geri kalmış bir ülkenin insanları ne
kadar kahraman yaratılışlı olurlarsa olsunlar, onların milli
savunma yönünden, askerlik yönünden güçlü olmaları
mümkün değildir…
Bunun için Türkiye’nin ilimde, teknikte süratle en
yüksek seviyeye çıkmasını, hızla modern sanayi kurmasını,
tarımını modernleştirmesini sağlamak için dünya çapında
yüksek kaliteli, liyakatli ilim adamları ve teknisiyenler
yetiştirmak mecburiyeti vardır.” 75
Dokuz Işık bütünüyle incelendiğinde Milli ve İslami
anlayış, bu anlayışı benimsemiş ülkücü kadrolarla Türk Milletinin
en yüksek seviyeye gelmesi için ne gerekiyorsa
onun yapılmasını arzulayan ve isteyen bir görüş mevcuttur.
Kalkınma ve yükselmede fikri taassup yoktur. Kapitalizm ve
kollektivizm de olduğu gibi değişmeyen kalkınma kalıpları
mevcut değildir. İlimcilik ilkesi, kalkınma ve yükselmede
Dokuz Işığın en önemli kilit ilkelerinin başında gelmektedir.
Toplumculuk, ferdi menfaatlerin toplum menfaatlerinin
üstünde tutulması gerçeğinden hareketle, ekonomik,
sosyal ve siyasi yapılanmaların temelini teşkil etmektedir.
Altı sosyal dilim esasında siyasi yapılanmayı, ekonomik
yapılanmayı ve sosyal reformları öngörmektedir. Her türlü
sınıf hakimeyitini, bu altı sosyal dilimle ortadan kaldırmayı
hedeflemektedir. Patronaj diktatoryasını, devlet gücü
diktatoryasını, sınıf diktatoryasını bu şekilde ortadan kaldırmayı
hedeflemektedir. Bu öngörü ve hedeflerin amacı,
Türk milletini oluşturan her ferdin eşit haklara sahip olması,
fırsat eşitliği hakkından yararlanması isteğine dayanmaktadır.
Toplumculuk ilkesi, bugünkü siyasal, ekonomik
ve sosyal yapıyı ciddi manada ıslah edecek bir özellik taşımaktadır.
Gelişmeciliği bir ilke olarak kabul etmesi de dünyadaki
yeni gelişmelere açık olması sebebiyledir. Bu da Dokuz
Işığın yenilikçi kaynağını göstermektedir. Yeni gelişmelere,
yeni icatlara, müspet oluşumlara açık olma özelliği Dokuz
Işığın diğer kaynakları arasında yer almaktadır.
(75 9 Işık. Alparslan Türkeş. 1978. Sayfa:375) |