ULUSLARARASI İLİŞKİLER (1)
ULUSLARARASI İLİŞKİLER (1) - AKADEMİK PERSPEKTİF - BAŞLARKEN:Feminizm kadınla erkek arasındaki eşitsizliği inceleyen ve bu eşitsizliğin nedenlerini araştıran bir teoridir. Feminizm, kadın-erkek ayrımcılığına karşı çıkarak cinsler arasındaki siyasal, ekonomik ve toplumsal eşitliği savunan bir yaklaşımdır. Ayrıca; kadınların yalnızca kadın olmaktan dolayı karşı karşıya oldukları baskı ve ezilmeyle ilişkisini inceleyen bir teori olarak her sınıftan, ırktan, ulustan ve dinden kadının bu sorunlarla karşılaştığını belirtmektedir. Tarihsel olarak üç dalgada incelenen bu yaklaşımdan ilk olarak Mary Wolstonecraft, 18. yüzyılda bahsetmiştir. Kızlarla erkeklerin eşit eğitim görme hakları olduğunu savunarak kadınların yaşam şekillerinde bir devrim yapılması gerektiğini savunmuştur. Mary Wolstonecraft`tan yaklaşık bir buçuk yıl sonra onun bahsettiği fikirler üzerine konuşulmuş ve teorik olarak feminizmin tarihi başlamıştır. Feminizmin tarihi üç dalga olarak ele alınmış ve bu üç dalgayı da farklı kuramlar şekillendirmiştir. Günümüze kadar gelen teori bu süreçte sürekli bir gelişim ve değişim içerisinde olmuştur. Kuramsal olarak ilk dalgayı liberalizm şekillendirmiştir. Bu dalga genel olarak oy hakkı, eğitim ve mülkiyet hakkı taleplerini kapsayan dönem olmuştur. Bu taleplerin gerçekleşmesi için verilen mücadeleler sonucu kadınlar ciddi kazanımlar elde etmişlerdir. İkinci dalgayı da kuramsal olarak radikal ve Marksist teoriler şekillendirmiştir. İlk dalganın özel alana hiç girmemesine karşılık bu dalga genel olarak ``özel alan politiktir´´ sloganı etrafında şekillenmiştir. Yani bu dönemde artık ev içine girilmiş evdeki eşitsizlikler üzerinde durulmuştur. Bu dönemde evdeki üretim konusu üzerinde de durulmuş bu konuyu da Marksist teori ele almıştır. Üçüncü dalga feminizm ise genel olarak bu dönemdeki varoluşçu, post yapısalcı ve psikanalist yaklaşımların etkisi altında kalmıştır. Bu dönemde kadınların ezilme
nedenlerinin farklı olduğu yaklaşımından yola çıkılarak teori bu farklılıkların dile getirilmesi esası üzerine şekillenmiştir. Feminizm Türkiye`de genel olarak 1980 sonrası dönemde gelişme göstermiştir. Daha öncesinde gelişme gösterememesinin temel nedeni Cumhuriyet Dönemi`nde kadınlara siyasi hakların kendiliğinden verilmesidir. Batıdaki kadınların yıllarca süren mücadelelerine karşın Türkiye`deki kadınların bu haklara kendiliğinden kavuşması feminizmin gelişmesinin önündeki en büyük engel olmuştur. Feminizm Türkiye`de genel olarak kadınlara uygulanan şiddet üzerinden şekillenmiştir. Kadınların şiddetten korunması için Mor Çatı kurulmuş ve feministler bu konuya dikkat çekmek için türlü etkinliklerde bulunmuşlardır. Türkiye`de feminizmin gelişmesine katkı sağlayan bir diğer gelişme de PKK`nın dağ kadrosunda kadınlara çok geniş yer ayırması olmuştur. Doksanlı yıllara gelindiğinde kadronun üçte biri kadınlardan oluşmaktaydı. Bu da feminizmin gelişmesi açısından çok önemli bir gelişme sayılmıştır. 1980`ler Uluslararası ilişkiler kuramlarında ``üçüncü tartışma´´ olarak adlandırılan bir dizi kırılmanın yaşandığı bir dönemdir. Bu tartışma kapsamında uluslararası ilişkilerin geleneksel yaklaşımları sorgulanmaya başlanmış ve disiplin; kuramsal olarak tecrübesiz olmanın yanı sıra erkek eğilimli ve toplumsal cinsiyete yönelik duyarsız olmakla da eleştirilmiştir. Uluslararası ilişkiler disiplininin, sosyal bilimlerin diğer alanlarına oranla toplumsal cinsiyet konularına yönelik daha ilgisiz tutumu ve bu konudaki tartışmaların dışında kalması da yoğun eleştiri almıştır. Buna ek olarak, uluslararası ilişkilerde erkek alanı olarak görülen ve ``yüksek politikayı´´ (high politics) oluşturan uluslararası güvenlik, devlet yönetimi ve askeri politikayla kadın alanı olarak kabul edilen ve ``alçak politika´´ (low politics)kapsamında değerlendirilen aile hayatı, bireyler arası ilişkiler, yerel meseleler arasında bir ayrımın yerleşmiş olması da etkilidir. Feminizmin bir diğer önemli eleştirisi ise disiplinin en temel kuramlarından realizme yönelik olmuştur. Realizme yönelik bu eleştirilerin temelinde öncelikle analiz birimi tartışmaları yer almıştır. Geleneksel uluslararası ilişkiler yaklaşımı analiz düzeyleri olarak bireysel, ulusal ve uluslararası sistemi ele almış ırk, etnisite ve sınıf gibi farklılıklarla birlikte toplumsal cinsiyet farklılıklarına dayalı analiz birimlerine ise yer vermemiştir. FEMİNİZM KAVRAMI Biyolojik olarak erkek ya da kadın olmak ile sosyal olarak erkek ya da kadın olmak arasındaki uçurum, feminizmin ortaya çıkışının temel sebebidir.[1] Kadın çalışmaları alanı, kadınların nasıl ezildiği, buna rağmen nasıl var olduğu ve bununla baş etmeyi nasıl becerdiği; bu mücadelelerin tarihi, yani cinsiyete dayalı ezilmenin bugüne kadar nasıl devam edebildiğini anlamaya çalışmak olarak tanımlanabilir.[2] Feminizmin temel hedefi, kadının erkeğin nesnesi olarak aşağı değerde görülmekten kurtularak kendiliğini kazanmasıdır. Bu bilinç, cinsiyetçi toplumsal ve cinsiyet ayrımıyla kutuplaşmış dünyada, biyolojik ayrımın toplum düzenindeki etkisinin ortadan kalkmasını ve ön önemlisi kadının özgürleşmesini, ikilemlerinin son
bulmasını ve toplumsal yapının güçlenmesini sağlayacaktır.[3] Latince kadın anlamına gelen femine sözcüğünden türetilen bu yaklaşım kadınların, yalnızca kadın olmaktan dolayı karşı karşıya oldukları baskı ve ezilmeyle ilişkisini inceleyen bir bilim alanı olarak her sınıftan, ırktan, ulustan ve dinden kadının bu sorunlarla karşılaştığını belirtmektedir. Tarihin daha önceki dönemlerinde kimi zaman insan olarak bile kabul edilmeyen kadınlar ilk defa 17. yüzyıl İngiltere`sinde seslerini yükseltmeye başlamışlardır.[4] Feminizm üzerine yazılmış en önemli ilk eser, Mary Wollstonecraft`ın 18. yüzyılda yazdığı ve kadınların eğitim, hukuk ve siyaset alanlarında erkeklerle aynı haklara sahip olduğunu iddia ettiği Kadın Haklarının Savunusu (Vindication of the Rights of Woman) adlı kitabıdır.[5] Wolstonecraft, yazdığı bu kitap ile hem Rouseau`nun doktrinine karşı tezler üretti hem de çok devrimci taleplerde bulundu. Kitapta yazar kızlarla erkeklerin eşit eğitim görme olanaklarını engelleyen Fransız Devrimcileri başta olmak üzere tüm burjuvalara karşı yazmıştı. Ona göre kadınların süs bebekliğine ve ev işine mahkum edilmesi, Rouseseau`nun dediği gibi kadın doğasının gereği değildi. Wolstonecraft`ın o yıllarda bahsettiği fikirlerin yeniden gündeme gelmesi, bir buçuk yüzyıl sonra gerçekleşti. Wolstonecraft hala tüm feministlerin benimsediği şu sözleri de telaffuz etti: ``Artık kadınların yaşam şekillerinde bir devrim gerçekleştirilmesinin zamanı geldi. Kadınlara yitirdikleri onurlarını yeniden vermek ve insan soyunun bir parçası olarak dünyanın dönüştürülmesine katkıda bulunmalarını sağlamak için geç bile kalındı. Kadın ve erkek arasında, cinsel arzulama dışında hiçbir fark kalmayıncaya kadar mücadele!..´´Kadınlar, kitlesel, organize ve kurumsal anlamda ise ilk defa devrim niteliğindeki iktisadi ve siyasi dönüşümlerin yaşandığı bir dönemde (19. yüzyılda) ortaya çıkmış ve haklarını savunmaya başlamışlardır. Söz konusu dönemde özellikle Avrupalı kadınlar toplumsal ve siyasi hareketlere katılarak seslerini duyurmaya çalışmışlardır. Çünkü Sanayi Devrimi, endüstriyel kapitalizm ve devletlerin siyasi düzenlerinin temsili demokrasiye geçmesi ile birlikte, Avrupalı kadınların durumu ve konumu derinden sarsılmış, özellikle ailenin ekonomik ve siyasi öneminin azalmış olması, feministlerin seslerini daha da yükseltmelerini gerektiren bir ortam doğurmuştur.[6] Bu gelişmelerle birlikte, kadınların ekonomik ve siyasi bir ``sorun´´ haline gelmesi üzerine, kurumsal feminizm bu sorunu çözmeye yönelik cevaplar arayan bir hareket ve akademik disiplin olarak ortaya çıkmıştır. Feminizm, esas olarak kadının özgürleşmesine odaklanmakla birlikte farklı ideolojik ve felsefi yaklaşımlarla da harmanlanmıştır ve bu nedenle içerisinde birçok farklı rengi barındırır.[7] Dönemsel olarak feminist teori üç dönemde incelenir ki bu üç dönem, aslında ilk dönem liberal feminizmin ikinci dönem radikal ve marksist feminizmin ve son dönem post modernist feminizm yaklaşımlarının baskın olduğu zaman aralığına tekabül eder. İlk Dalga (Liberal) Feminizm İlk dalga feminizm, kuramsal olarak ``liberal feminizm´´ başlığı altında toplanan ve oy hakkı, eğitim ve mülkiyet hak taleplerini kapsayan dönemdir. Liberal feminizm ataerkil yapıyı kadına hak ve özgürlüklerin hukuki çerçevede verilmediği bir sistem
olarak görür. Liberal feminist yazarlardan Wollstonecraft`a göre, kadınla erkek arasında hiçbir fark olmamasına rağmen, varolan ataerkil yapıya neden olan eşitsizliğin temeli, eğitimde fırsat eşitsizliğidir. Bu nedenle kadınla erkeğe eşit fırsatlar sunulmalı ve eşit düzeyde rekabet edebilecekleri yasal çerçeve sağlanmalıdır.[8] Kadınlar için oy hakkı meselesi 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında dünyanın çeşitli yerlerinde değişik biçimde varlığını sürdürüyordu. Avrupa`nın kimi yerlerinde ufak da olsa bir mülk sahibi olanlar dışında kadınlar için oy hakkı yoktu. Kimi yerlerde evli olmak, kimi yerlerde hem evli hem de kocanın mülk sahibi olması, ırk farkları, aristokrasi gibi hiyerarşilerle kadınlar oy kullanabiliyordu ama çoğunlukla kadınların oy hakkı yoktu. Amerika`da ise, sadece siyahların ve kadınların oy kullanması yasaktı, ancak bu durum daha sonra değişerek siyah erkeklere oy hakkı tanındı. Kadınların Parlamento`ya girme şansı ise neredeyse yok gibiydi. Oy hakkı için mücadele Amerika`da, siyah kadınların beyaz kadınlarla mücadele etmesi ile başladı. 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başlarında mücadele eden kadınlar, önce sadece siyahlar ve siyahların kölelik karşıtı hareketine destek veren kadınlardan oluşuyordu. Siyah kadınlar, kölelik karşıtı harekette tanıştıkları kendilerine destek olan beyaz kadınlar ile aynı kaderi paylaştıklarını anlamışlardı. Bir diğeri, siyah kadınların kölelik karşıtı hareket militanlarına ilk kez oy hakkı için mücadele etme fikrinden bahsettikleri zaman, siyah erkeklerin kendilerine yüz çevirmesi oldu. Zaten oy hakkı kazanmış olan siyah erkekler, kölelik karşıtı mücadelede yanlarında görmeyi sevdikleri ama asıl yerlerinin evleri olduğunu düşündükleri kadınların kendi hakları için mücadele etmesi gerektiğine inanmıyordu. Böylece Amerika`da kadın hakları için mücadele eden kadınlar bağımsızlaştı ve hem siyah hem beyaz kadınların desteğiyle hareket etti. Bu kadınlar hem medeni hem siyasi haklar için, hem de ırkçılığa karşı bir arada mücadele ediyorlardı. Fransa`da kadın oy hakkı için mücadele eden kadınlara ``süfrajetler´´ deniyordu. Zaten 19. yy boyunca ``eşit işe eşit ücret´´, evlilik ve ailede eşit haklar, kadınlar için çalışma yaşamı, kadınların kamu görevlerinde çalışabilmesi gibi haklar üzerinden mücadele eden kadınlar vardı. 1881 yılında kadın süfrajetler Kadın Yurttaş (la Citoyenne) isimli dergiyi çıkarttı. Süfrajetler tüm feminist hareket içinde o dönemde en çok aşağılanan, en çok baskı gören fraksiyon oldu. Gazetelerde her gün ``ne kadar çirkin´´ olduklarını gösteren karikatürler, hepsinin aslında ``sevici´´ (lezbiyen) olduğu iddiaları, evlerine girerken veya sokakta taşlanarak gerçekleşen örgütlü saldırılar yüzünden bu kadınlar işlerini kaybetti, aileleri tarafından dışlandı. Bir erkek için eşinin süfrajet olması hem bir utanç kaynağıydı, hem de boşanma sebebi olarak kabul edilebiliyordu. Hatta, çocuklarını görme hakları bile çoğunlukla ellerinden alınıyordu. Süfrajetler sokakta yalnız gezemezdi. Ancak tüm bu baskı, süfrajetleri yıldırmaktan çok güçlendirdi ve çok daha militan bir hale getirdi. Fransa`daki diğer feminist hareketler ise kadıların oy hakkı olması halinde rahipler tarafından yönlendirileceklerine inanıyorlardı ve 1904`e kadar oy hakkı mücadelesine uzak durdular.[9] 1904 yılında ABD ve İngiltere ortak bir örgütlenme içine girdi: Uluslar arası Kadın Oy Hakkı Birliği (The International Woman Suffrage Alliance &8211; IAW).
Bu örgüt hem kadınlara oy hakkı verilmesine karşı çıkan komitelerle mücadele ediyor, hem de milliyetçiliğin yükseldiği bir dönemde enternasyonalist bir politika izliyordu. Birliğin çeşitli bati ülkelerinde şubeleri kuruldu. Ancak bu yasal bir mücadeleydi. Yine oy hakkı için İngiltere`de Emmeline Pankhurst ve kızları Christabel ile Sylvia Pankhurst tarafından kurular Kadınların Sosyal ve Siyasal Birliği (Women`s Social and Political ) çok daha radikal eylemlilikler gerçekleştirdi. Bu birlik cam kırma, bomba atma, yangın çıkarma, meclis toplantılarını engelleme, açlık grevi hatta intihar gibi siyasal yöntemler kullanmaktaydı. Sylvia Pankhurst daha sonra hem işçi sınıfı için mücadele etmiş, hem de 60`lı yılların 2. dalga feminist teorilerinin yasal haklarla sınırlı kalmayıp ev işlerinin ortaklaşması, ailenin sorgulanması ve ``özel alan politiktir´´ sloganın hem savunma hem de gerçek hayata geçirmede öncüsü olmuştur. Yine aynı dönem oy hakkı için mücadele eden kadınlar fuhuş için bir araya gelip bu alanda da mücadele etti. Kadın Konseyi`nin 1913 kongresinde İngiliz Süfrajeti Millecet Garret Fawcett, fuhuşu, ``erkeklerin parasal çıkarı için kadınların zorunlu köleliği´´ olarak tanımladı. Birinci Dünya Savaşının Başlaması ile erkeklerin silah altına alınması, kadınların ise silah fabrikalarında çalışmaya başlaması iki önemli meseleyi gündeme getirdi: Barış ve emekçi kadınlar. İşyerlerinde kreşler açılmaya başlandı ama bu sadece daha fazla kadının ücretli emeğini kullanabilmek için yapılmış bir düzenlemeydi. Kadın, tarihte her zaman olduğu gibi ucuz emek anlamına gelmekteydi. Feministler, 1918`de Versailles Antlaşması ve Milletler Cemiyetine ``eşit işe eşit ücret´´ ilkesini koydurmayı başardı. Bir tarafta da kadınlar barışı sağlamak için uluslar arası bir örgütün kurumasını talep ediyorlardı. Kadınlar barış için örgütlendi, savaşan ülkelerdeki kadınlar barış için birlik oldu ve birbirlerini kız kardeş olarak görmeye başladı. Bütün bu olanlar işçi kadınların militanlaşmasına sebep oldu. Silah fabrikalarında çalışan kadınların grevleri sıklaştı. Bu mücadeleler sonunda kadın işçilerin ücretlerinde artış sağlandı. Ancak savaş sonrasında askerden dönen erkeklere iş imkanı sağlamak için kadın işçilerin işten çıkarılmaya başlanması, bu işçilerin çok düşük ücretlerle çalışmaya başlamasına sebep oldu. Savaş sırasında kadın ve erkeklere verilen ücret arasındaki farklar önemli ölçüde azaltılmıştı. DEVAMI 2 BÖL.DE
|