YEMEN`İ TÜRK`LERE MEZAR YAPTILAR
Mustafa Mete İSLAMOĞLU YAZIYOR YEMEN`İ TÜRK`LERE MEZAR YAPTILAR Bu yazının neresinden başlayacağımı çok düşündüm. Tarih diye adlandırdığımız geçmişin gözleri kör kulakları sağır ve ağzında dili olmayan bir dünya ve insansızlık dinsizlik, düşmanlıklarla dolu oyunlarla vahşet yıllarının gerçekleri hep saklandı. Acılarladolu fani hayatın sadece Türk milleti için yazılmış bir kader yolu demek çok doğru olacaktır. Sanırım sizlerinde benim gibi tüyleriniz diken diken olacak oflayıp hazin dolu geçmişimizin acılarını okudukça hissedeceksiniz. Bir zamanlar bizim olan, endişeyle ve elemle andığımız Yemen sayısız gencimize mezar oldu. Yıllarca ``Gece bir ses geldi derinden derinden / Beni mi çağırdı Yemen çöllerinden´´ diyen yaşmaklı kızlarımızın yürekleri orada çarpardı. Cihan biliyor ki hiçbir milletin evlâtları onların şartlarında, onlar gibi savaşmadı; destanların en dokunaklısını arkasında bırakmadı. Ne hazindir ki şimdi o ıssız vadilerde, engin çöllerde ne mezar taşları ne de ziyaretçileri var&8230; Âdil ile Hüseyin&8230; hasan ile mehmet, Şabanla Süleyman ve daha binlerce Türk hemde öz be öz Türk ve Müslüman evlatları... Hüseyin, Âdil`in ağabeyi. Suriye`deki Dördüncü Ordunun emrinde Sina Çölü`nde savaşırken İngilizlerin kullandığı hardal gazından gözleri kör oldu. Kardeşi Âdil`in ise Yemen`de bir top mermisi sağ ayağını alıp götürdü. Şaban kayıp, Mehmet parça parça edilmiş Birbirlerinden ve vatanlarından ayrı geçen on yıl iki aylık bir süreden sonra Kahire`de ``Heliopolis Esir Kampı´´nda karşılaştılar. İngilizler savaş sona erdiğinde esir Osmanlı askerlerini bu kampta toplamıştı. Uzun süren kamp hayatından sonra nihayet bir gün memleketlerine dönme ümitleri gerçek oldu. Bir sabah koğuşları dolaşan kamp yetkilileri ``Önce İskenderiye`ye oradan da vapurla memleketlerinize gideceksiniz.´´dedi. Günlerce süren vapur yolculuğuyla İzmir`e geldiler. Pek çoklarıyla beraber Âdil ve Hüseyin de burada indiler. Her baktıkları yerde Yunan askeri görüyorlardı; iskelede, yollarda sıkı kontrole tabi tutuluyorlar, esirlik belgelerini göstererek geçiyorlardı. Hüseyin, Âdil`in kolunu hiç bırakmıyordu; tren istasyonuna geldiler; Kadınhanı`ndan geçecek trene bindiler. Vagonlarda ana baba günü yaşanıyordu; kompartımanlar, koridorlar, tuvaletin önleri esaretten dönen, bir uzvunu kaybetmiş, bir deri, bir kemik kalmış insanlarla tıklım tıklım doluydu. Âdil ile Hüseyin, koridorun bir kenarında yer bulup oturdular; acı bir düdük sesiyle takırtı başladı; herkes gibi onlar da uykuya dalıp dalıp çıkıyorlardı. Kadınhanı istasyonunda indiler; ellerinde bavul, eşya, hiçbir şey yoktu; üzerlerinde parça parça olmuş yırtık yerlerinden dizleri, baldırları dışarı fırlayan, kirden renkleri tanınmaz hâle gelmiş asker elbiseleri, ayaklarında delik deşik olmuş çarıklar vardı. Tatlı bir güneşin altında Kadınhanı seslerden, canlılıktan arınmış, sanki kabuğuna çekilmişti. Her yerde bir fânilik göze çarpıyor, belli belirsiz bir rüzgâr sararmış yaprakları okşuyor, kimisini düşürüyordu. Mahallelerden geçip eve doğru giderlerken tozlu kaldırımlarda Âdil kolundaki ağabeyi Hüseyin`in bir taşa, bir ağaca çarpmamasına dikkat ederek koltuk değneklerini ileriye atıyor, bir takırtıyla yol alıyorlardı. Bahçeye girdiklerinde, anneleri samanlığın merdivenlerine oturmuş Ekim ayının ikindi güneşinde yün eğiriyordu. Pis partallar içinde bir körün, bir topalın avludan içeriye girdiklerini görünce, onları dilenci zannederek seslendi. ``Ev sahibi burada değil.´´ Âdil görünce onu tanımış, Hüseyin de sesini teşhis etmişti. Âdil ona bakıyordu; siyah başörtüsünün sarmaladığı yüzünün çizgileri derinleşmiş, yanakları çökmüş, ağzında diş kalmamıştı. Üzerindeki entariyi de tanıdı; üç entarisinden biriydi, solmuş, iyice renk değiştirmişti. Ona doğru yürüyorlardı. Sesini yükseltti, sinirlendiğini de açıkça belli ediyordu. ``Ne arsız adamlarsınız! Ev sahibi yok diyorum, anlamıyor musunuz? Başka kapıya gidin. Bıktım sizlerden.´´ Hüseyin kendini tutamadı; kör gözlerinden iri yaşlar fırlarken bulanık sesi zehirli bir ok gibi annesinin yüreğine saplantı. ``Ana biz dilenci değiliz; senin oğullarınız!...´´ Anneleri yerinden fırladı; yüzünde çılgın bir kıyamet koptu. Yüreğinden gelen sesi de acı ve merhamet yüklüydü. ``Ne!... Hüseyin, Adil!... Hüseyin, Adil!...´´ aman Allahım rüya değilmi bu yok yok ana rüya değil biz geldik biz... Kucaklaştılar, anneleri onların yüzünü, kör gözlerini öpüyor, feryat figanla dökülen gözyaşları birbirine karışıyordu. Herşeyimiz gibi tarihimizde hınca hınç yalanlarla dolu Ansiklopediler ``Yemen`de ölen Türklerin sayısını tarih bilmiyor, öğrenmekten de korkuyor´´ derlerken nesillerle süren dramımızı anlatıyorlar; fakat hiçbir dram unutmak ve unutulmak kadar dramatik değildir&8230; Ve binlerce gencimizin baharında hayatları soldu... vatan vatan vatan ne belalı dava imiş bu vatan. Bunları yazarken bile tir tir titreyen ellerimden utanmaya başladım. Bir sigara yakmak şart oldu. İşte Türk`ün Türk evladının bahtına yüklenen dünyanın en büyük acısı böyle başladı. Utanmazların mezarlarına bu satırlardan tükürüyorum. Osmanlı Yemen topraklarını ülkesine kattıktan sonra buradaki hükümdarlığını sürdürmek için çok şehit verdi.
Müslüman toprağı olmasına karşın, Yemen İngilizlerle işbirliğine giderek Osmanlıya karşı savaş açmtı. Beş cephe de birden çarpışan Osmanlı kuvvetleri Anadolu`dan asker sevki yapıldı. Çarpışmalar o kadar, şiddetli olmaktadır ki aileler Yemen`e cepheye giden evlatlarının artık geri dönmeyeceğini biliniyordu.
Yemen savaşları Anadolu insanını derinden yaralayan savaşlardır. Çünkü, amacına inanmadıkları, ulaşmak da güçlük çektikleri, halkı tarafından ihanete uğradıkları toprak parçalarına zorla götürülmüşlerdi. Gidenler geri dönemedikleri gibi şehit oldukları uçsuz bucaksız çöllerde sahipsiz cesetler olarak kalmışlardı. Ölümden kurtulup terhis olabilenleri de uzun, tehlikeli bir dönüş yolu bekliyordu. Devlet uzun yıllar askerlik yaptırdığı bu insanları memleketlerine geri götürme zahmetine katlanmıyor, onları kaderleriyle baş başa bırakıyordu. Bu nedenle kurtulanların bir çoğu da oralardan geri gelemiyordu. Geri gelebilenler de Yemen cehennemini dört bir yanda anlatıyor, yakınlarından haber alamayanların acısı bir kat daha arttı yordu.
"Havada Bulut Yok" türküsü bu acıyı belki de en iyi anlatan türkülerden biridir. Bu kadar üzerinde konuşulması, haksız yere sahiplenilmeye çalışılması da bu yüzdendir.
Ama kimse heveslenmesin. Muşlu Yemen`de şehit olan evlatları için öz bağrında duyduğu acıyı haykırdığı bu Türküyü elbette ki yüce Türk milletine armağan etmiştir. Bu Türkünün gerçek sahibi Türk milleti ve O`nun uçsuz bucaksız ülkelerde verdiği milyonlarca şehittir. Son günlerde siyaset sahnesinin baş aktörleride aynı oyunu oynamak için bu millete sindirme çabasındadır. Türk askeri sadece Türk ve Türkiye için vardır. Günümüzün siyasi aktörlerine sessizliği ile harcanan bu millet 2. Bir Yemen-i evlatlarına yaşatmamak için hiç bir şey yapmak zahmetinde bulunmakta. Gençliğimize çok yazık olacaktır. Siyasi ayak oyunlarına kurban edilen Türklerin bir hiç uğruna Yemen`den dönemeyişi kime yaradı? SORUYORUM? Yemen-i Türklere neden mezar yaptılar? Türk bu kadar ucuz mu? Şimdide beş para etmeyen Kobani uğruna askerlerimizi feda edecekler. TÜRK MİLLETİNİN AKLINI BAŞINA ALMASI ve ARTIK UYANMASI ŞARTTIR. 30-0cak-2015 ALANYA
|