Türk Meclisi

Anasayfa Görüşler Tartışmalar Haber & Yorum Temel Bilgiler Anketler Arama İletişim
Türk Meclisinde kayıtl?toplam kullanıc? 1832
Görüşlerde Yer alan toplam Makale sayıs? 10208
Açılan toplam Tartışma konusu sayıs? 236
Tartışma Panelindendeki toplam Mesaj Sayıs? 756
Toplam 798 Bilgi Makalesi ve toplam 2053 Haber bulunmaktadır.
Üye olmak istiyorum
Şifremi unuttum
Kullanıcı Sözleşmesi
Kullanıcı:
Şifre:
Görüş bildirebileceğiniz Ana Kategoriler
Anayasal Düzen (154) | Dış Politika (2291) | Ekonomi (234) | Eğitim (91) | Devlet Kurumlarımız ve Memurlar (63) | Adalet (71) | Milli Kültür (424) | Gençlik (27) | Siyasi Partiler ve Siyasetciler (849) | Tarım (147) | Sanayi (13) | Serbest Meslek Mensupları (5) | Meslek Kuruluşları (2) | Basın ve Televizyon (19) | Din (543) | Yurt Dışındaki Vatandaşlarımız (54) | Bilim ve Teknoloji (13) | Milli Güvenlik (624) | Türk Dünyası (891) | Şiir (77) | Sağlık (186) | Diğer (3430) |

Görüş bildirebileceğiniz Diğer konuları
Görüş bildirmek istediğiniz diğer konular (3430)


Diğer - Görüş bildirmek istediğiniz diğer konular konusu hakkında görüşler
Mustafa Mete İSLÂMOĞLU - (Ziyaretci) 21.11.2016 18:32:04

BİLİNMEYEN YAKIN TARİH (1-2)


Mustafa Mete İSLÂMOĞLU
YAZIYOR
BİLİNMEYEN
YAKIN TARİH
(1)
Ve... Önce Onlar Vardı...
BAŞLARKEN: Önce Onlar Vardı. bu yazı serisi 15 bölüme ayrılmıştır. Tamamını takip eder sabırla okursanız, tarihin karanlıkta kalan bir çok gerçeklerine şahit olacaksınız makale sonlarında bölüm sonu olarak gösterilen ifade uzun soluklu yazının devamını belirtmektedir. 1 den 15 e kadar bölüm halindedir.
Önce Onlar Vardı...
Ankara`nın en yüksek tepelerinden birisi Çankaya`dır. ``Çankaya, Ankara`nın güneyindeki tepelerin üstünde küçük bir köydü... Evlerin çoğunun çevresi bağlık ve bahçelikti... Bu tepelerden birinin üstünde, ağaçlar arasında bulunan bir Köşk`ten birkaç adım atınca, Ankara, çevresindeki tepelerle, kalesiyle gözleri dolduruyordu... Çankaya`nın yayla havası sert, temiz ve sağlamdı... İşte bu köşk, modern Türkiye Cumhuriyeti`nin doğuşunda ve kaderinde çok önemli bir yer tutacaktır...´´ Çünkü Çankaya, Türkiye Cumhuriyeti Devleti`nin kalbidir.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu ise şunları yazar:
``...Ankara`ya girer girmez içimde büyük bir ferahlık duydum. Şehir bana tasavvur ettiğimden bin kat daha geniş, daha rahat, daha güzel göründü. Öteden beri bir Babil Kulesi`nden daha kalabalık olduğu söylenen Taşhan`ın önünden sağıma, soluma, önüme arkama bakıyorum. Sağda iki tarafı ağaçlı bir şose istasyona doğru uzanıyor; sol tarafta ise iyi kötü parke döşeli bir cadde kasabanın içine doğru sokuluyor. Yarıya kadar tamamlanmış kargir birkaç bina görüyorum. Uzaklarda yemyeşil yamaçlar var; yamaçlar İstanbul`un Çamlıca`sını, İçeren Köy`ünü hatırlatıyor. Tıpkı oralardaki gibi irili ufaklı, çıktığım günden beri gözlerime ilk cana yakın gelen manzaraları burada buluyorum. Halbuki, yolumun başından itibaren her gördüğüm adam bana burayı kötülemişti. Kimi havasının fenalığından, kimi görünüşünün çirkinliğinden, kimi toprağının kuraklığından bahsetmişti ve bütün bu işittiğim sözlerden Ankara hayalimde kupkuru, kapkara bir taş ocağı şeklini aldıydı. Belki, biraz da bunun içindir ki, eski Ancrye ilk bakışta bana yeni Viyana gibi göründü.´´
Gerçekten öyle. Uzaktan bakılınca yemyeşil yamaçlar, irili ufaklı köşkler görülür. Bu köşklerden birisi de Bulgurlu Tevfik Efendi`nin köşkü idi.
Ankara`da üç ay kalan Georges Perrot`un gözlemleri şöyle:
``Çok fakir olduklarından böyle bir fantaziden vazgeçmek zorunda kalan Yahudiler dışında, zengin, fakir Müslüman, Hıristiyan tüm Ankaralıların şehir dışındaki tepelerden birinde bağ dedikleri yerlerde evleri var. Zengin Rum tacirlerinin villaları genellikle şehrin doğu tarafında bulunur. Son birkaç yıl içinde baştan aşağı yenileştirilmişler ve gravürler, renkli camlarla süslemişlerdir. Evin önünde etrafı çiçekli bir çardağın ortasında çok zevke bezenmiş bir çeşme, ortasına incecik sula fışkıran bir havuzu besler. Havuzun dört bir yanında da kaçınılmaz olarak mermerden küçük ve oldukça zevksiz aslan heykelleri bulunur. Ankaralıların gözünde sanatın ulaştığı son aşama olan bu heykellerle çeşme taşları özellikle İstanbul`dan getirilir. Ne yazık ki bu tepelerde su oldukça kıttır. Bir su bulup villalara kadar getirebilmek için 20-30 bin kuruş harcayanlar bile vardır. Şehrin kuzeyindeki zengin Rumlar`ın lüks evlerinin manzarası iyi olmasa da arazi daha muntazam ve meyve ağaçları ile ilgili arazideki bahçeler daha bereketlidir. Ben Ankara`nın güneyinde oturmayı tercih ederdim. Büyük Esat adı verilen o taraflarda evler derin ve bükümlü güzel manzaralı vadiler ve tepelerde yayılmıştır.´´
Büyük insan Atatürk, Çankaya`da gezerken bir bağ evini beğenir ve bu güzelim evde oturmak ister. Bu güzel anıyı iğde ağacının altında oturup, Şeref Erdoğdu`dan dinleyelim.
``Bu hatırayı, Ankara`nın yetiştirdiği seçkin insanlardan Ademzade Ahmet Bey`in not defterinden aldım. Kendisini burada rahmetle anıyorum:
O yıllarda Ankara Belediye Reisliği yapmış, encümen azalığında bulunmuş bu kültürlü zatın tutmuş olduğu notlar bizlere ışık tutmuş, yolumuzu aydınlatan ciddi vesikalar: O tarihte Ankara`da olup bitenleri güzel üslubu ile not etmişler. Bu notlar arasında Çankaya`daki köşk konusunu şöyle anlatıyor Ademzade...
Malumları olduğu üzere Atatürk Ankara`ya ilk teşriflerinde, Keçiören eteklerindeki Ziraat Mektebi`nde ikamet etmişlerdir.
Zümrüt misali yeşillikle arasına nokta-nokta serpilmiş üç katlı bağ evlerine imrenmişler ve sormuşlar:
-Şu güzel konak kimin? Kime ait?..
-Agopzadelerin.
-Ya şu konak?
-Bodos efendinin.
-Ya şu tepedeki konak?
-Ohannes efendinin.
Aldığı cevaplardan çok üzülen Mustafa Kemal Paşa dönüp gitmişler.
Ertesi hafta Çankaya sırtlarına gitmişler. Ademzade şöyle anlatıyor.
``Mevsim bahardı, o vakit biz de Çankaya`da oturuyorduk. Kasapoğlu`nun bağı olan bugünkü köşkü Milli Emlak`tan Bulgurluzade Mehmet Efendi almıştı. Henüz bağa nakletmemişlerdi.
Paşa hazretleri arkasında pelerin ve gerisinde bir zatla yanımıza geldi. ``Yemek mi yiyorsunuz?. Hadi ben de yiyim!´´ dedi ve sofraya oturdu.
Yemekten ziyade konuşmak istediği anlaşılıyordu. Yemek sıcak değildi. Zannedersem pastırma, İskilip helvası ve yumurtadan ibaretti.
Paşa:
-``Burası sizin mi´´ diye sordular.
-``Evet yeni aldım tamir ettireceğim.´´
Paşa hazretleri:
-Geçende karşı tarafı gezdim, güzel bağlar var, ama bu tarafta sizlere komşu olmak isterim,`` dedi.
Cevap verdim:
-Bu tarafta zatınıza mahsus ev bulunmaz, bu evler ahşap ve gayri muntazamdır. Bağ sahipleri bir iki aylığına sayfiye olarak oturur şehre inerler,´´ dedim.
Birkaç gün sonra Vali Yahya Galip Bey, belediyede bir toplantı sırasında Paşa hazretlerinin bir bağ almak istediğini ortaya attı.
``Paşayı kaçırmayın sizlere komşu olsun´´ dedikten sonra Bulgurluzade Mehmet efendiye hitaben:
-``Sizin emvaali metrukeden aldığınız Çankaya`daki bağı Paşa`ya satınız, bedelini verelim,´´ deyince orada bulunan heyet:
-``Münasip, münasip´´ dediler. Masrafiyle 9.000 liraya malolan bağın Paşa hazretlerine alınmasına karar verildi. Parası belediyece ödendi. Ademzade Ahmet Bey hatıratını şöyle bitiriyor:
-``Hakikaten Keçiören ve Etlik bağları ağaç ve bağ bakımından çok kıymetli şerefli iken, İslamların bulunduğu semti tercih etmeleri milletine olan muhabbet ve sevgisinin icabı sayarım´´...
Çocukluğumda, hafızamda kalanlar, silik belli belirsiz hatıralar... Çankaya Bağları`nı aştınız mı, bir tozlu yol uzanır gider. Bu yol bir iki tepe sonra sizi Afşar Çiftliği`ne götürür. Bilmiyorum bu çiftlik hala durur mu? Boz bir tepenin göğsüne yaslanmış bir iki damlı ev, çitle çevrilmiş ağıllar ve tezek kokan ahırlar. Ne bir ağaç, ne bir yeşillik... Tepelerden aşağı indiniz mi, söğüt dallarının arasından akan incecik bir dere, çiftliğin yeşilliği, güzelliği bu gölgeliktedir.
Ben atın terkisinde hocanın anlattıklarını düşünürken, karşıdan Ankara Kalesi belli belirsiz görünmüştü.
Yıllar sonra, bu kayalara bir köşk kuruldu. Ne mutlu bir tesadüf bu tepeden Atatürk milletine ne şifalı sular akıttı...´´
Mustafa Kemal Paşa, 1921 yılı yaz başında Çankaya`daki bağ evine yerleşti. Türk tarihinde önemli olayların yaşandığı büyük kararların verildiği bir mekan durumuna geldi.
Bağ evinin yerine bir köşk yapıldı. Hemen yakınına da Başbakanlık konutu... 1924 yılında Mimar Vedat Tek ve Arif Hikmet Koyunoğlu ekler yapınca, köşk bugünkü şeklini aldı. 1926 yılında da köşk, kalorifer tesisatına kavuştu.
Mustafa Kemal Atatürk`ün annesi Zübeyde Hanım, Çankaya`daki bağ evi hakkında şunları söyler:
``Mustafa Kemal Paşa, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyeti Temsiliye Reisi olarak 27 Aralık 1919 da Sivas`tan Ankara`ya gelmiştir. Ankara gelişinde önceleri, O Ziraat Mektebi`nde kalmıştır. Daha sonraları bugün Devlet Demiryolları Müzesi olan İstasyon binasında oturmaya başladı. Bir süre sonra da Keçiören`de Çocuk Esirgeme Kurumu`na ait bir binaya taşınmayı düşünüyordu.
Bir gün Çankaya çevresinde bir geziye çıkan Ruşen Eşref (Ünaydın), istasyon binasına gitmiş ve akşam yemeğinde Çankaya`nın güzelliğini anlatmıştı. Ertesi gün Mustafa Kemal Paşa, Çankaya`ya gitmiş, iki büyük söğüdün ve diğer ağaçların arasında bulunan iki katlı bu evi görüp beğenmişti. Kısa bir süre sonra da buraya gelerek yerleşmişti. Bina ve içerisi sadeydi. Burası Ankara`nın ileri gelen zenginlerinden Bulgurluzade Tevfik Efendi`nin bağ eviydi. Ankaralılar bu evi bağı ile birlikte 4500 liraya satın alarak ``Ordu Köşk´´ adıyla Milli Savunma Bakanlığı`na bağlamışlardı. Bakanlık da Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa`ya tahsis etmiştir. Bugün eşyalarıyla birlikte ``Atatürk Müzesi´´ olarak kullanılan ve ``Eski Köşk´´ olarak anılan bu bağ evi iki katlıydı.´´
Yeni Türkiye Devleti`nin temelinden çatısına dek kuruluşunda büyük yeri olan bu köşkte, birçok toplantılar olmuş, önemli kararlar alınmıştır.
İşte 24 Haziran 1922 günü oğlu ile birlikte Ankara`ya gelen Zübeyde Hanım Çankaya`daki bu bağ evine gelmiştir. Ana-oğul birlikteydiler artık.
Zübeyde Hanım`ın bu bağ evindeki günleri kısa da olsa, kuşkusuz oğlu Mustafa`sıyla geçen en iyi günleri olmuştur.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, o günlerde annesiyle arasındaki ilişkilerinde kendince bir kural geliştirmişti. Şöyle ki:
O, her sabah uyandığında temizliğini yapar, giyindikten sonra ziyaret için annesine haber gönderir, izin isterdi. Zübeyde Hanım da aynı şekilde hazırlığını yaptıktan sonra oğlunu kabul ederdi. Bu görüşmelerde Mustafa Kemal Paşa, annesinin elini öper, Onun hayır duasını alırdı. Bir süre annesiyle kalıp sohbet ederlerdi.´´
Niyazi Ahmet Banoğlu, Atatürk`ün ana sevgisi hakkında Nükte ve Fıkralarda Atatürk, adlı kitabında şunları yazar:
``Atatürk`ün, rahmetli annesi Zübeyde Hanım`a karşı olan bağlılığını gösterişi bakımından olduğu kadar, şimdiye kadar bilinmeyen bir hayat safhasını belirtişi bakımından çok enteresan olan bu olayı, son nefesine kadar yakınında bulunmak mazhariyetine ermiş olan eniştesi Bay Mustafa Mecdi`nin ağzından veriyoruz:
-Mütareke müteakip, Mustafa Kemal Paşa, bilindiği şekilde, Samsun`a gittikten sonra, validesi Zübeyde Hanım`la, hemşiresi Makbule Hanım ve ben, Şişli`deki şimdi müze olan evden çıkmış, Beşiktaş`ta Akaretler`de 76 numaralı eve yerleşmiştik.
Burada bilhassa, Paşa`nın Milli Mücadele`ye atılıp, İstanbul hükümeti tarafından azl ile idama mahkum edilişinden sonra, çok sıkıntılı günler geçirdik. Ne kapımızı çalan, ne arayan soranımız vardı. Paşa`nın en yakınları bile korkup çekindikleri için aforoz edilmiş bir durumda ve her an bir felakete uğramak tehlikesiyle karşı karşıya bir halde endişe ve ıstırap içinde adeta bir tutuklu hayatı sürüyorduk. Hele ben, ha yakaladılar, ha yakalayacaklar heyecan ve endişesiyle bunalmış tetikte bulunuyor, sokağa bile çıkmıyordum. Paşa`nın gizli bir şekilde sık sık gönderip ahvalimizden haber alan ve bize ondan haber getiren sadık adamı Harun Saffet Bey`den başka hemen hemen hiç kimseyle temas etmiyorduk.
İşte bu esnada bir gün, yukarıda odamda otururken Zübeyde Hanım misafir geldi, diye beni çağırttı. Aşağıya indim, bir de baktım ki, İngiliz gedikli başçavuş üniformalı bir genç... Şaşırdım...
İçimden eyvah, yakalandık, diye ne yapacağını bilmez bir hale geldim. Bu halimi farkeden genç: ``-Beyefendi... Ben yabancı değilim... Mühendis Yusuf`um. Paşa hazretlerinin süt kardeşinin zevziyim....´´ diye kendini tanıttı, ziyaret sebebini de şöyle izah etti:
``-Harbiye dairesindeki telgraf merkezinde çalışıyorum, evinizi basmaya karar verdiklerini haber aldım. Sizi tevkif edecekler... Haberiniz olsun... Bunu söylemeye geldim...´´
Allah bilir ya, inanmadım... Tutuklama ve basılma meselesine değil, onun zaten, biraz önce de anlattığım gibi, her an bekliyordum, fakat bu adamın, böyle, iyi niyetle gelmiş olmasına ihtimal vermiyordum. Türk olduğunu söyleyen bir adamın, taassup içindeki bir şehirde kafasına İngiliz şapkası giyişinden tutun, düşman hizmeti kabul etmiş oluşuna kadar her hal ve hareketi şüphelerimi artırmıştı. Vakıa, Mustafa Kemal Paşa`nın Selanik`teki bir telgraf memurunun kızı olan bir süt kardeşi bulunduğunu ve Mühendis Yusuf adında biriyle evli olduğunu biliyordum ama, bu adamı ilk kez görüyordum. Şüphelerimin arttığını sezen genç:
``-Ben sizinle konuşmak isterim. Vaziyeti iyice anlatırsam, endişeniz kaybolur...´´ gibi sözler söyleyip duruyor idiyse de, ben kısa kesmek düşüncesiyle, teşekkür ederek, acele işim olduğundan bahisler, başka bir gün görüşmek üzere valide hanıma haber bırakacağımı söyleyerek, odadan çıktım.
Çıktım, yukarı gitti ama, endişem devam ediyordu. Çünkü, Mustafa Kemal Paşa ile temasta bulunduğumuzdan şüphe eden ve her hal ve hareketimizi izleyen İstanbul Hükümeti gibi İngilizlerin de, er geç başımıza bir iş açacaklarından ve bu arada beni, özellikle Paşa`nın ahvali hakkında söyletmek için, sıkıştıracaklarından emindim.
1. BÖL SONU
NOT: BU YAZININ HER HAKKI YAZARINA AİTTİR ALINTI YAPILAMAZ KOPYA EDİLEMEZ 5846 SAYILI YASA GEREĞİ SUÇTUR.
BİLİNMEYEN
YAKIN TARİH
(2)
Düşündüm; yakalanır da sıkıştırılırsam, Paşa hakkında ne söylesem, inanmayacaklar... Ve durup dururken bir sürü işkencelere, hareketlere maruz bırakacaklar... İyisi mi, kalkıp bir yolunu bularak, Anadolu`ya geçeyim. Paşa ile görüşeyim, tekrar İstanbul`a döneyim... O zaman tutsalar da, önemi yok, çünkü nereden haber aldın? Deseler, aracı filan olmadığını, bizzat gidip kendisiyle temas ettiğimi ve gördüklerimi söylediğimi anlatır, tazyikten kurtulurum, diyordum.
Hemen kararımı verdim. İki gün sonra hareket etmek üzere hazırlığa koyuldum.
Fakat, tam hareket edeceğim sırada, evi bastılar.
Baskına uğradığımızı anlar anlamaz, arka odadan kendimi bahçeye attım. O tarihte, oturduğumuz evin sırasında, köşede Sulh Mahkemesi vardı. Bahçesinden oraya atladım, bodruma inerek, saklandım. Saatlerce öylece, kapandım kaldım. Sonra, etrafı kollayarak, kalabalığa karışıp, sokağa çıktım. Hava kararıncaya kadar tenha yerlerde dolaştım. Gece geç vakit, bir tanıdık aracılığıyla evin durumunun anlayıp, basanların gittiklerine kanaat getirince, döndüm.
Zübeyde Hanım hala kendine gelememişti. Zaten rahatsızdı. ``Gördünüz mü olanı?.. Bunlar artık peşimizi bırakmazlar, yine gelirler. Yarından tezi yok, ben Paşa ile görüşmeye gidiyorum´´ dedim. Ve hakikaten ertesi günü (Bahricedit) vapuruna bindim.
Vapur, Kızkulesi önünde demirliydi. Hareket etmek için, İngiliz kontrolünü bekliyordu. Kamarama yerleştim, şöyle bir sigara yakayım, demeye kalmadı; bir de baktım, arkamdan biri omzumu dürtüyor, kimdir, diye başımı çevirince, karşımda sırıtan birini gördüm.
-Beyefendi...Uğurlar olsun...Hayırlı yolculuklar!...Haber aldım, kayınvalide hanımdan, İnebolu`ya gidiyormuşsunuz?... deyip duruyordu.
-Kimsiniz siz? Dedim.
-Tanımadınız mı beni?... Devlethanede görüşmüştük ya... Hatırlamıyor musunuz... Bendeniz Yusuf!... demez mi?
Ne bileyim ben, herif, o apoletli, parlak düğmeli, şeritli meritli, şapkalı İngiliz üniformasını çıkarmış, sivil giyinmiş. Tanıyamamıştım. Fakat ne arıyordu burada? Demek peşimi bırakmıyor!... Büsbütün kuşkulandım, ama ne yapabilirdim?...
Bir yandan da, kimseye hareketimi haber vermemeleri için sıkı sıkıya tembih ettiğim halde, evden haber almış olmasına müteessir oldum.
Naçar, zoraki bir gülümseyişle:
-Buyurun, oturun... Görüşelim... diye yer göstererek, kamaranın kapısını da hemen kilitledim.
Başbaşa kapalı kalınca:
-Kayınvalide sana yanlış söylemiş... Zaten biliyorsun, muztarip, yorgundur. Ben Anadolu`ya geçecek değilim. İnebolu`ya gitmiyorum. Trabzon tarikiyle Kafkasya`ya gideceğim. Enver Paşa`nın Yeşil Ordusu`na iltihak etmek niyetindeyim... dedim.
İnanmadığını hissettiren bir tavırla, açık konuşmak lüzumunu duyduğunu belirterek, dedi ki:
-Efendim, ben memlekete hizmet etmekten başka bir gaye peşinde değilim. Nitekim bu defa da, beni mahrem bir görevle, Mustafa Kemal Paşa`ya gönderiyorlar. Akrabalığımız olduğunu bildiklerinden bu göreve beni münasip gördüler. Sulh önerisinde bulunacağım. Sizin de teşrifinizi kayınvalide hanımdan haber alınca, fırsatın düşüncesiyle koştum geldim. Birlikte gideriz. Paşa hazretleri nezdinde siz de tasavvutta bulunarak, memlekete bu nazik zamanında büyük bir hizmet etmiş olursunuz...
Derhal sözünü kestim:
-Arkadaş, sana açık söyleyeyim, dedim, ben senden şüphe ediyorum. Ne desen nafile... Hele böyle bir zamanda ben İngilizlerle Mustafa Kemal Paşa arasına girip tavassutta bulunacak adam değilim. Sen de senin İngilizlerin de görülüyor ki, Mustafa Kemal Paşa`yı hala tanıyamamışsınız. Ben böyle şeylere karışmam. Sana da tavsiye ederim. Başından büyük işlere burnunu sokma!... Fakat mademki ısrar ediyorsun, ben de seni buraya kapayacağım. Bir yere kıpırdamak yok! Sesini çıkardığın anda, seni gebertirim!...
Bu kez o şaşırdı, ummadığı bir tuzağa düşmüştü. Hem de kendi ayağıyle... Kekeleyerek:
-Aman Mustafa Bey... Haşa minelhuzur, def`i hacet iktiza etse, ne yaparım?... diyecek oldu.
-Şuracığa! Şu köşeye yaparsın!... Başka laf istemem, ne halt edeceksen bu kamaranın içinde edeceksin!... Vapur kalkıncaya kadar dışarı çıkmak yok!... cevabını verdim.
-Bana hakaret ediyorsun, ben Mustafa Kemal Paşa`ya hizmet etmeye gidiyorum. Reva mı bana bu muamele?... Filan diye söylenip duruyordu, ama, aldırmadım.
Vapur kalktı, Kavaklar`dan sonra da kamarayı açtım:
-Serbestsin, yalnız şu andan itibaren birbirimizi tanımıyoruz. Selam sabah bile etmeyeceğiz. Haydi, çık... Ne halin varsa gör!... diye koyuverdim.
Nihayet İnebolu`ya vardık. Baktım, herif yine peşime takılmak hevesinde... Bir yandan da İnebolu`da inmem lazım, bu da kuyruk gibi gelirse, yolmayacak.... İnebolu`da, kim olduğumu, bunun da ne mal olduğunu anlatıncaya kadar zaman geçecek... Bir yolunu buldum, tekrar kamaraya soktum, içeri girmesiyle, kapıyı dışarıdan kilitlemem bir oldu. Kapının aralığından kendisine seslendim:
-Vapur kalkmadan çıkmaya teşebbüs etme,küçük bir hareketini sezersem, beynine kuşunu yersin!... Vapur kalktıktan sonra kapıyı vur, seslen, şu koyduğum yerden anahtarı alıp kapıyı açsınlar, çık!
Böylece, vapur kalkıncaya kadar bekledi, son dakikada İnebolu`ya çıktım, o da kamarada kaldı.
Artık rahattım. İnebolu`dan doğru bir haftada Ankara`ya gittim. Paşa, istasyondaki binadaydı. Yanında Çolak İbrahim`le diğer yakınları vardı. Beni görür görmez sevindi. Validesinden haber sordu. Mektubumu takdim ettim. Zübeyde Hanımın bu mektubunda, Çolak İbrahim`den bir şikayet de vardı. Kendisine ödünç vermiş olduğunu bir miktar parayı hala iade etmeyişinden bahsediyordu. Paşa, bunu okurken gülerek, Çolak İbrahim`e:
-Hele bak!... Valideyi üzmüşsün... Sen hep böylesindir zaten!... diye takıldı. Sonra bana döndü:
-Canım Mustafa Bey!... Bizim valideye ne oldu böyle?... Bak, yine neler yazmış!... diye anlattı: Meğer Zübeyde Hanım, mektubunda, Paşa`nın süt kardeşinin kocası Yusuf`a kolaylık gösterilmesinden filan bahsediyormuş. Halbuki, Paşa biraz önce Sinop`tan aldığı bir telgraftan, bu Yusuf`un orada &8211;şüphe üzerine- tevkif ile alelacele yapılan bir muhakeme neticesinde İngiliz hafiyesi olduğunu öğrenmiş.
-Bu ne iştir böyle? Baksana, şimdi benden soruyorlar, bu Yusuf denen adamın üstünde validenin bana hitaben yazmış tavsiye mektubunu bulmuşlar... İdam edelim mi?... diye cevap bekliyorlar... Validenin böyle şeylere aklı ermez... Ne diye kalkar, böyle adamlara mektup verir?... Şimdi bu işin içinden nasıl çıkacağız!... diye üzülüyordu. Bir süre sonra öylece sinirli bir vaziyette, düşündü durdu.
Bir türlü karar veremiyordu.
Nedenini, sonra anladık: Paşa, İstanbul`dan Samsun`a giderken, yanında Halit adındaki son derece itimat ettiği, emir eri vardı.
Yolda, Sivas`la Erzurum arasında, bu askerin elindeki &8211;içinde 500 lira bulunan- çanta kaybolmuştu. Paşa`nın haberi olmadan zavallı askeri üç gün üç gece döve döve, illa çantayı ve paraları meydana çıkaracaksın diye, fena halde tazyik etmişler... Bilahare çantayı da parayı da bulmuşlar ama, Halit`in de canı çıkmış, perişan bir hale gelmiş. Para bu olup bitenleri duyunca, fena halde müessir oluyor ve Halit`i: ``haydi git, anamın yanında istirahat et.... Kendine gel!...´´ diye İstanbul`a gönderiyor.
Gönderiyor ama, İstanbul`daki Zübeyde Hanım da, o sırada, şuradan buradan kulağına gelen: ``Mustafa Kemal Paşa`yı idam etmişler!... Öldürmüşler!...´´ şayialarıyle deliye dönmüş, bitkin bir halde dövünüp durmaktadır. Halit`i karşısında görünce: ``Eyvah... Evladımın kara haberini getirdi!´´ diye düşüp bayılarak, hafif bir inme geçiriyor...
Paşa, gözleri yaşararak bunu anlattı, sonra tarif edilmez bir teessür içinde, kendi kendine söyler gibi, şöyle dedi:
-Şimdi bu Yusuf da idam edilirse, valide duyunca, bu sefer beyninden vurulmuşa döner, dayanamaz ölür, gider... Zavallı anacığımın benim yüzümden çektikleri yeter artık!... Bir de ölümüne sebep olmayayım... Çok rica ederim, bu adamı bana bağışlasınlar...
Günahkarsa bile, asmasınlar, sınır dışına defetsinler!...
İşte; o çok buhranlı ve müşkül anlarda bile, Atatürk`ün annesine karşı ne kadar bağlı olduğunu gösteren en canlı olaylardan biri de budur.

-Kandemir
Bu arada Türkiye Cumhuriyeti Devleti`ni tanıyan ülkeler, kendilerine gösterilen yerlere inşaatlarını yaparak elçilikler İstanbul`dan Çankaya`ya taşındı. Yenişehir ve Atatürk Bulvarı doldu ve Sakarya ve İzmir caddelerine taştı. ``Ankara`nın taşı´´ diyerek Ankara`ya göç edenler, Esat, Emek, Seyranbağları ile Balgat semtlerine gecekondu yaptılar.
``Cumhurbaşkanlığı Pembe Köşkü binasının planı için Mustafa Kemal, Avusturyalı mimar Prof. Clemens Holzmeister`e verdiği direktifte, geniş ve büyük bir kitaplık ile rahat aydınlık çalışma odası istemiştir. Ayrıca Çankaya köşklerinde hakim renk, Mustafa Kemal Paşa`nın sevdiği pembe ve yeşilin çeşitli tonlarıdır ve müze olan Köşk`ün her odasının tavan süsleri Türk motifleri ve üslubuna göre yapılmıştır....
``Prof. Holzmeister`in öğrencisi ve asistanı tanınmış mimarlarımızdan Behruz Çinici, hocası hakkında şunları söylemiştir: ``1983 yılında 97 yaşında ölen dünya çapındaki eserleriyle tanınan Prof. Holzmeister Atatürk`e aşık bir sanatçı idi... 1931-32 yıllarında Çankaya`daki Atatürk Köşkü`nü 1.5 yıl gibi kısa bir sürede bitirmiştir... Atatürk için: (Dünya`da Onun kadar büyük insan görmedim. Hayatta benim için hiçbir şey Ata`nın verdiği görevler kadar büyük olmamıştır.) Hocanın Türkiye`de inşa ettiği her eserde birikim ve deneylerini Anadolu kültür ve ilhamlariyle bütünleştirerek yeni sentezlere ulaştığı görülür... 16 yıl Türkiye`de kalmış ve İstanbul Teknik Üniversitesi`nde 7 yıl hocalık yapmıştır.´´
Çankaya Köşkünün bahçesinde bulunan ve şimdi ``Devlet Konukevi´´ olarak kullanılan ``Camlı Köşk´´ planı ise 1936 yılında Mimar Seyfe Arkan tarafından yapıldı.
``Bu bağ evi Çankaya`nın en eski yapılarından biridir. Tuğla duvarlar arasında direkler görülmektedir. Büyük ağaçlar, o zamanki Ankara`da çok az görülen bir manzaradır.´´
Bugün Çankaya, Türkiye Cumhuriyeti Devleti`nin yarattığı onur kaynağı Ankara`nın kalbi, beyni olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti`nin de simgesidir. Bu bakımdan Çankaya`nın tarihi, Ankara tarihi ile birlikte değerlendirilmesi gerekir.
29 Ekim 1923 günü Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu.
Mustafa Kemal Paşa, kentin en yüksek yeri olan Çankaya`dan bakınca, önce bir tepe üstünde yer alan Kale`yi gördü. Sonra, ovaya doğru yayılan yerleşim alanı ve bu alanı kuşatan tarım alanlarını... Sonra da kentin geçmişini düşündü.
Kale içinde yıllarca önce Hititlerin kurdukları garnizonu anımsadı.
Hattiler`i, Hititler`i, Frigleri düşündü.
Frigler`in yıkılması ile bölgede Lidya Devleti ortaya çıktı. Bölge 7`inci yüzyılda kısmen Lidya Devleti egemenliğine girdi, ancak bu egemenlik uzun sürmedi. Lidya egemenliğine ilişkin eserler Yassıhöyük`ün yanındaki Küçük Höyük`te bulundu.
Bölge sonra Persler`in eline geçti. M.Ö.547`de Lidya egemenliği sona erdi.
Yine binlerce yıl önce, söylenceye göre tapınağa sunulan arabanın okunda kızılcık ağacının kabuğunun iç kısmından, ucu ve sonu belli olmayan bir kördüğüm var. Bu düğümü çözen tüm Asya`ya egemen olur. Filip`in oğlu İskender evirir, çevirir, düğümün çözülemeyeceğini anlar. Sonunda kılıcını çekerek düğümü keser. Böylece kördüğümü çözmüş olur.
Galatlardan sonra Romalıları, Arapları, Türkleri, Moğolları gördü.
Romalılar döneminde kentin imarına önem verildi. Kente İmparator Augustus`un adını taşıyan tapınak yapıldı. Tapınağın içine de Augustus`un ünlü vasiyetnamesi, Latince ve Yunanca nakşedildi.
Augustus Tapınağı imparator Augustus ve Tanrıça Roma diye anılır.
M.S. 1. ve 2. yüzyılda Ankara en parlak dönemini yaşadı.
Tarih öncesinden günümüze dek çeşitli uygarlıklar gelip geçti.
Sonra Kimmerler`i, İskitler/Sakalar`ı gördü. Ardından Hunlar çıktı ortaya. M.Ö.250`den M.S.216`ya dek hüküm sürdü. Hunlar, Türklük dünyasının öncüleri olarak bilinir. Hunlar`dan sonra adında ilk kez Türk geçen Göktürkler devleti kuruldu. Sonra Avarlar görüldü Avrupa`da. Hun Türkleri`nin yerini, Kuzeydoğu Asya`dan gelen Avar Türkleri aldı. 6`ıncı yüzyıl ortalarında Orta Avrupa`yı ele geçirdi. Bayan Han döneminde, 616 Temmuzunda İstanbul önlerine kadar geldi. Avarlar`ın ardından Hazarlar ortaya çıktı.
Sonra Karahanlılar`ı, Gazneliler`i anımsadı. Derken Ön Asya`da kurulan ilk ve en büyük Müslüman Türk devletlerinden biri olan Büyük Selçuklu Devleti`ni gördü. Yalnızca Selçukluları değil, Karamanoğulları`nı da gördü. Karamanoğulları, Oğuzlar`ın Kaçar boyu beylerinden olan Ahmed Sadeddin Bey`in oğlu Nure Sufi Bey`den inmiştir. Nure Sufi Bey, Eretna Bey`in halası ile evli idi. Ereğli`de hüküm süren devletin kurucusudur. Nure Sufi ölünce yerine büyük oğlu Kerimeddin Karaman Bey geçti. 2.BÖL. SONU




Paylaş

Proje Yerlinet tarafından çözümlenmiştir.

© 2008 TurkMeclisi.org Her hakkı saklıdır. İçerik izin alınmadan kullanılamaz. Siteyi kullanan herkes "Kullanıcı Sözleşmesini" kabul etmiş sayılır. Kullanıcı Sözleşmesi.